29 Haziran 2013 Cumartesi

1465

(28 HAZİRAN CUMA)

Geçen gece, kendini cuma zanneden ve kısa kişisel tarihimize not düşülecek bir perşembe idi...

Gerginliğimizi atmak, birkaç bira içip rahatlamak niyetiyle gittiğimiz "her zamanki" mekanda, masamıza toplanan ahalinin sohbetiyle ihtiyacımız olandan fazlasını bulduk: tarih, sosyoloji, siyaset üzerine ülke ve hatta dünya kurtaran muhabbetler, bolca tütün yanında "paylaşılan" içkiler, oradan oraya atlayan ve bir türlü kapanmayan heyecanlı konular ile bu mevzuda söyleyecek mutlaka bir şeyleri olan, adeta birikmiş insanlar, yeni tanışılanlar yahut aşina simalar, farklı bakış açıları ile bazen bir başkası ağzından çıkan şaşılacak denli bize ait söylemler, Hatay'da ortaya çıkarılan mozaiklerde İsa'nın el uzattığı iskelet, habire sönen sarma sigara, Olimpos'ta bayılmayı önleyen buz gibi su kaynağı, Rum lafının asıl anlamı, bazı insanların hep "orada olması"nın nasıl rahatlatıcı oluşu...

Ardından bir rüyadan uyanır gibi aniden fırlama bir kuzen tarafından çekilip eve götürüldük, üstüne bir de sinir bozucu, fakat sinir bozuculuğu hoşumuza giden dizinin "adalet parkı" temalı bir bölümünü seyrettik.

28 Haziran 2013 Cuma

1464

(27 HAZİRAN PERŞEMBE)

Kadın

İçimde bir dünya var, dünya benim içimde
İçimde bir ağaç var, hatta orman içimde
İçimde sular seller, tufanlar, baskınlar
Yılanlar kıvrım kıvrım, dallar budaklar
Zehirli sarmaşıklar sarmış, ölümcül mantarlar
Hortumlar var içimde, yıldırımlı fırtınalar
Karabasanlar içimde, kıyametler, volkanlar
İçimde hayat var, ölümle kol kola dansa kalkmış
Fokurduyor, patlıyor, içim kendi içine çöküyor
İçimde bir boşluk var, uzay benim içimde





1463

(26 HAZİRAN ÇARŞAMBA)

Rüzgarlı ilk yaz havasında Moda tarafında sakin bir cafede arkadaşlarla oturduk akşamüstü, Moda her zaman, her ruh halinde güzel...

Gece ise değişik bir şey oldu; bir arkadaşım bizde kalmak istedi, geç vakte kadar balkonda sohbet ettik, düşündük, sorduk, cevapladık...

Sabahında elbette mükellef bir kahvaltı hazırlayıp, tembelliğin tadını çıkarmak için kahve falları baktık.


26 Haziran 2013 Çarşamba

1462

(25 HAZİRAN SALI)

Kayseri Düğünü

Uykusuz ve biraz huzursuz bir gecenin sabahında, uyanık olmaya pek de alışık olmadığım vakitlerde buluşup heyecanla yola koyulduk-yola çıkmak hep heyecan vericidir.

Trafikten bunalıp sonunda hava alanına vardığımızda sanırım 1 yıldır kullanmadığım çantamın varlığından haberdar olmadığım bir cebinden tirbüşon ile alır almaz kaybettiğim cep telefonu şarjı çıktı.

Uçakta verdikleri o minik bayat ekmekli sandviçi yiyecektik! Bunu sonra anladık...

Kayseri'de gelin evine konuk olduk önce; yemek kokuları apartmanı sarmıştı, insanlar hep esmer ve güler yüzlü idi, teyzelerle amcalarla sohbet edip İstanbul'un sıcağıyla Kayseri sıcağını karşılaştırdık.

Öğlen üzeri biraz şehri görelim niyetiyle çıkıp kendimizi Bulgaristan'da hissettiren ıssız bir otobüs durağında yarım saat otobüs bekledik. Biletleri, her şeyi satan ve herkesi tanıyan mahalle bakkalından aldık.

Yeşil külüstür otobüs bizi 45 dakikalık bir yolculukla şehir merkezine taşıdı; heykelli meydanı görünce buranın merkez olduğunu anlayıp indik.

Baş döndüren kuru sıcakta aylak aylak dolanırken şehir merkezinin kuyumcular, gelinlik ve abiye satan mağazalar, pastırmacı sucukçular ile aktarlardan ibaret bir çarşısı olduğunu fark ettik. İlk defa denize kıyısı veya içinden geçen bir nehir olmayan bir şehirde bulunduğumu düşününce, neden bir türlü yolumu bulamadığımı anladım: sulak bir şehrinde yön bulmak kolaydır, zaten turistik mekanlar da genelde hep su kenarına sıralanır.

Kaleye yakın bir cafe bulunca oturalım dedik,  kahvaltı etmeyi hayal ediyorduk. Menüde yazanlar arasından su böreğinde karar kıldık, yoktu, bari gözleme olsun dedik, o da yoktu-tost menü vardı. Yanında patatesle geliyormuş, güzelmiş.

Ayran-soda ile ferahlayıp Kayseri'de nereleri gezebileceğimizi sorduk, cafe sahibi amca bize "Türkiye'de 5 tane olup biri Kayseri'de bulunan Forum alışveriş merkezi"ni önerdi. Adağımız dileğimiz varsa türbe ziyareti tavsiye etti bir de. Teşekkür ettik.

Ümidimizi yüksek tutup gezmeye devam ettik; birkaç pastırma-sucukçu ve kuyumcu daha gördükten ve başımıza Güneş geçtikten sonra bir yer bulup oturalım dedik. Kendimizi Bursa'da hissettiren iskenderciler arasından bir tanesi bahçeliydi, serince olur diye tercih ettik, garsona yöresel bir şey yemek istediğimizi söyleyince önümüze elbette mantı geldi.

Kayseri mantısının bildiğimiz mantı gibi olmadığını ve çok da sevmediğimi biliyordum aslında, salçalı ağır bir sosu oluyor ve çok minik olduğundan içinde pek et olmuyor. Ben yine biraz karnımı doyurdum da arkadaşım yiyemedi. Biraz rahatladık orada ama, ne bir vantilatör, ne klima, ne de rüzgar!

Düğün arabasını süsletip gelin evine geri döndük, biraz balkonda küçük yeğen sevdikten sonra sofra hazırlandı, erkekler salonda, kadınlar girişte bir masada oturuldu. Yemekte mantı vardı.

Nereli olduğumu, nerede oturduğumu, damadı nereden tanıdığımı teyzelere teker teker anlatıyordum ki, gelin ve ahalisi sonunda kuaförden geldi. Kırmızı kuşağı babası tarafından bağlanıp kollarına kalın atın bilezikler takılıp aşağı inildi.

Arkayı 4lediğimiz arabayla tepeye çıkıp düğün salonuna vardık, gelin ve damatla tepede birkaç fotoğraf çekildik. Kuru pasta-meşrubat-org üçlüsünün hakim olduğu düğün konseptine uyarak biz de romantik arabesk şarkılarda çiftlerin kollarını kaldırıp indirdiği valsimsi  danstan ettik. Hemen peşinden Ankara havası oynadık.

Uçağa yetişmek üzere hava alanına bir amca oğlu tarafından bırakılırken yorgun, uykulu ama enteresan bir gün geçirmiş olduğumuza memnunduk. Hepimiz Kayseri'nin en çok İstanbul'a dönüşünü seviyorduk!



























24 Haziran 2013 Pazartesi

1461

Rollercoaster hayatım son hızıyla devam ediyor...

23 Haziran 2013 Pazar

1460

Yaz Avaresi

Bu geceler de geçecek,
geçmeye mahkum elbet-
her şey gibi
Sonrasında
yeniden yazlık sinema neşesi,
erimesin dondurma telaşesi,
hep aydınlık fallar ile
portakal bahçeleri,
uzaklardan şeftali kokuları,
adalardan deniz esintisi,
ağlatan filmler ve şarkılar listesi,
çikolata omuzlar,
ballı öpücükler...

1459

(22 HAZİRAN CUMARTESİ)

Çok sıkıntılı günler, ikilemli dalgın haller, kabuslu ağır geceler, korku, baskı altında geçen saatler...

22 Haziran 2013 Cumartesi

1458

(21 HAZİRAN CUMA)

Bu gece olanları benim bir temiz düşünüp taşınmam lazım.
Biraz sorgu sual etmem lazım kendime, neden diye...

Belki hiç anlamı yok, üstünde durmaya değecek bir şey değil, belki derinlerde bir şeyin habercisi, ne bileyim.

Belki herkesin başına gelen sıradan şeyler, belki o kadar da basit değil aslında, nereden bileyim!

Bildiğim bir şey var; ben azla yetinen biri hiç olmadım. Hep beklentisi fazla, arzu peşinden koşan tutkulu biri oldum. Hep huzursuzdum kendimi bildim bileli, hiç tükenmeyen bir arayış hali...

Şimdi tam duruldum, buldum derken...

Yine mi yahu Rana? Yine mi!

21 Haziran 2013 Cuma

1457

(20 HAZİRAN PERŞEMBE)

Sanki içim; bir tencere süt.
Taze inek sütü, bembeyaz, bebek kokulu...
Ateşe koydum; kabardı, fokurdadı, kaynadı da taşmadı.

...

Meğer ben çok özlemişim seni, onu, birini.
Belki sen benim ruh ikizimdin, belki o, belki başkası...
Arada bir böyle boşalamayacaksam, nasıl devam edeceğim
yaşamaya?

19 Haziran 2013 Çarşamba

1456

Huzursuzluk sürüyor...

Bugün Afrika safari temalı bir çift ayakkabı yaptım yine de, pek sevdim.

18 Haziran 2013 Salı

1455

İçim içime sığmıyor-ben ben değilim sanki!

Nedir bu huzursuzluk? Hem gergin bekleyiş, içten içe korku, bir yandan hep orada duran öfke, hiç beklenmedik beliren tutku...?

Nereden çıktı bütün bu yüksek duygular son günlerde birden bire, birbiri ardına, tetiklenerek?!

Bir şeyler olacak, çok yakında, tahmin edilmeyen, sonu görünmeyen bir şeyler, geçen ay sorsalar aklıma gelmeyecek farklı şeyler, hissediyorum-ama bilemiyorum.

17 Haziran 2013 Pazartesi

1454

Bu uğursuz günler elbet geçecek..

Her devrin bir sonu var!

Bütün bu karmaşa arasında enteresan şeyler oluyor; birileri yazdıklarımı okuyunca benle tanışmak istiyor, bir takım müştereklerde buluşacağımız hissine kapılıp görüşmekte ısrar ediyor.


1453

(16 HAZİRAN PAZAR)

O uğursuz koku üzerimize sindi, içimize kötülüğün kokusu sindi...

Gece vakti sokakları basan eli sopalılardan sakınmak için Tünel tarafında bir eve sığınmak zorunda kalan arkadaşımla konuşuyorduk, deli bir yağmur başladı, bıkmış bunalmış gibi, İstanbul isyan edercesine yağdı yağdı...

1452

(15 HAZİRAN CUMARTESİ)

"Nasıl anlatsam, nereden başlasam, kaç kişiydik o zaman, kaç kişi kaldık şimdi?..."

Cumartesi akşamı, geçen gece valinin dienişçilerden bir grubu ikramlarla ve sahte de olsa güler yüzle kabul etmesinden yola çıkarak, artık herhangi bir müdahale yapılmayacağını düşünerek Gezi Parkı'nda arkadaşlarla toplanmaya, oturup sohbet etmeye gittik...

Etrafta kökleşmiş çadırcı çapulcu gençliğin haricinde çocuklar, yaşlılar, anneler, evsizler, sokak çocukları, köfteciler, çaycılar, revirde bekleyen doktorlar yahut tıp öğrencileri, kısaca herkes vardı. barikatların hemen arkasında parkın iki çıkışında saf tutmuş polisi gördüğüm an, bir şeyler olacağını sezdim. Tedirginliğimi bastırmaya çalışarak arkadaşlarla buluşup bir yere oturduk. Tanımadığım bir çocuğun "Son bir sigara içelim..." diyerek gülümserken sigara yakışını hala hatırlıyorum.

Ses bombaları başladı, birbiri ardına, ama korkmuyorduk. Herkes birbirini sakinleştiriyordu, ardından havai fişekler atıldı. Gerilimin tırmandığını hissedebiliyordum, ayakkabılarımızı giymeye başladık. Yavaştan kalkalım derken ilk gaz kokusu geldi. Bir arkadaş bize maske verdi, bir çadırdan dağıtılan gözlüklerden aldık. Hazırlıksız gelmiştik; zira maksadımız savaşmak değildi...

Yakıcı gaz parkın içine iyice yayılırken arka taraftan çıkmaya başladı insanlar; herkes "Hastalara, kadın ve çocuklara öncelik!" diye bağırıyordu. Biz de o arada Divan Oteli yönüne ilerledik, panik yoktu henüz, kimse dağılmıyordu. Her gaz bombasında az daha geriye çekilip durup, yine slogan atıyorduk. "Faşizme kaşı omuz omuza!"

Müdahale arttıkça geri yürüdük, Point Otel yakınında konuşlanmış polis grubu tazyikli suyla saldırmaya başladı-ki sonradan bunun sek su olmadığını öğrenecektik: katiyen kimyasal olmayan insanların sırtını kıpkırmızı yapan, bacaklarını yakan ilaçlı su...

Kalabalıktan kimse paniğe mahal vermeden, herkes birbirini olası izdihama karşı uyararak ve acı çeken, fenalaşanlara yardım için "Doktor!" diye bağırarak bir arada durmaktaydı. Şiddet artarak sürüyordu; sonunda İstanbul Radyosu'na kadar çekildik. Bir yandan alana ilerlemekte olan arkadaşlarla haberleşmeye çalışıyor, bir yandan da yanımızdaki birkaç kişiden ayrılmamaya gayret ediyorduk ki o sırada polis arkadan önümüze sayabildiğim kadarıyla 3 gaz fişeği attı. Göz gözü görmez oldu, yine de kaçmaktan başka seçenek yoktu, mecbur gazın içinden geçecektik. O an herkes koşmaya başladı, ama birbirini ezmeden.

Zaten gevşek toz maskem pek işe yaramıyordu ve gaz soluyordum, ne kadar kötü olabilir ki, diye düşünerek sakince gaz bulutuna koştum. Arkadaşlarımızdan koptuk, nereye koştuğumuzu göremez olduk, anında nefesim kesildi, kalbim kulaklarımda atmaya başladı, gaz ciğerlerime oturdu, deniz gözlüğü kar etmedi gözlerim sulandı, burnum aktı, kollarım bacaklarım yanmaya başladı, nefesimi tutmaya çalıştım uzun süre ama mecbur nefes aldım sonunda ve anında öksürüğe boğuldum, maskemi arada bir saniyeliğine indirip tükürdüm ağzıma dolan gaz tadını, içimden hep "5 dakikaya geçecek, bunlar geçecek.." diye tekrarladım.

Erkek arkadaşımın elini hala tutuyor olduğumu görünce rahatlar gibi oldum, fakat onun da kötü olduğunu, iki büklüm öksürdüğünü gördüğümde biraz korktum, aslında ben de çok kötü oldum ama sesim çıkmadı. İnsanlar bağırıyor, gözleri akıyordu, ben sessiz kaldım ve sandım ki kimse duymadan, gıkım çıkmadan orada öylece ölüp kalacağım, kimse fark etmeyecek artık olmadığımı...

Nasıl yaptık bilmiyorum, bir ara sokağa saptık şuursuzca, tam sola dönerken bacağıma bir gaz kapsülü isabet etti ve iki ayağım arasına düştü, nerede geldiğini görmedim, sesini hiç duymadım, hatta hissetmedim bile. Yalnız aşağı bakarken ayaklarımın gaz bulutunda kaybolduklarını görünce anladım. Sokaklara girdik, gazdan uzaklaşınca maskeleri indirdik, tükürüp öksürerek yürüdük, yürüdük...

Pencerelerde herkes tencere çalıp ıslıklarla direnişe destek veriyordu, esnaf dükkanları önüne çıkmış bizi alkışlıyor, yol gösteriyordu. Kendimi biraz daha güvende hissetmeye başladım o an ve erkek arkadaşıma "Ben çok kötü oldum aslında orada." dedim. Yanımızdan yürüyen kızlar hemen solüsyon aradılar benim için.

Kendimizi Feriköy taraflarında ıssız sokaklarda bulduk, ne yapacağımızı bilmeden yürüyor, bağırıyor, küfrediyorduk. Herkes ayaktaydı, o sırada müdahale Nişantaşı'na kadar yayılıyordu muhtemelen. Sora sora Bomonti'yi bulup o gaz bulutunda kaybettiğimiz arkadaşın evine sığındık. Eve girer girmez üzerime yapışan bluzu çıkarıp attım ve yanan kollarımı, bacaklarımı yıkadım. Bu yanma hissi ertesi gün ancak geçti.

Arkadaşların da bir apartman boşluğuna sığındıklarını, o hengamede düşüp dizlerini incittiklerini dinledik. Hep beraber oturup yerlere haberleri seyrettik, öğrendiklerimizi paylaşıp birkaç sigara yaktık ve ara sıra ağlamaklı olduk. Merak eden anneleri arayıp sakinleştirdik, kaybedilen arkadaşları arayıp sakinleşmeye çalıştık. Gece devam ediyor, vahşet sürüyordu. Divan oteli'ne sığınan, içinde yaralıların, annesini kaybetmiş çocukların, milletvekilleri ve yabancı basının da olduğu kalabalığa polisin ısrarla gaz sıkıp üst kattaki odalara sıkıştırdığı haberleri gelmeye başladı. Cihangir'de Alman Hastanesi'ne tazyikli su sıkan tomaları izledik. Tophane ve Kasımpaşa taraflarında eli sopalı aklı evvellerin insanlara saldırdıklarını duyduk. Yüzlerce sivilin, hatta doktorların dövülerek göz altına alındığını öğrendik. Aklıma geçen gece meydanda piyano dinlerken ne kadar mutlu olduğum ama içimde bir buruk şüphe ile "Belki de son güzel gecemiz..." deyişim gelince ürperdim.

Kediler bile huzursuzdu evde. Sabaha karşı pencere aralığından gaz sızmaya başlayınca camları kapıları kapatıp kabussuz uykular umut etmeyi bile kendimize çok görerek yataklara girdik. Bu lanetli gece sona ermeliydi, belki uyursak unutabilirdik...

Sabaha mide bulantısı ile uyandık, içimize sinen o uğursuz gaz kokusu her nefeste sanki ağzımızdan çıkıyordu, hep duyuyorduk. Apar topar dışarı çıkıp dönüş yoluna koyulduk, Osmanbey dün geceki çatışma izlerini taşıyor, yanık kokuyordu ve simitçilerde muhtemelen sabahlamış baretli insanlar çay içiyordu. Mecidiyeköy'den metrobüse yürürken karşımıza çıkan tomaya tükürüp geçtik. Ele ele yürüyorduk, ellerimiz sımsıkı...

Eve varır varmaz haberleri açtık, elbette artık hangi kanalları izleyeceğimizi bilerek, Harbiye'de müdahalenin sabah sabah başlamış olduğunu öğrendik, hala ortalıkta gazdan göz gözü görmüyordu. Dün gece Bakırköy'den, Çekmeköy'den, Gazi'den, Kartal'dan dahi kalkıp ana yolları trafiğe kapatarak köprüyü geçmeye çalışan, direnişçilere desteğe gelmek isteyen binlerce insanın yürekliliğine hayran olduk. Jandarma ve polis tarafından Altunizade, Uzunçayır, Acıbadem'de durduruldukları halde bir kısmı saatlerce yürüdükten sonra köprüyü geçmeyi başarmış, Mecidiyeköy'de ulaşmışlar.

Bütün bunlar olurken kendi halkına öldüresiye saldıran utanmaz devlet erkanı yalanlarıyla halkı ikiye bölmekten çekinmiyor, kendi seçmenini bizlere karşı kışkırtmak için elinden geleni ardına koymuyordu. Güç gösterisi mitingleri planlıyor, halka kapattığı ulaşımı kendi destekçilerine açıyor, bir yandan da çadırlara gülünç "deliller" yerleştiriyordu. Anlaşılan bizi aptal sanıyor, aptallaştırmaya çabalıyordu...

Tarih neler gördü, neler geçirdi. Bugünleri de elbet yazacak, hiçbiri unutulmayacak.

Kimler bu cehennemin ortasında seslerini yükseltip halkı birleştirir, baskıya karşı, zulme karşı direnebilirse, onlar kahraman olacak!

14 Haziran 2013 Cuma

1451

Kendimi bakıma aldım-uzunca bir süre suyun altından çıkmadım.

Kendimi dinlemeye, dinlendirmeye aldım. Durmak gibi değil ama-değişmek gibi.

Epey kopuk oldu bugünün yazısı ya, olsun varsın. Kimse okumasın.

Okunmasın-zira ben günahlarımı itiraf etmek istiyorum!

Ben isteklerimden utanmamak, korkmamak istiyorum.

Bu yaşımda anladığım bir şey varsa o da: isteğin önüne hiç geçilmiyor dostlar.

Okumayın bu yazıyı siz, okusanız da anlamayın, tahmin etmeyin olur mu? Bir zahmet rica edeceğim...




1450

(13 HAZİRAN PERŞEMBE)


Uzun süredir belki de ilk defa bu sabah insani bir şey yapık ve kahvaltı ettik. Beşiktaş'ta, hani şu öğrenci işi, ucuzundan, çok sıradan, sokak üstü mekanlardan birine oturduk. Saatlerce oturduk orada, adeta yorgunluğumuzu attık; yaşadığımızı hatırladık.

Elbette arkada açık olan HalkTV'den yine gündemi takip ettik, elbette konuşulanların yarısından çoğu hep Gezi parkı direnişi üzerine yaşananların, düşünülenlerin paylaşılması idi ama işte yine de; arada bir iki saat insan olduğumuzu hissedebildik, hayatlarımız geçici olarak normale döndü.

Akşamüstü aheste kıçlarımızı kaldırıp parka seyirttik, biraz dolandık, millet neler yapmakta kolaçan edip belki de yakında öldürülecek olan ağaçların altına yayıldık, çay içtik. Hemen biri un kurabiyesi getirdi, hala alışamadık bu iyiliğe! Teşekkürlerle dolu bir park orası son günlerde...

Akşama varınca vakit, bir Tünel tarafına inelim arkadaşları görelim dedik, araya minik bir doğum günü tartı bile sığdırıverdik! Birkaç kişinin ve hepimizden çılgın bir teyzenin de eklenmesi ile iyiden iyiye şenlikli hale dönen grubumuzla yeniden meydana yürüdük. Hep ruhsuz, devletçi bulduğum sevimsiz meydan bu gece çok ama çok güzeldi!

Atatürk anıtı önünde bir kuyruklu piyano kurulmuş, ağırlıklı olarak Alman piyanist ve arada bir başkaları kah klasiklerden, kah Ciao Bella gibi devrim şarkılarından, kah Karlı Kayın Ormanı gibi türkülerden çalıyor, insanlar eşlik ediyordu. İnsani başlayan gün insani devam ediyordu anlayacağınız; polisler anıtın etrafına dizilmiş, kasklarını çıkarmış dinliyorlardı. Birkaç saat için hepimiz insan olduğumuzu hatırladık.

Yanımdaki arkadaşa "Şimdi ne çalmasını isterdin?" diye sorduğumda içimden aynı soruyu kendime sormaktaydım aslında-Leonard Cohen'den bir şey geçiyordu içimden... Cevabını vermesine gerek kalmadan Hallelujah başladı-gerçekten sihirli birkaç dakikaydı!

Bu gece Taksim, belki bir daha hiç göremeyeceğimiz kadar güzel, bence hiç olmadığı kadar güzel, çok güzeldi...




















1449

(12 HAZİRAN ÇARŞAMBA)

insan insan dedikleri
insan nedir şimdi bildim
can can deyü söylerlerdi
ben can nedir şimdi bildim

...

görünür herşeyde hazır
ayan nedir pinhan nedir
nişan nedir şimdi bildim

muhyiddin der hak kadir


Muhyiddin Abdal


Fazıl say bestesi için buraya.

1448

(11 HAZİRAN SALI)

En son yazdığım tarihin geçen hafta sonu olduğunu gördüğümde şaşırdım ama, yaşamaya geçici olarak ara verdiğimiz için "olağan-dışı şartlar altında normal" aslında...

Başka şey düşünmenin imkansız hale geldiği günlerdeyiz, şöyle diyebilirim ki; neredeyse 4er 5er saatlik huzursuz, kabus dolu uykular arasında kızaran gözlerimizi ovuştura ovuştura ya Gezi Parkı'na erzak/ilaç yardımı taşıyoruz, ya ihtiyaç listesi iletiyoruz, ya gidip bizzat orada bulunuyoruz, ya da en azından haberleri an be an takip edip yayıyoruz. Rahat yemek yiyemiyoruz, zira midemiz bulanıyor; devleti temsil etmesi amacıyla seçilmiş yetkili ağızlardan çıkan aşağılayıcı ve düpedüz aptalca açıklamalardan duyduğumuz tiksintiden, overdose saçmalığa boğulmaktan kusacak gibi oluyoruz. Yazmak zor, sabrımız tükenmiş vaziyette ve zaten yaşananlar öyle acayip, o kadar da hızlı değişiyor ki; her an konuşuyor, paylaşıyoruz ta ki söyleyecek şey bulamayan kadar. Grafikler düzenliyor, fotoğraflarla belgeliyor, videolar çekip anlatmaya çalışıyoruz-yine de anlamayışın dibine vurmuş konformistler var. Yılmadan devam ediyoruz, birbirimizden aldığımız güçle dayanıyoruz.

1447

(10 HAZİRAN PAZARTESİ)

New York'ta evlenecek Polonyalı gelin ile Hollandalı damat için KUKLA'dan geliyor:

1446

(09 HAZİRAN PAZAR)

Yahu,
ben bütün haftayı yazmayı nasıl olmuş da unutmuşum???

Bu hafta hayatı pas geçmişim resmen!

8 Haziran 2013 Cumartesi

1445

Polonezköy'de hafif bir köy kahvaltısı; bol karıncalı, az gazeteli...

Ardından hafif bir orman yürüyüşü; bol gölgeli, az öpücüklü...

1444

(07 HAZİRAN CUMA)

Gezi Notları

Gezi parkında seyyar yiyecek satanlar direnişçilerden fazlaydı sanki ve ortam üniversite şenliği havasında. Hem memnun oluyorum; keşke hep böyle kalsa ve hayatlarımız normalleşse istiyorum, hem de azıcık tedirgin oluyorum, direniş ruhu elbette sürekli devam edemez fakat-erkence mi seviniyoruz ne?

İnsan bu devletin vatandaşı olunca mecbur paranoyaklaşıyor dostlar.


Ön cephesi görünmeyecek kadar afişlerle örtülü AKM binasının etrafı fotoğraf çekilmek isteyen "gezi turistleri" ile dolmuş ve devrilmiş yanık otobüsler sprey boyalarla birer "çağdaş sanat" eserine dönmüş durumda. Art arda yığılmış hayret edilesi barikatlar da birer serbest kürsüye dönmüş.

Izgara köfte dumanlarının gaz efekti yaptığı, adım atacak yer olmayan parkta maske-düdük işportası almış yürümüş, HalkTV milli maçlar misali hep birlikte seyrediliyor ve tuvalet kuyrukları en beter festivalleri aratmıyor.

Kimileri işe siyaset karıştı sivil direnişin tadı kaçtı diye hayıflanıyor, kimisi bu iş baştan beri siyasetti zaten diye karşı çıkıyor. Tek sorun; Bambi-Kızılkayalar-Starbucks-Kitchenette ve Mado'yu protesto edeceğimize göre, meydanda acıkınca ne yiyeceğiz??

Kaç gündür iş hayatı ile direnişe desteği simultane sürdürmeye çalışmaktan çapulcu styla takılıyorum: saçlarım keçeleşti, tırnaklarımın yarısı ojeli yarısı kırık ve gözlerim hala kızarık! İzninizle kendimi bu hafta sonu bakıma alıyorum- tüm direnişçi/şenlikçi dostlara selam.




7 Haziran 2013 Cuma

1443

(06 HAZİRAN PERŞEMBE)

İstanbul
baş döndüren rengarenk kalabalığı arasından
rastgele bir harfe, bazen bir şekle takılıp kalan
bakışlarımızı çalıyor
kayıplara karışıyor, geri vermiyor
serin kuytularda çekik gözlü zalimler bekletiyor
bizi yakalamak için
güneş vurmayan dar taş sokakların
her kıvrımına ayrı büyü gizliyor
sabunlara simsiyah saç telleri bağlayan
bezlere iğneler batıran sürmeli kadınların
gözlerinden bize dik dik bakıyor İstanbul
hiç göz kırpmıyor, geri dönmüyor
çeşme musluğuna dayanmış susayan ağızlarda çınlıyor
çocukların taş attığı kuyular misali derin
içine çekiyor, geri vermiyor
İstanbul
gammaz kargaların uğursuz gaklamalarını
sinsi güvercinlerin boyun yeşillerini
üzerimize salıyor, geri dönmüyor
kimseler duymadan gizlice kendini yıkan
ahşap konakların kütüphanelerinde
define haritaları saklıyor unutulmuş dillerde
hayalet suretlerimizi acımadan her akşam vakti
girdabına çekiyor, geri vermiyor
pencere pervazları; prangalar
kaldırım taşları; tuzaklar
suskunluğu ürkütüyor, her birimize adeta
tek tek rüyalarda fısıldıyor
İstanbul

6 Haziran 2013 Perşembe

1442

(05 HAZİRAN ÇARŞAMBA)

Her zaman kucaklayan tanıdık ve dost Kadıköy barlarından en loş ve en sevimli olanının bahçesinde oturup Hollandalı iki arkadaşla ayakkabı tasarımı ve üretimi üzerine sohbet etmek, yanına da iki bira devirmek güzeldi.

Neredeyse sıkıcı hayatların acıyacağım bu Avrupalılara Hatay Meyhanesi'ni göstermek, enfes mezeleri tattırmak ve rakı sofrası ile tanıştırmak daha da güzeldi!

1441

(04 HAZİRAN SALI)

Renk renk süet, tabaka tabaka dana derisi, yılan ve kroko baskılı nubuk, ayna laklı gümüş oğlak, ışıltılı saten baskı yarma ile tip tip bambaşka renk ve yükseklikte şeker gibi ökçeler arasında geçirdiğimiz uzun, sıcak, İstanbul'un pis sokaklarında epeyce yürüdüğümüz verimli bir gün...

4 Haziran 2013 Salı

1440

(03 HAZİRAN PAZARTESİ)

Bazı İnsanların Bu Kadar Cesur ve Harika Olduğu Yerde Bazıları Nasıl Bu Kadar İğrenç Olabiliyor?

...

Hangi insan, savaşta bile olsa, düşene vurabilir? Geri püskürtülmüş düşmanı kovalayıp sığındığı delikte öldüresiye dövebilir?

Neden bu kadar şiddetle yok edilmek isteniyoruz?


Gerçekten, bu tahammülsüzlük nedir??
Mide bulandırıcı görüntülerle sürdürülmekte olan bu insanlık dışı, akıllara sığmaz "devlet eliyle vahşet" hepimizi korkuttuğu kadar birbirimize kenetliyor. Gözleri yaşartan sevimlilikte olayların hemen yanına iğrendiren davranışlar geliyor.

Şaşıyorum; bu kadar berbat insanlar nereden çıktı? Polisin hamam böceği gibi zehirlemeye çalıştığı eylemcilerden yaralıların sığındığı camide bira içip keyif çattıklarını iddia edebilecek densizlik ve soysuzluk seviyesine ne zaman düşüldü?

Şaşıyorum; hangi ülkenin başbakanı halkını ayyaş, çapulcu, neredeyse fahişe diye çağırır?

Bize hamam böceği muamelesi yaparak sesimizi daha çıkarır çıkarmaz gazla zehirlemeye kalkışır?

Hangi ülkede en büyük şehrin ana meydanında polis, zararsız eylemcileri yani anayasa ile güvence altına alınmış demokratik hakkını kullanan kendi halkını tazyikli suyla tam göğsüne hedef alıp havaya fırlatırken, tv kanalları penguen belgeseli yayımlar?

Herkesin iyiliği için başlatılan bu sivil direnişi kim, neden desteklemek yerine yağmacılık, ülke düşmanlığı gibi göstermeye çalışır?

Hangi başbakan bu kadar nobran, kaba, hoyrat, kabadayı, umursamaz, bencil, görgüsüz ve kibirli olabilir?
...

2 Haziran 2013 Pazar

1439



Hala şu an korna sesleri, arada bir tencere-tava sesleri ve alkışlarla inleyen mahallemden gurur duydum.

Defalarca öldüresiye tekmeler, gaz bombaları yiyen, yerlerde sürüklenen, kafasına gaz kapsülü fırlatılıp travma geçiren, hiç yoktan bir gözünü veya kulağını kaybeden, anarşist terörist çapulcu provokatör damgası yediği halde vazgeçmeyen, saldırmadan kendini savunan, tamamen özgürce kendi kendini örgütleyen ve alana gelemese de onlara yardım etmek için evlerini açan yüzbinlerce insan, hepinizle gurur duydum!

1438

(01 HAZİRAN CUMARTESİ)





Israrla aptal, ayyaş, ahlaksız, terörist yerine konduğumuzun farkında olup yaşananların hiçbirini unutmadığımızı gösteren bu onurlu tepkimizde HAKLIYIZ!

HİÇBİR ÖRGÜTE, PARTİYE MENSUP OLMAYAN HÜR İRADESİ İLE ORAYA GELEN HALKIZ!

Reyhanlı
Uludere
Metin Lokumcu'nun öldürüldüğü Hopa olayları
3-5 çapulcu yerine konan yüzbinler
polisin insanlık dışı şiddeti
sessiz kalan korkak ve yavşak medya
kürtaj yasağı girişimi
doğum kontrol yerine 3 çocuk teşviki
alkol yasağı
metroda öpüşen çiftler
3.köprü
Taksim'e Topçu Kışlası formunda AVM/otel
İstanbul'u katleden duble yollar
Tarihi kalıntıların "çanak çömlek" addedilmesi
"Affedersin Ermeni"
"Affedersin Alevi"
...
HİÇBİRİNİ HAZMETMİYORUZ!



















1 Haziran 2013 Cumartesi

1437

(31 MAYIS CUMA) Bugün direniş böyle başlamıştı...

Unutturmak isteyeceklerdir, silmek isteyeceklerdir, inadına:

http://occupygezipics.tumblr.com/

http://occupygezi.org/