31 Mart 2015 Salı

2107

31 Mart Olayları, Türkiye

Bu sabah elektrikler kesildi, akşama kadar gelmediği için hayat her yerde aksadı.
Akşamüstü Balyoz davası sanıkları tahliye edildi; bir zamanlar "Ülke kalın bağırsaklarını temizliyor." diyenler bok oldu.
Öğleden sonra adliyede Berkin'in davasına bakan savcı rehin alındı ve saatlerce kurtarılamadı, sonunda eylemcilerle birlikte o da öldü.
Geceye doğru haber aldık ki Selimiye kışlası yanıyor.
Yurdumun bereketli gündemi yine bize işe güce konsantre olma fırsatı vermiyor!


2106

(30 MART PAZARTESİ)

Yine umuda tutunduğumuz günlere döndük!
Hayat hep böyle olacak; asla sağlam değil altımızdaki toprak, ama biz de uçurumda açan çiçek gibi güzeliz- değil mi?

30 Mart 2015 Pazartesi

3607

(29 MART PAZAR)

Bugün saatlerin ileri alınmasıyla kahvaltıdan sonra oyalanmadan evden çıkıp karşıya geçtik; Cevahir sahnesinde Çöl Fırtınaları oyununa biletimiz vardı.
Selahaddin Eyyubi'nin Aslan Yürekli Richard ile karşı karşıya gelişini anlatan, 12.yy'da 3.Haçlı seferleri döneminde geçen tarihi bir oyun...
Baslangıçta öyle bir sis bastılar ki ağzımızı burnumuzu örtmek zorunda kaldık, önlerdeki yerimizden sahneyi görmek zorlaştı. Oyun boyunca yüksek sesli efektler ve sis bolca kullanıldı, atmosfer yaratmakta başarılı bir sahne tasarımı olmuş; dekor etkileyici ve kostümler yerindeydi.

İngiltere Kralı I. Richard rolünde Artur'dan komşumuz Celal Kadri Kınoğlu'nu görmek bize tatlı bir sürpriz oldu; Selahaddin'i canlandıran Tolga Evren de müthiş bir kasttı-daha iyisi düşünülemez. Üniversitedeyken Cennetin Krallığı filminde bu öyküyü izlemiştik; oradaki Selahaddin performansının da etkileyici olduğunu hatırlıyorum.
Haçlılar'a karşı zafer kazanan, Kudüs fatihi olarak anılan büyük Kürt hükümdarı Selahaddin'in merhameti, adaleti ilke edinmiş karakterine vurgu yapan oyunda; annesinin dolduruşuna gelen İngiliz kralının acizliği ve barbarlığı öne seriliyor.
İntikamdan yana olmayan, fethettiği yerlerin halkına yaşam hakkı tanıyan ve kitap ehli dinlerin mabetlerine dokunmayan Selahaddin'e karşılık Richard, gözünü kan bürümüş bir cani-esir alınan kadın ve çocukları dahi öldürtüp karınlarının deşilmesini emrediyor; yutmuş oldukları değerli taşlar varsa çıkarılsın diye.
Kudüs'ü almayı başaramayan Richard bir hayal kırıklığı olarak vatanına geri dönerken Selahaddin evinde sessizce öldüğünde 55 yaşındadır. Bundan neredeyse 1000 yıl evvel kısa bir süre de olsa herkesin barış içinde yaşadığı Kudüs'ün, Ortadoğu'nun bugünkü halini gösteren bir temsille oyun sona eriyor: Batının sömürmekten bıkmadığı bir virane...

Bugün Doğu'yu küçümseyen Batı'nın asıl canavarın ta kendisi, barbarın önde gideni olduğunu söyleyerek bitiyor, doğru da söylüyor. Yüzyıllardır bu böyle gelmiş gidiyor; din adı altında çıkar uğruna, güç için yapılan kıyım bitmek bilmiyor.

2104

(28 MART CUMARTESİ)

Hindistan dönüşü telaşlı haftasonu devam ediyor; oradan oraya gidip geldiğim ve araya bir doğum günün çiçeği ile bir müşteri görüşmesi sıkıştırdığım bir gün!

Akşamı çok da alışık olmadığımız bir elit hava içerisinde Hilton Kozyatağı'nda karşıladık; mekanın en genç ve en neşeli masası olarak. Erkence bir doğumgünü için bir araya gelmiş okul arkadaşları ve kuzenler, birer değişik kokteyl söyledik. Benimki gerçi sıradan bir cin-tonikti ama, olsun. Cosmopolitan deneyen doğumgünü kızı mutlu oldu.
Şarkıların bazısı bana uzak olsa da, çalan grup keyifliydi; solisti olan çılgın kadın zaten sevimlidir. Kuzguncuk'tan birkaç tanıdıkla selamlaştığımız ve eski erkek arkadaşımın eski ev arkadaşını gördüğüm geceyi hafif dansla bitirdik. Fazla kudurmadan, Hilton'a yakışır şekilde.
Gerçi solistin turuncu saçlı ablası turuncu elbisesi ve turuncu çoraplarıyla tam seyirlik bir dans sergiliyordu. 40larını ve hatta 50lerini devirmiş kadınların böyle umursamazca eğlendiklerini görmek güzel!

Arada hoş şeyler de dinledik: I'm no Good, Rollin' On the River, Bad Romance bluesvari hafiften soul etkisiyle çalınınca eşlik ettik.

Ama her gece parti olmaz ki!

28 Mart 2015 Cumartesi

2103

(27 MART CUMA)

Mart sonu Nisan başı doğumgünleri silsilesi başladı; bu gece de erkence kutlanan bir tanesi ile karşınızdayız.
Kendimize iki kişilik partili bir doğumgünü eğlencesi planladık; daha doğrusu gelebilecek herkes bir takım bahanelere başvurunca ikimiz kaldık-gençlik ölmüş!
Bir süredir ihmal ettiğim Beyoğlu geceleri yine leş ve güzel, ama sanki yağmurluya çalan havadan sebep; fazla kalabalık sayılmaz. Meyhanelerde demlenenlere özenerek bakıyoruz Asmalı sokaklarından geçerken. Buralar ne çok değişti diye üzülüyoruz bir de her seferinde...
Ara sokaklarda yine alışıldık tipler; sanki erkekler daha mı hoşlar artık kadınlardan? Tipi tutmayan da sakal bırakmış...
Yeşil saçlı alternatif ergen modası türediğini gözlemliyoruz, bir de Türk kadını illa ki hafif tombik.
Babylon'da Radyo Eksen partisi varmış; mekanlara girip çıkmaktansa orada takılalım diyoruz.
İçerisi henüz dolmadığından biraz yerimizi yadırgıyoruz başta; balkondan pist güllerini seyretmek daha rahat geliyor. Bir cin tonik daha söylüyoruz ve ortamdaki tiplemeleri inceliyoruz; köşede duran tatlı çocuk yanındaki kızla ilgileniyor, belli ki sırf ona yaklaşabilmek umuduyla gelmiş, ortada çılgın figürler sergileyen 3 kadın sanırım şu amcayla beraber bir şekilde, balkon çiftler bölgesi olmuş ve tüm kadınlar yanındaki erkeğe sımsıkı yapışıyor etrafa bakmasın diye.
Zira etrafta bizim gibi güzel 2 kız var.
DJler dans müziği çalıyor, coşkulu; lakin biz biraz hamlamış mıyız ne? Bir türlü tam havaya giremiyoruz.
Tanıdık şarkılardan cesaret bulup aşağı sahne önüne iniyoruz, başından beri dikkatimizi çeken kendi kendine dans eden çocuk da yanımızda bitiveriyor.
Çok imrenmiştim haline; tek başına nasıl keyifle dans ediyor- sanırım kafası çok iyi, demiştim. Bizim bu geceki meşemiz oldu resmen; onu izleyip gülüyoruz, ortamı şenlendiriyor.
Sigara molasını bahane edip kapı önüne çıkıyoruz; içerisi nedense çok boğucu. Nefes alalım derken o dans eden neşeli tip yanımıza gelip ateş istiyor.
Şu taktik de bi eskimedi!
Lafa giriyor bir şekilde, az muhabbet ediyoruz. O saatte geyik seviyesi çok derin olamıyor elbet; ama yine de eğlenceli insanlarmış. Tek başına değilmiş; arkadaşıyla karşılıklı dans ediyormuş ve yaşı gösterdiğinden küçükmüş. Gece çıkıp dans ederek rahatlamayı sevdiğini anlatıyor, arkadaşının evine o sabah hırsız girmiş ama o anlatmak istemiyor.
Sevimli insanlarla tanışmış olduk, içeride yine pek havaya giremeyince geceyi erkence sonlandırıyoruz.
Zaten meydana yürümek topuklularla işkence gibi; eve varış 2:30u buluyor.
Yine bir değişikli taksim gecesi!

25 Mart 2015 Çarşamba

2101

Hindistan'da 10 gün içinde kazandıklarım:

Sanırım önce sabır- tahammül sınırlarımı biraz esnetmem gerekti.
İkinci önemlisi kendime güven; burada tek başına gezebilmek bile bir güven gerektiriyor.
Açlığa dayanıklılık; muza talim.
Uykusuzluğa ve yorgunluğa mukavemet; Hindistan büyük bir ülke ve bir yerden bir yere gitmek epey uzun sürüyor.
Hastalığa karşı azim formülü: geceleri ateşlensem ve ağrı içinde kıvransam da sabah erken kalkıp  dışarı çıkmaya çalışıyordum.
Hijyenik olmayan ortamlara adapte olabilme yeteneği; epeyce gelişti.



Kaybettiklerim:

2 kilo
Gereksiz ön yargılar ve geleceğime dair endişeler; ara sıra resetlemek lazım!
Bir takım sosyal korkular; kalabalığın ortasında yabancı olmak gibi-buranın doğalı bu olduğu için kendiliğinden gitti.
Ayakkabısız sokağa çıkma tabusu-ki rüyalarıma girerdi.
İstanbul trafiğine ve şehrin hava kirliliğine duyduğum nefret-beterin beteri varmış.
Sokakta beni izleyen gözlerden duyduğum rahatsızlık; bağışıklık kazandım.




2100

(24 MART SALI)

Eve geri geldim!
Ama hala kendime gelemedim.

Bugün ben, insana en çok acı verenin memleketten ayrı kalmak olduğunu bir kez daha anladım.
Her ot toprağında bitiyor, şüphesiz. Uzak diyarlarda sürgün yaşamanın ağırlığını hayal edebildim bugün.

Burası çok güzel-her şeye rağmen en güzel!
Uçağa biner binmez peynir zeytin yedim, bir güç geldi. İstanbul semalarına girer girmez resmen yüzüm güldü. Bir daha o tuhaf kokuyu duymayacak olmak, her ne kadar eğlenceli geçse de beni çok rahatlattı. Bu geve yatağımda rahat uyuyacak olmak, yarın simit yiyebilecek olmak...

7 gündür bir ileri iki geri giden hastalığım bile geçiverdi.
Çünkü evimdeyim.

2099

(23 MART PAZARTESİ)

Sabaha karşı 4te uyanıp yollara düştüğüm bu gün; 7 saate yakın kıtalar arası uçak yolculuğu, 22kg.lık bir bavul ve 1 saati aşan bagaj bekleme süresiyle beni iyice tüketti.


2098

(22 MART PAZAR)

Hindistan'da son günümüzü biraz baharat ve yağ alarak değerlendirmek istiyoruz.
Akşamüstü de otelin terasında azıcık havuz keyfi ile dinlemek niyetindeyiz.
Ama Hindistan her zamanki gibi yapacağını yapıyor ve bizim planlarımızı umursamıyor; kendimizi milli müzeyi çarçabuk gezerken buluyoruz...
Zorlayan sıcak, türlü kokular, kalabalık yüzler, keşmekeş sesler, İstanbul'dan farklı bir havası olan ama aynı labirentin daha kıvrımlısını içinde taşıyan eşsiz şehir Delhi'ye veda ediyorum...

2097

(21 MART CUMARTESİ)

Ekinoks, aşk ve Hindistan!
Kime niyet kime kısmet!
Bambaşka bir diyarda; peyniri henüz keşfetmemiş çirkin ve naif insanlar arasındayız! Burada her şey mümkün; sokağa işemek ve tükürmek serbest, çıplak ayak gezmek hiç abes değil. Çıplak ayakla yürürken kazılmış, çamurlu sokaklarda inek pisliğine basmak da iğrenç sayılmıyor.
Yemyeşil dev parkları var; düz boş alanları fazla ve bu parklar şehrin belki de tapınaklardan sonra en temiz, en bakımlı yerleri. Kocaman rengarenk yıldız çiçekler, ve şaşırtıcı boylara varmış ateş çiçekleri her yerde, ağaçlar daha bir vahşi ve buralarda göremeyeceğimiz kadar büyümüş. 
Parklarda bolca sincap, yol kenarlarında sinsi maymunlar, her yerde domuzlar, genelde ana yollara çökmüş yatan öküzler ve ağaçlarda alıcı kuşlar, hatta arada baykuş görebilirsiniz.
Babür hanedan sülalesini ezberledik; burası da 16.yy. Babür şahı Hümayun'un mezarı.
Ağaç gövdeleri bizim Ege'nin zeytinlerinden bile daha dolambaçlı...
Her gün bindiğimiz metro istasyonu "JahangirPur" ile dalga geçiyoruz; buranın da Cihangir'i burası işte! Mimaride Türk-Moğol etkisi fazlasıyla fark ediliyor, Babür hanedanı sayesinde mezarlarda, anıtlarda hep Selçuklu motifleri, yıldızlı süslemeler görülüyor. Zaten TajMahal da bunun en mükemmel örneği.
Bu cumartesi, Bahai dininin modern Lotus tapınağını görmeye gittik. Sıcak başımıza vurmuş vaziyette uzunca bir kuyruğa girip ayakkabılarımızı çıkarmak gerekti. Bahailik, 19.yy. İran'ında ortaya çıkan yeni bir din ve kurtarıcı Mesih fikri etrafında şekilleniyor. Dünyanın her yanında tahmin edemeyeceğiniz kadar çok takipçisi varmış, şaşırdım.
Hayat zaten doğuda tamamen din ve gelenekler üzerinden yürüyor, bunu bir kez daha idrak ettik. Cemaatler sosyal grupları belirliyor ve ilişkiler bu yolla kuruluyor. Yiyecek ekmeği zor bulan bu insanlar nasıl daha fazla ara kazanıp hayat standartlarını yükselteceklerini değil de, mesela hangi tanrıya hangi bayramda ne sunmaları gerektiğini filan düşünüyorlar. 
Ha bir de en bombası; burada yabancılara bayılıyorlar! Turistlerle fotoğraf çektirmek isteyenler etrafımızdan ayrılmıyor, adeta bir fotoğraf için yalvarıyorlar biz de kıramıyoruz tabi. 
Neredeyse Afrika koşullarında, akıl almayacak derecede pis ve sağlıksız ortamlarda, ölmeyecek kadar para ile geçinen bu insanlar sanırım tanıdığım en neşeli insanlar!
Bu taşkın enerjiyle birileri bir şeyler yapmalı, gerçekten...

21 Mart 2015 Cumartesi

2096

(20 MART CUMA)

Varanasi beni hasta etti.
Nasıl neden oldu bilmiyorum; birkaç gecedir yükselip alçalan ateşim ve tırmalanıp yanan boğazım zaten yeterince yıpratıcıyken bu sabah sindirim sistemi kepenk kapattı.
Üstelik bazı aksilikler sonucu bu tekinsiz yabancı memlekette yalnız yolculuk edeceğim bugün...

Kıvrandıran ağrıları ve rahat vermeyen ateşi bir kenara bırakıp Sarnath'taki ipek fabrikasına uğradığım tatlı akşamüstünü hatırlayalım:
 

2095

(19 MART PERŞEMBE)

Sabaha karşı çıngıraklı müzik sesleriyle uyandık, yakınlarda bir ayin olmalıydı.
Varanasi cidden Hindistan için bile acayip bir yer!
Saat sabahın 4ü; şarkıları takip etme merakımız uykuya ağır bastı, kendimizi açılmayan gözlerle dışarı attık.
Bizi Ganj kenarında sabah ayinine götürecek bir 3tekerci bulduk.
Hava epey serindi, adamımız minicik ve her zamanki kadar komikti.
Yolda arabaya benzeyen tekerlekli tenekemiz bozuldu ve kestirmeden Ganj'a çıkan iğrenç kokulu karanlık bir ara yoldan pisliklere basarak yürüdük.
Kutsal nehir, gün doğumuna hazırlanırken merdivenlerinde envai çeşit tip yerini erkenden almıştı bile: sizi kıyı boyunca gezdirecek kayıkçılar, kendini rehber sananlar, bir köşede meditasyona duranlar, çiçek ve tütsü satanlar, yıkanmaya gelenler...
Ghat dedikleri nehrin yükselmesine karşı yapılan büyük basamaklar türlü kokudan geçilmiyor... Havada bir duman sanki; solunmuyor. Dedikleri kadar tuhafmış diye düşünüyorum.
Turuncu ışıklar altında ezici heybetiyle birbirinin üstüne binmiş Hindu tapınaklarının loş duvarları önünde rengarenk giyinmiş insanlar parlıyor...
Alınları beyaz boyalı korkunç adamlar yok edici tanrı Şiva'yı selamlıyor olmalı...
Peşimizden ayrılmayan kayıkçı bizi nehirde gezdirmekte ısrar ederken, karadaki çelimsiz rehberimiz Ganj kıyısında her zevke hitap eden bir tapınak olduğunu anlatıyor; kimi Ganeş'i(fil tanrı Ganesha) sever, kimi Şiva'yı, diyor. Bir Ganesha tapınağından ayin sesleri duyuluyor...
İstediğimiz tanrıdan başlayabildiğimiz bu deli dolu Hindu dinini neresinden tutacağımı şaşırıyorum. Bir adım yana atsam altımda tapınak var diye uyarılıyorum. Kısaca Varanasi'yi ayakkabısız baştan sona gezebilirsiniz öyle söyleyeyim. 
Bir tür yıkama/yıkanma ritüeli her inanışta var; vaftizdi abdestti... Soğuk suya donla girenleri tebrik ediyorum!

Ganj nehri kıyısında güneşi selamlıyoruz. Bu da kısmetmiş!
Bu gerçek dışı yeri terk ediyoruz...

2094

(18 MART ÇARŞAMBA)

Kendi başıma Hindistan sokaklarında maceraya daldığım ilk gün-hadi hayırlısı!
Bugün biraz daha iyi hissedince dışarı çıkmayı göze aldım ve Varanasi'nin tapınaklar bölgesine doğru yola çıktım.
Gerçi burası 3milyon nüfuslu ve kişi başına 1 tapınak düşen bir kutsal şehirmiş; yerlilerin dediğine göre.
Hindular, Budistler,Sihler ve Jainistler ile Müslümanlar ve Hristiyan azınlık bu şehirde iç içe; sokakların bir başında bir ortasında bir sonunda tapınaklar var...

Aklımda Sarnath Budist tapınağını görmek var; yakın sayılır.
Burası güzel bir bahçe içinde sakin bir yer, dev Buda heykeline uzanan yolda bir süs havuzu kenarında çiçekler var...
Yine benle fotoğraf çektirmek isteyen komik tiplerle karşılaşıyorum; yanyana poz vermek için birbirlerini itiyorlar! Defalarca aynı pozu vermekten sıkılıp durumun tuhaflığından utandıktan sonra kendi yoluma gidiyorum.
Dev Buda heykelinin altında yine Buda'nın hayatını anlatan rölyef ve heykelcikler var.
Daha sade ve sessiz bir tapınak burası; heykelleri çevreleyen metal demirlere sarı bayraklar üzerime yazılı dualar bağlanmış. Tibet-Nepal kültürü..
Yan tarafta asıl tapınak; cephesinde elini kaldıran Buda heykeli görüyoruz: şiddeti durdurmak için avuç içini bize doğrultan Buda...
Kapı önünde ayakkabılarımı çıkarıp içine giriyorum; soğuk mermer bir odacıkta yine büyük bir Buda heykeli duruyor.
Ayakları dibinde minik bir sunakta yakılmış tütsüler ve çiçek yaprakları var, insanlar birer ikişer bu gri odaya girip heykeli öpüyor.
 Dışarıda yine Buda'nın hayatının farklı dönemlerini betimleyen heykeller var.
Budizm bir dinden ziyade, disiplin sayılır; bir liderin öğretisi aslında.
Sarnath geyik parkı; Buda'nın aydınlandıktan sonra ilk dersini verdiği yer olduğu için kutsal kabul ediliyor. Tapınağın ilerisindeki geyik parkında bir stupa var, onu görmeye gidiyorum.
Geniş yemyeşil bir alana yayılan Budist kalıntılar arasında gezinirken derim nefes alıyorum...
 Birazdan stupa önünde çekik gözlü bir grup budist şarkılı bir ayine başlıyor...
Bu kadar Budizm bana fazla deyip, yakındaki Jain tapınağına yürüyorum. Yollar yine toz duman korna, iki yanda ne idüğü belirsiz tezgahlar...

öğleden sonra hepten bastıran pis sıcakta burası nefis serin bir vaha!
Deri eşya ile girilmeyen bu renkli tapınağın kapısındaki gönüllü bana Jainizm'in temel prensiplerini resimlerle anlatıyor: doğaya mümkün olduğunca yakın bir yaşam sürmek...
Jain olmak hiç kolay değil; vejeteryan olmak ve hiç bir canlıya zarar vermemek ilk şart. Sinek dahi öldürmek yasak zira sinekle aynı mertebedesin. Mümkün olduğunca tek parça beze sarınıp yayan gezeceksin; taşıma araçları yasak ve en ideali çırılçıplak dolaşmak. Yatakta değil hayvanlar gibi bir köşede uyuyacak ve asla hiçbir şeye sahip olmayacaksın.

Şiddetin en hafifini dahi yasak eden bu dünyanın en naif dinini saygıyla tanıdım. Aslında resmen; insanoğlu bir çim yaprağından farksız yaşamalı diyor; doğanın zararsız bir parçası olmalı...