31 Temmuz 2014 Perşembe

1864

Birkaç gecedir huzursuz uykuya dalıyorum, gözlerimi kapatınca korkuyorum sanki, sanırım derinlere iteklediğim endişeler su yüzüne çıkıyor o vakitlerde...

Sabah henüz dinlenmeden erken uyanıyorum ve bir türlü dilediğimce dinç hissedemiyorum; sanırım sıcaktan ve işlerin yoğunluğuna yetişme stresinden...

Velhasıl; yine kısa bir tatil iyi gelecek!

1863

(30 TEMMUZ ÇARŞAMBA)

Bayram Yemeği

Balkonda mangalla imtihan: tutuşmayan kömürlere gazete kağıdı ve kozalak kıvılcımı...
Üfledikçe havalanan yanık kağıt zerrelerinin siyah kar gibi üstümüze yağmasıyla is kokan elbiseler...

Bir masa yuvarlak, diğeri kare; üstelik farklı yüksekliklerde... Sandalyelerin 3ü bir örnek, 2s, başka.
Şarap kadehleri 4 tane kalmış, teki ufak. Peçeteler pembe çiçekli, su bardakları yeşilli.

En uçta oturan dayım, tuvaleti geldiğinde ya hepimizi sırayla kaldırmak, veyahut tutmak mecburiyetinde. Batan güneş ile doğan hilale arkasını dönmüş. En başa mangalı kontrol edebilmek için annem geçmiş, biz kuzenim ve yengemle sıralanmışız duvara. Annemin getirdiği tenceredeki köftelerle biber, soğan ve domatesleri elden ele dağıtıyoruz.

Şarabımız var, tirbuşon yok.

Kuzenim domates suyu döktü masa örtüsüne, annem soğanları kömüre düşürüp yaktı.

Ama herkes çok memnun kaldı, özellikle UFO sandığımız eğitim uçaklarına ve Hathor'larla kafayı bozmuş kadına herkes çok güldü. Herkes fıstıklı burma kadayıfını çok severek bitirdi ve kahvesini içtikten sonra heyecanla fal kapattı.






29 Temmuz 2014 Salı

1862

Bu sabahki mutluluğum; dün gece seyrettiğimiz korku filmindeki aynadan çıkan pörtlek gözlü kadının uykumuzda bizi boğmak için gelmemiş olmasından mıydı- yoksa yine yan yana sıcacık uyanmış olmamızdan mıydı, emin değilim. Sanırım ikisi birden.

Gece evet biraz huzursuz, zor kapamıştım gözlerimi uykuya ama sabah erkenden acıkmış ve mutlu uyandım.

Polenezköy tarafına kahvaltıya gitmeye niyetliydik zaten, beklediğimiz kadar serin gelmese de esintili ve bulutlu orman havasını doya doya içimize çektik ve kocaman bir kahvaltıyı bitirdik.

Çeşit çeşit peynirleri, kaliteli jambonları, sebzeli omleti ve sıcak ekmekleri gerçekten güzeldi, sanırım Beşiktaş kahvaltıları bundan sonra pek acınası gelecek!


1861

(28 TEMMUZ PAZARTESİ)

Arife sabahlarını çocukken çok sevmemin tek sebebi; anneannemin minicik cam kaselerde az az koyup kocaman yuvarlak tepsiye doldurup getirdiği renk renk reçeller, çeşitli peynirler, kekikli limonlu zeytinler, çörekotlu tereyağı, bir iki erik ve türlü cezbedici yiyeceklerden oluşan büyüleyici kahvaltı değildi elbette-bir de hep deneyerek alındığı için bildiğim halde kutusunu açarken heyecanımı hiç yitirmediğim kırmızı rugan pabuçlarımın sevinci vardı...

27 Temmuz 2014 Pazar

1860

Gerçi bu sabah patatesli yumurta yaptık ve harika bir kahvaltı ettik ama; canımız fena mandalina çekti...
Geçen film festivalinde gösterildiğinde aklımızda kalan sevimli Estonya&Gürcü filmi "Mandarins"i izledik.
90larda patlak veren Abhazya'daki Gürcülerle ayrılık isteyen Rus destekli Abhazlar ve Çeçenler arasındaki savaş esnasında, herkesin memlekete kaçtığı Estonya köylerinden birinde geçiyor film.
2-3 köylü kalmış yalnızca; bir doktor, bir bizim dede, bir de tek derdi mandalinaları olan naif komşusu. Bahçelerindeki mandalinaları o topluyor, bizimki ise kasa yapma görevini üstlenmiş. Kendilerini mandalinaları ziyan etmeden toplayıp satmaya adamışlar adeta.
Mandalinalar toplanamadan bir sabah, çatışma sesleri ile uyanıyor dedemiz, kapısının önünde birbirlerini vurmuş birkaç kişilik bir Gürcü grup ile Çeçen grup buluyor; çoğu ölmüş. Bir Çeçen'i yaralı kurtarıp eve taşıyor, diğerlerini de tam gömecekken birinin kımıldamasıyla canlı olduğunu fark edip son anda hayatını kurtarıyor. Evin bir odasında, kuşun yarası iyileşmekte olan nefret dolu bir Çeçen yatmaktayken, yan odada arkadaşının intikamını almak için ayağa kalkar kalkmaz öldürmeye yemin ettiği Gürcü, uyanacağı şüpheli vaziyette ateşler içinde şuursuzca yatıyor...
Yaşlılara besledikleri saygıdan dolayı birbirlerini hayatlarını kurtaran dedenin evinde öldürmeyeceklerine söz veren iki düşman, iyileşme süreçlerinde karşılıklı ne tür müzikler dinlediklerini, neden topraklarını savunmaya mecbur hissettiklerini ve başka dinlere saygı duyduklarını konuşacak fırsatı buluyor. Derken insanlık öyle baskın geliyor, savaştan birkaç gün uzaklaşınca, Gürcü veya Çeçen olmak öyle anlamsızlaşıyor ki; intikama yeminli Çeçen'in Gürcü düşmanını korumak için onu eve gelen askerlerden sakladığına şahit oluyor, hatta bir gün eve baskın yapan Rus askerlerini, kendilerinden olduğuna inanmadıkları için vurmaya kalkıştıkları Çeçen'i korumak için Gürcü'nün öldürdüğüne tanıklık ediyoruz.

Şüphesiz savaş; çok anlamlıymış gibi başlayıp, insanların kendini kaybettiği ve artık neyin ne olduğunu hepten unuttuğu bir yerlerde sona eriyor...











1859

(26 TEMMUZ CUMARTESİ)

Ne güzel- biraz telaşlı ve çok terleten, ama bir yandan tadını belki de en iyi çıkardığımız bir yaz geçiyor!

Gündüz yine yetiştirmeye çalıştığım işlerin peşinde sırılsıklam koşturduktan sonra, sinemaya gitmek üzere Kadıköy'de buluştuk. Filme yarım saat kala biletlerimizi almış, yakındaki bir cafeye oturmuş ve siparişimizi vermiştik.

Hızlı hızlı birer bira içip bir şeyler yedikten sonra hemen salona girdik, hatta ilk cümleleri kaçırdık sanırım. 3 boyutlu gözlükleri takat takmaz bambaşka bir dünyaya ışınlanıverdik: bedenleri kıllı kalmış, fakat beyinleri epey hızlı evrimleşmiş maymunların insansı dünyası...

İlk filmden tanıdığımız karizmatik Sezar; epey ilerletmiş işler, aile kurmuş, bilge bir lider olmuş.

Tek eşli duygusal maymunlar mı görmek daha acayip, yoksa geçmişi hatırlayan ve geleceği hayal edebilen maymunlar mı daha ürkütücü, çözemedim.

Roketatarlarla at binenler ama kesinlikle korkunç!

Sanırım en sevdiğim sahne; iktidar hırsı bürümüş bencil Koba'nın insanlara ateşli silahları ele geçirmek için yaklaştığında maymunluk yapmasıydı. Maymun taklidi yapan zeki bir maymun...

Filmden çıktığımızda gözlerim yanıyordu ve Yeldeğirmeni tarafında bir tanıdığın barına yürürken sayıklıyordum: "Ape want kiss!" Ape want beer!" 

Maymun halimden pek hoşlanmayan erkek arkadaşım, kendini üniversite yıllarında evini paylaştığı adamın ufak ve sevimli barında boş bir sandalyeye atıp, Eskişehir anılarını yad etmeye daldı.

Güle eğlene eve dönerken maymunlar gibi şendik!

26 Temmuz 2014 Cumartesi

1858

(25 TEMMUZ CUMA)

Gün boyu stres halinde yetiştirmeye çalıştığım sıkıntılı acil siparişi bitirince, bu akşam kendimi kuzenimle buluşup birer schnitzel yemekle ödüllendirdim. Yanında biraz ergensel dedikodu, bir parça yaz tatili planları, bolca rahatlama...

1857

(24 TEMMUZ PERŞEMBE)

Sevdiklerimsiniz

Kadıköy'de 4 film alınca 1 tane hediye eden dükkanı seviyorum, yıllardır oraya 1 film sormak için uğrayıp onu bulamayınca 5 tane başka filmle çıkmayı seviyorum.

Moda'ya doğru çıkarken solda köşe başındaki Eyfel ve İnci pastahanelerinin tereyağlı kruasan ile mahlepli çatal kokularını çok seviyorum.

Yeni türeyen zincirsiz kahve dükkanları ve dilim pizzacıları ile kendi dokusunu yaratan Kadıköy'ü hep seviyorum.

Akşam ince kabuklu taze patates, büyük istiridye mantarı, kocaman kırmızı erik ve birkaç kutu bira alıp sabah ayrıldığım eve, yanına gelmeyi ve birlikte yemek yapmayı çok seviyorum.

Bana yaptığın yemek olan mantar dolmasını; önce soğanı, sonra kırmızı ve yeşil biberleri küçük küp küp doğrayıp kavurarak, en son içine mantar saplarını kıyıp bir paket labne atarak hazırlamayı, özellikle de içine dudaklarımızı yakacak bir büyük kurutulmuş chilli doğramayı pek seviyorum.

Yemekten sonra üstümüze çöken ağırlığa biranın getirdiği uyku da eklenince sevişmeden uyuya kalmaktan korkmamızı en çok...

1856

(23 TEMMUZ ÇARŞAMBA)

Epeydir uğramıyorduk-bu akşam erkence gitmeye karar verdik; zaten yakınımızdaydı Piraye Taş Plak...
50lik karaf istedik, birkaç meze beğendik tepsiden. Ciğeri en güzel buranın.

Atomu bitiremeyince "Hepsini hanımefendiye koyun" dedi sevgilim, güldük. Adım çıktı bir kere!

Eve hafif sallanarak ve terleyerek döndük. Yamyam Kızları seyretmeye başladıysak da yarısına getiremeden uykuya daldık...

Bu arada- filmlere abuk isimler takmaya bayılıyorum; Havuzlu Kadınlardan sonra şimdi favorim: Yamyam Kızlar.


23 Temmuz 2014 Çarşamba

1855

(22 TEMMUZ SALI)

Eve dönüş; sevgilinin öpücüğü ve Caddebostan...


1854

(21 TEMMUZ PAZARTESİ)

Dönüş yolculuğundan önce, Küçük Çakıl'ın serin sularında 1 saat yüzme...
Gün boyunca beni ferah ve zinde tuttu, molalarda soğuk su ve ayranla desteklenince Kaş-Antalya yolu virajları rahat atlatıldı...
Otogar'da çay molası gülmekten gözlerimizi yaşartan şaşı amca fotoğrafıyla aklımızda kaldı...
Hava alanının boşluğu bekleme süremi kısaltıp bir tost yanına kahve almamı epey kolaylaştırdı...
Uçak yolcularının yarısından fazlasını oluşturan çocuklar kümesinde; sayabildiğim kadarıyla yetişkin başına 1 tane düşse birkaç tane artacak kadar kelle vardı...
Kalkışta hep bir ağızdan çığlık atmaya karar veren çocuklardan sonra, doğurma planlarımda bir adım geri attım diyebilirim. "Nasıl dayanıyor anneler çocukların ömür törpüsü hallerine?" diyordum geçen gün arkadaşıma, "Allah sabrını veriyor." dedik sonra, oruç tutar gibi.

Bavulumu alıp hemen çıkışta E11'e atlıyorum, Yeni Sahra'ya kadar her şey normal. Yeni Sahra üst geçidi altında taksi beklerken tam arkamdan gelen Tak!Tak!Tak!!! sesleriyle irkiliyorum. Herifin teki elinde silah sıka sıka koşuyor. Peşinden ciyak ciyak bir kadın...

Az ileriden birkaç el daha silah sesi yankılanıyor, yanında otobüs bekleyen insancıklar köprü altına kaçışıyor. Ben elimde bavul, sırtımda çanta kalakalmışken tam önümde gri bir Doğan/Şahin duruyor. Az önceki herif silahıyla koştur koştur arabaya binip hızla kaçıyor.

Ulan İstanbul-hoş buldum!

1853

(20 TEMMUZ PAZAR)

Evet- kabul etmek istemesek de bu gece son.
 Bugünü Hidayet'in Koyu'na ayırdık. Bu kadar zorlayıcı olduğunu bilsek belki de tercih etmezdik; zira minibüs bizi tepede bıraktığında denizi göremeyişimden de anlaşılacağı üzere, epeyce bir yolu kıvrıla kıvrıla inmek zorunda kaldık. İnişi neyse de, bu son güne bastıran deli sıcakta çıkışı nice olacak diye dertlenerek deniz kenarına vardık. Evet dedikleri kadar bakir bir yer, kabul fakat; yere sereceğimiz plastik matlar feci pis, etraftaki plastik sandalyelere oturmadan ayakta yemeyi tercih ettim aşırı biberli patatesli gözlememi, öğlen 1 saat sıra bekledikten sonra, ayrıca zeytin ağaçları altında yatmak hoş olsa da, tam gölge sağlayamadığından epeyce yanıyorsunuz ve başınıza Güneş geçebiliyor...
Yine de pürüzsüz denizi korurcasına sarmalayan bu küçücük koy pek sevimli, tertemiz ve berrak. Öğleden sonra sağlam sıcak basıyor, bir yandan da tepede kara bulutlar toplanıp gök gürlemeye başlıyor-acayip bir hava! Antalya'nın başka ilçelerine yağmur yağarken burada ılık denizde yüzüyorum. Döne döne kitap okumaya çalışıyorum ve yine 5 saat uykuyla durduğum 5. gecenin ertesinde uyuya kalıyorum...
Nasıl tırmanacağımızı hiç bilmediğimiz o dolambaçlı ve upuzun yokuşun başında, yola çıkmakta olan bir araba fark edince bir umutla yaklaşıyoruz. Meğer onlar da bizi bırakmayı düşünüyorlarmış zaten-iki Yasin. Dondurma ısmarlamamız karşılığında bindiğimiz arabada sohbete nereden geldiğimiz ve ne kadar kalacağımızla başlıyoruz, ne iş yaptığımızla sürüyor...

Bira dondurmadan daha iyi bir seçenek-Derya Beach'te çalışan tanıdık barmenin yanına oturup birer tane söylüyoruz. Biradan evvel soğuk bir duş beni uyandırıyor, biraz da tütün sarınca keyfim tam yerine geliyor...
Son günü çarşıda gezerek tamamlıyoruz; takılara, çantalara, hediyeliklere bakarken vakit geçiveriyor. Meydana oturduğumuzda gözlerimiz kapanmakta yorgunluktan, yine de otele dönmek gelmiyor son gece insanın içinden. Bu sırada arkamdan yanaşan bir çocuk, beraber dans etmeye gitmeyi teklif ediveriyor. Yüz vermeyince kayboluyor.

Peşinden çok daha komik arkadaşı gelip muhabbete başlıyor; bizi epey eğlendiren bu"dürüst goygoycu" neden bu kadar ciddi durduğumuzu, meydandaki Atatürk heykeline niçin bakıp durduğumuzu ve arkadaşını neden terslediğimizi sorup duruyorken; anında uydurduğumuz her yalana inanıverince 30küsür yaşlarında, evlenip boşanmış bir sanat tarihi öğretmeni olup çıkıyorum bu gece-üstelik eski kocam da hemen karşıdan geçiyor!

İyi güldük, sağolsun. Kaş Camping'i ondan öğrendik. Goygoy dilimize takıldı. Bir de tabi;"kafa yapan" türlü otları bize satmaya çalışan teyzeler şahaneydi. "Çeğne çeğne-kafa yapar-kenevir!" Çocuk da cidden ilgilenir gibi oldu bir ara, paketi 5 lira ne de olsa! "Bu da kafa yapar bah-haşhaş!"

Absürd komedi tadındaki meydan muhabbetinden kalkıp yine bizim bara geçtik. Epey alıştık vallahi!

Haftanın her günü hemen hemen aynı repertuarı çalmaktan bıkmayan enteresan bir kafası var bu grubun. Zaten solist, bar sahibinin eşi; müdavimlerden ikisi davulcunun yeğeni, bir garson diğerinin kardeşi filan-aile ortamı! Köpeklerin en sevdiği bar; sahnenin ortasında, solist"Let Me Hold Your Hand" söylerken malak gibi mikrofonun dibinde yatan köpeğin sağır olduğundan şüpheliyiz.

Burada biz çok keyifliyiz!

1852

(19 TEMMUZ CUMARTESİ)

Rüzgar biraz dinince denize Küçük Çakıl tarafındaki beachlerden girmeye fırsatımız oluyor.
Hafta sonu epeyce kalabalık, tam da sezon...

Hava geldiğimiz ilk günlerdekinden daha sıcak, dün gece incecik sırtı tamamen açık elbisemle bile terledim.

Mavi&turuncu kadar güzel anlaşan iki renk var mı?

Otelimizin sahibi çok tatlı bir adam, bize bir şeyler anlatıp duruyor, nerelerden denize girebileceğimize dair tüyolar veriyor her sabah.

Bugün sonunda kitabımı elime alabildim, yine fazla okuyamadım-burada olmak öyle güzel ki! Sesler, esinti, deniz havası, karşıda Meis adası...

Bu keyif de olmasa, zaten deli gibi tempoyla çalıştığım haftanın ardından yorgun çıktığım bu kısa tatilde her gece sabahlamaya dayanmak zor gelebilir... Hemen her gün biraz yüzdükten sonra uyuya kalıyorum, her sabah kulaklarım çınlayarak ve burnum tıkanmış, fena akşamdan kalma uyanıyorum.

Öğlenleri genelde salata söylüyorum ve sabah kahvaltısındaki susamlı krakerlere bayılıyorum. Her sabah çıkan keke incir reçeli koyup yemek gibi bir adet geliştirdim ki; İstanbul'da özlerim.
Denizden yukarı çıkarken DeJavu'da 2 bira molası vermek çok hoşuma gidiyor. Akşam güneşi vurunca biraz sıcak olsa da, buranın kitlesi güzel. Mesela; kuşlu zıbını içindeki dünyalar tatlısı bebeğini oyalayan dövmeli ve küpeli cool baba...
Kaş'ta gece alternatifleri pek fazla değil; Mavi'de takılmaca, sabahlayacaksan meydanda içmece, kokteyl denemek için Deli Bakkal, naif ve tanıdık müziğiyle eğlenmek için HiJazz, daha cool mekan ararsan ve Kaş'ta tanıdıklara rastlamak istersen Echo, bir de benim pek hazzetmediğim club mıdır Türkçe pop çalan acayip bir bar mıdır ne idiğü belirsiz RedPoint.

Biz Deli Bakkal'da birer kokteyl/shot yaptırıp hemen arkadaki HiJazz'a geçmeyi seviyoruz. Amca kapı önündeyse her şey yolunda-içeri giriyorsa herkes havasını bulacak demektir, eğer kalkıyorsa mekan kapanıyordur.

Bizim okuldan 89 mezunu pek tatlı, güleryüzlü bir adamla tanışma şansımız da oluyor burada. Çalışmaya ihtiyacı olduğunu sanmadığım, 40larının sonunda bir garson. Hep sorun çözen, herkese yardımcı, her dem mutlu hali insanın içini ısıtıyor. Biraz sohbet edip MimarSinan'dan ortak tanıdıkları bulmaya çalışıyoruz.

Barmen sağolsun; bize her gün az daha indirim yapıyor. 15tl.lik cin-tonikleri 10tl.ye düşürdük. Kadıköy'den tanıdık barmen arkadaşa rastladık da, sohbetler uzadıkça uzuyor...

Kapı önünde meyhaneye adını veren, resmi tepede asılı Hayta'yı severek yeni gelenleri izliyor, arada sohbet ediyoruz...

1851

(18 TEMMUZ CUMA)

Bugün Limanağzı'na gitmeye karar veriyoruz.
Bir tekneye atlayıp ön tarafa kuruluyoruz ve dün geceden aklımızda kalan şarkıları mırıldanarak püfür püfür kısa ama çok ferahlatıcı bir deniz yolculuğu yapıyoruz...
Limanağzı'nda 3-4 tesis var sanırım; Nuri'nin Yeri epey kalabalık ve biraz daha çocuklu-biz sessiz olan LaModa'yı tercih ediyoruz. Denizin üzerine kurulmuş ahşap platformdaki şezlonglara kurulup biraz dinleniyoruz.

Arkamızda yatan Amerikalı çifte çok gülüyorum; kadın durmadan konuşuyor, tatile çıktığına ne kadar sevindiğini farklı seslerle ifade edip duruyorken adamın çıtı çıkmıyor. En son bunalan adam denize atmaya karar veriyor kendini, bu kez de kadın dubaların yakınına gitmemesi için uyarıyor-tam bir çift!

Su çok berrak, tertemiz ve durgun... Hava fazla bunaltıcı değil, serince bir esinti var. Yanımda getirdiğim kitaplara hiç kendimi veremiyorum ve hep mizah dergileri okuyorum.

Önce kulaklarım, sonra tüm bedenim ve resmen ruhum dinleniyor burada. Gözümün görebildiği tek şey; mavi ve yeşil.

İskoçya'dan gelen ödüllü aşçıları olduğunu iddia ettikleri genç şefin hazırladığı hellimli pesto soslu tosttan söylüyoruz. Bir birayla gündüz iyi gidiyor.

Dönüş yolculuğu yine çok güzel; akşamüstü güneşine gözlerimizi kısarak bakarken mutlu şarkılar söylüyoruz...
Yemek için çok özel bir yere gitmeye gerek duymayıp pizza paylaşıyoruz bu akşam. Fazla yemek istemediğimiz gibi, fazla içesim de yok aslında.

Echo'da blues konseri olduğunu duyunca bir uğrayıp ilk 3-4 şarkıyı dinliyoruz ama; bizi açmıyor. Daha başlangıçta, üstelik mekanı dolduramamış olan grup, her şarkıda doğaçlamaya girip nakaratları dinleyiciye söyletmeye kalkınca sıkıcı oluyor.

Eski bir deve ahırından bozma Echo; bahçesi popüler bir buluşma noktası olan iyi bir jazz-blues bar. Uğur Polat'la buraya girerken karşılaştık yanlış hatırlamıyorsam...

Çıkmadan önce tuvalete uğrayalım derken, eski erkek arkadaşımın ablasına rastlayıp ayaküstü biraz muhabbet ettik.

Meydanda oturup biraz votka içelim dedik, fakat ben pek havamda değildim bu gece. Önceki uykusuz ve bol alkollü gecelerin yorgunluğu vardı üzerimde, sabah kafam kazan gibi uyanmıştım.

Yanımıza yaklaşmaya çalışırken salak salak gazete-çakmak vs. isteyen asosyal çocukla epey dalga geçtik bu arada! Ne mallar var yahu.

HiJazz'a uğramazsak olmaz. Artık hasır şapkalı çapkın amca gibi biz de müdavim olduk.


1850

(17 TEMMUZ PERŞEMBE)

Güne taze bir kahvaltıyla uyanınca, bizim tarafın yine çok dalgalı olduğunu fark edip civar koylardan birinde denize girmeye karar verdik. Bu sabahki durak Akçagerme plajı...

Burası turizm otelcilik öğrencilerinin işlettiği, ucuz bir aile plajı. Kaş havası pek yok ve bu aralar hiç istemediğim çocuk sesleri var ama, deniz ılık ve durgun. Dileyen çakıldan, dileyen iskeleden girebiliyor. Hoşlanmadığım tarafı elbette beach konforuna alıştıktan sonra biraz dip dibe şezlonglarda yatmaktı...
Güzel tarafıysa; etrafta komik hayvanların dolanması.

Öğlen hamburger yerken ekmek parçalarıyla beslediğimiz tavuklar, vakitsiz öten horozlar ve hep birlikte anide harekete geçen kazlar... Erken olgunlaşmış narlarla dolu ağaçlar, arada bir meleyen güzel keçi, bir de bize pek yanaşmayan ama damlara tüneyip çok çirkin öten tavus kuşları!
Küçük Çakıl gibi püfür püfür olmayan bu koyda, rüzgar da ılık estiği için hava biraz bunaltıcı geldi bana...

Akşamüstü geri dönüp otele girmeden önce DeJavu'da bir mola verdik: gün batımını seyrederken soğuk bir bira...

Duş alıp hazırlandıktan sonra vakit kaybetmeden meydana indik, birer pide söyledik. Burada her yemeğin porsiyonu çok büyük ve çarşı etrafındaki hiç bir mekan ucuz değil...

Klasik olarak Mavi'ye bakalım dedik önce, birer cin-tonik söyledik. İlk gelişimize göre epeyce dolmuştu ortalık ama, pek de enteresan tipler göremedik. Yabancıdan fazla yerli turist olması ve yaş ortalamasının düşmesi dikkatimi çekti yalnız...

Buranın en özel kokteyllerini vaat eden tatlı Deli Bakkal Likörhanesi'ne uğradık ardından. Armut-tarçın shotları çok hoşmuş, fazla tatlı da değil. Biraz vakit geçirirken, arkadan gelen blues tınılarına kulak verdik. Kısa zamanda zaten, duyan gelmeye başlayınca sırtımızı dönüp oturmuş olduğumuz barın önü dolmaya başladı.
Çok sevimli bir ara sokak köşesine konuşlanmış HiJazz, haftanın her günü canlı müzik çalan Irish pub havasında ufak ve çok samimi bir mekan. 

İlk geceden alıştık ve çok eğlendik; Beatles, Elvis parçalarına geçilmesiyle rock'n'roll dansları başladı ve bardakileri birbirlerine daha da yakınlaştırdı.

Barmenle bir iki sohbet edip, şarkılara eşlik ederken, İstanbul'daki mekan gibi burada da bir yer edindik, diye düşünüp güldüm.
Bar önü sandalyesi hiç değişmeyen hasır şapkalı Hawaii gömlekli amcanın her gece bir başka kadınla dans ettiğini o gece öğrendik. 

Tanıdık müziklere denk gelince sevinip rahatlayan ve komik komik dans eden İngiliz orta yaş sütü turistleri seyrettik. Arkamızda sarmaş dolaş dans ederken arada şarkı sözlerini çeviren ve sürekli öpüşen romantik çiftle dalga geçtik. 

Kırmızı çiçekli çingene eteğimle kendimi tam da olduğum gibi, olmak istediğim yerde hissediyorum...

22 Temmuz 2014 Salı

1849

(16 TEMMUZ ÇARŞAMBA)

Yolculuğa çıkarken illa ki bir son dakika etek tutuşması olur.

Sabaha karşı 4te uyanıp kafamız ayılmadan yollara düştük, İstanbul uyanmıştı bile...

Çok sevdiğimiz bu şehri bu sabah terk etmekten mutluyduk, hava alanına vardığımızda kalabalığa şaşarak bekledik.

Hava ağarırken uçağımız havalandı, terleten telaşı geride bırakarak Antalya'ya uçtuk.

Antalya hava limanından otogara, otogardan Kaş istikametine arabalara bindik indik. Molalarda ayran ve bol su içtik.

Güneş yükselmiş, etraf kızmıştı çoktan. Kaş otogardan pansiyonumuza bavullarımızı çeke çeke ulaştığımızda bayılmak üzereydim.

Neyse ki; dev bir kase ton balıklı salata beni kendime getirdi...
Bir duş alıp yerleştikten sonra soluğu Küçük Çakıl tarafındaki mekanlardan birinde aldık, fakat acayip dalgalıydı, denize girmek mümkün değildi.

Ahşap platforma vuran sert dalgaların hafifçe ıslattığı şezlonglara uzanıp gazete okurken kısa, tatlı uykulara daldık...

Akşam yemeğini Tzatziki Meyhane'e yemeye karar verdik; sevimli bir anne-kızın işlettiği, çarşının kalabalığından yukarıda sakin, hoş bir yer...

Mezelerden yoğurtlu kırmızı biber, acı yeşil biber, deniz börülcesi, levrek marin, patlıcan söğürme ve cevizli kabak-havuç seçtik.
Bir şişe roze şarap açtırıp sohbet ederek keyfini ala ala, yavaşça yedik. Ardından etrafa şöyle bir bakmak için, kimler gelmiş, insanlar ne yapıyor diye, meydanda dolaşmaya indik.

Sanırım en güzel uykuya ilk gece daldık...

15 Temmuz 2014 Salı

1848

Yeni crazy pink rujum ve mavili bikinimle yeniden tatile hazırım!!!

14 Temmuz 2014 Pazartesi

1847

1 Gün

Sabah biriktirdiğim gazeteleri okuduğum, gündüz hızlı ve verimli çalıştığım, akşamüstünü bakımlara ayırıp pedikür yaptığım ve akşam vakti MR'a girdiğim günün gecesine acaba neler sığdıracağım...?

13 Temmuz 2014 Pazar

1846

Daha

...Tam da kahvaltıda yenebilecek artık her çeşidi yaptık, derken...

3 yumurta, yarım litre süt, az kabartma tozu, bir çimdik tuz ve aldığı kadar unla hamur hazırlayıp; önce incecik krepler döktük bir tavaya, ardından kalana acıbadem aroması ekleyip waffle yaptık.

Kırmızı biberleri halka doğrayıp, domateslerle zeytin yağında kavurduk, misler gibi reyhan yaprakları attık, eriyince kokusunu buram buram yayan muhteşem tulum peyniri ufaladık.

Tuzlu kreplerimizi bu harçla sarıp, tatlı wafflelarımıza Nutella sürüp sürüp afiyetle yedik.

Dün geceden kalan filmimizi sonunda bitirdik. (Masum ve zayıf kadın, kocası ile dominant metresini hapse attırmak için planlamış aslında bütün bu oyunları...)

Bir daha görüşmeyecekmişiz gibi seviştik.

...Tam da daha güzeli olamaz, derken...

1845

(12 TEMMUZ CUMARTESİ)

Barba Yanni'nin gerçek yerinde bir şeyler yemek için güzel bir akşam, dedik, hava kapadıysa da ılık ve esintili hoş bir yaz akşamı idi...

Burgaz'a geçen motorlardan birine atlayıp adaya gidenlerle birlikte deniz havasının tadını çıkardık, kalabalığın yanından sahilde biraz ilerleyip ramazana ve tatile rağmen dolmuş meyhanelere baktık...

Oturacak yer bulamayınca hiç canımızı sıkmadık, biraz dolanıp ters-öz-çekim deneyleriyle eğlenerek yarım saat geçirirken iyice acıktık...

Cumartesi akşamları genelde kaotik geçtiğinden; ne servis hızlı olur, ne bira yeterince soğuk gelir, pek tercih edilmez aslında o kalabalık müşteri kitlesinden ikisi olarak bir kenara sıkışmak...

Yine de adada yaz akşamları bambaşka-kaçırmadan hemen kaptık boşalan bir masayı ve istediğimiz mezeleri art arda sıraladık: köz patlıcan, Girit usulü patlıcanlı kırmızı biber, peynir dolgulu acı biber turşusu, levrek marin bittiği için mecburen fesleğenli mezgit marine ve adalarda keşfettiğimiz midye salma...

Fazla içebilecek gibi hissetmediğim bir akşamdı, ertesi sabahı da mahvetmeyelim diye bira söyledik ve beklediğimiz gibi yeterince soğuk gelmedi...

İlk uğrayışımızda bizi geri çevirmek zorunda kaldıkları için mahçup olan garsonların bize fazladan ilgi alaka göstermeleri pek hoşumuza gitti, bir dahaki sefere dertleşmek üzere mekandan ayrıldık...

Gece yarısına kalmadan direkt Bostancı'ya bir motor yakaladık, beklerken tam karşımızdaki dolunayı seyrettik ve arada çakan şimşeklere bakarken keyifle ürperdik...

Motorda sarılıp otururken, dolunayda kurtkadına dönüşme sürecine girmiş olacağım ki; deliler gibi korku filmi seyretme, gotik öyküler okuma krizine girdim ve yoksunluk belirtileri göstermeye başladım...

Otobüs beklerken İstanbul'un en iyi dondurmacısından bir çilekli bir kayısılı top aldım, mis gibi kokusunu yaladım...

Ne yazık ki; hızlı hayat tempomuzdan ve sıcak çarpmasından olsa gerek, eve vardığımızda seyretmek için ölüp bittiğim filmin sonunu getiremeden uyuya kaldım...










11 Temmuz 2014 Cuma

1844

20. yüzyılın ortasında, Avrupa'nın orta yerinde...

Ulaşmaya ant içtiğimiz "Gelişmiş medeniyetler" seviyesinin tam da göbeğinde...

Kurban bayramını tiksintiyle karşılayan, hayvanların ortalık yerde kesilmesine razı olmayan ve akşam yemeğinde et yemeyi seven Avrupalıların gözleri önünde...

Koç yahut koyun olmayan binlerce kurbandan biriydi...

Dünya seyrederken, uluslararası barış güçleri "güvende" olduğunu ilan ederken, korumaya gelen askerler kenarda beklerken...

Sülalesi ve neredeyse bütün milleti katledildi.



1843

(10 TEMMUZ PERŞEMBE)

Yaz yemekleri balkonda geç yenir.
Yaz denince aklıma kızartma gelir. Dondurmadan önce, hatta karpuz-peynirden bile önce...

Geçen gün biz de sıcak altında yürüyüp taban patlattıktan sonra pazara uğradık, domates-biber-patlıcan ile patates, reyhan, sarımsak aldık. Gerçek tarifi son derece şaibeli olsa da, biz bildiğimiz gibi, şakşuka yaptık.

Küp küp doğradık sebzeleri, sırasıyla patatesleri, biberleri, bir tarafta patlıcanlarla kabakları kızarttık. Sonra hepsini bir büyük tavaya alıp üzerlerine mis gibi reyhanlı domates sosu kaynattık. Tabaklarımıza doldurup sarımsaklı yoğurt döke döke yedik.

Daha büyük mutluluk düşünemiyorum....

Yaz kahvaltıları, önceki gece çok geç yatağa girilmiş olduğundan öğlene doğru mahmur gözlerle edilir. Hava sıcak olsa bile illa ki çay harareti aldığı sanılarak içilir, muhakkak haftada  menemen yapılır...

Ertesi sabah kalan domates sosunu menemene kattık, önce 1 yumurta kırıp karıştırdık, sonra 3 tane daha kırdık. En özel misafirler için saklanan kurutulmuş acı biberlerden doğradık ve pideyi bandıra bandıra yedik.

Sanırım bütün yaz klişelerini tamamladık-bizden mutlusu yok artık!


1842

(09 TEMMUZ ÇARŞAMBA)

Temmuz'un acımasız sıcağında kendimizi yollara attık, Edirnekapı'ya çıktık...
Kariye'nin etrafından epeyce dolandıktan sonra saklı bahçe misali, etrafı yeşil çevrili küçük avluyu bulduk. Masada bir adamla iki kadın oturmuş aheste sohbet edip çay içiyorlardı, bir yandan art arda çocuklar giriyordu.

Burası Barış İçin Müzik Vakfı. Mahallenin yoksul çocukları ile yakın civardan gelen çocuklar müzik, İngilizce eğitimi alıyorlar. "Türkiye'nin El Sistema'sı" olarak anılan bu vakıf; çocukların birini diğerinden ayrı tutmadan hep birlikte 95 çocuktan oluşan orkestrasıyla konserler veriyor, yurt dışından gelen benzer gruplarla yaz kampları düzenliyor. Hatta geçenlerde EkşiFest'te Sattas konserinin son 2 parçasına çok tatlı eşlik etmişlerdi...
Biz de bir belgesel projesi konuşmak için ziyaret ettik; birer çaylarını içip, bol şans dileyip böyle insanlar olduğuna sevinerek ayrılıyoruz. Edirnekapı sokakları pek hoş, pek de sıcak. Ramazan olmasaydı Fatih'te Büryan yerdik...

Onun yerine Beyoğlu tarafına geçmeye karar veriyoruz, Ayhan Işık sokaktaki pilavcıya kendimizi zor atıp hemen birer kavurmalı pilav, ortaya da kuru söylüyoruz. Ayranlar sodalar hararetimizi almaya bir türlü yetişmiyor...
Akşamüstü bir kitap evinden arkadaşımın yeni çıkan eğlenceli kitabını alıyoruz Emrah Serbes'in Deliduman'ının yanında. Bir zamanlar Bade olan mekana oturup birer bira söylüyoruz. Hala amansız bir sıcak...
Eve dönerken vapurda bendir çalan bir çocuğun türküsüne eşlik ettim: "Drama köprüsü bre Hasan.. Dardır geçilmez bre Hasan... Soğuktur suları Hasan.... Bir tas içilmez..."


1841

(08 TEMMUZ SALI)

O değil de- ben hafta başından sonuna kadar yazmayı nasıl unuttum...?

7 Temmuz 2014 Pazartesi

1840

İnsan sağlam girer hata çıkar bu hastanelerden!

Doktor olmadığıma çok memnun olduğum ve doktorların, hele de ülkemizde, pek Dr.House'a benzemediğini hatırladığım bu sıkıntılı günün ilk yarısını; nöroloji muayenesi ardından EEG çektirerek geçirdim.

Bunaltıcı sıcakta takıldığımız Ümraniye trafiği yetmezmiş gibi; bir türlü çekilemeyen EEGnin 3 defa tekrarlanmasıyla kafayı yedim.

Saç diplerime yapışan onlarca acayip parçacıkla tiftik tiftik vaziyette kendimi odadan dışarı attığımda, öğlene kadar aç susuz olduğumdan biraz da fazladan sinirliydim.

Kapıdan çıkar çıkmaz paramızla Çin işkencesine maruz kaldığımız bu lanet hastane ortamını üstümden atıverdim. Gidip saçlarımı bir güzel yıkattım ve bakım yaptırdım, hafifledim.

Sırada kardiyoloji, MR ve şeker var... Sabrım müsaade etmezse ölmeyi seçebilir miyim?
Teşekkürler.

6 Temmuz 2014 Pazar

1839

Aşırı mutlu çikolata muzlu harikalı heyecanlı gülücüklü öpücüklü pazar kahvaltılarımız devam ediyor!