31 Mart 2014 Pazartesi

1741


"Donkeys live a long time..." said Benjamin. *



*George Orwell'in Animal Farm kitabından alıntıdır.



30 Mart 2014 Pazar

1740

Senle ikimiz; ne güzel entelektüel vampirler olurduk: zombi kılıklı insanlığın dünyayı getirdiği halden depresif, sadece müzikten ve dans etmekten zevk alarak, hep birlikte, sonuza dek...
Güneş gözlüğümüz de var...

1739

(29 MART CUMARTESİ)

Hatırladığım en ılık Mart ayının, sanırım bu kışın en soğuk gününü getirmesi ne tuhaf!
Fırtınalı, mitingli ve epeyce karmaşa içindeki bu cumartesi öğleden sonrasını Moda'da rüzgara karşı kahve içecek bir yer arayarak geçirdik.
Önce birer kahve ile ısınıp sonra sinemaya bilet aldık-Kadıköy'ün tam bir mahalle havası var, sinemasında dahi.
Köksüz; bize kaybolmuş ergenlerin yitik esrar alemlerini, kocasını kaybedince sudan çıkmış balığa dönmüş sorunlu annenin iç sıkıcı temizlik günlerini, hayatında kısılmış kalmış evin genç kızının iki mutfak borusu değiştirdi diye sevimsiz iş arkadaşı ile evlenmeye mecbur hissetmesini, bir de unutulur mu?- müthiş tatlı-sert bir anneanneyi anlattı.
O gece doğum gününde güzel şeyler dilesin diye aldığımız en sevdiği çilekli tartın yanına mum koydurduğumuz arkadaşımızın yanına uğradık.
Dans etmek niyetiyle sahneye geçince; tam havaya giremedik ama yine eğlendik: yan masada sarılan şişko çifte gülüştük, hemen önümüzde çılgınca sarsılıp savrulan ve nedense sürekli birbirini öpen, her şarkıda selfieler çekip facebookta paylaşmayı ihmal etmeyen fena halde lezbiyen enerji yayan kız grubundan tiksindik, her şarkı arasına bitmeyen gazla "Her yer Taksim- her yer direniş!" sloganlarıyla giren testesteron kokan erkek grubuyla da epey eğlendik.
Dönüş de çabuk, çilesiz oldu-işte anlayacağınız her şey tam bir Kadıköy gecesi gibiydi.

29 Mart 2014 Cumartesi

1738

(28 MART CUMA)

Biraz isimsiz ve cisimsiz bir oyun izledik...

28 Mart 2014 Cuma

1737

(27 MART PERŞEMBE)

27 Mart'lar 13 yıldır senin...
Yerin hiç değişmeyecek, inatla saklıyorum- bilesin...

1736

(26 MART ÇARŞAMBA)

GALATA KULESİ

6 Haziran 1973
Pırıl pırıl bir yaz günüydü
Aydınlıktı, güzeldi dünya
Bir adam düştü o gün Galata Kulesi’nden
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Ömrünün baharında
Bütün umutlarıyla birlikte
Paramparça oldu
Bir adam benim oğlumdu...

Gencecikti Vedat
Işıl ışıldı gözleri
İçi
Bütün insanlar için sevgiyle doluydu
Çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
Kendini bir anda bıraktı boşluğa
Söndü güneş, karardı yeryüzü bütün
Zaman durdu
Bir adam düştü Galata Kulesi’nden
Bu adam benim oğlumdu

“Açarken ufkunda güller alevden”
Çıktı, her günkü gibi gülerek evden
Kimseye belli etmedi içindeki yangını
Yürüdü, kendinden emin
Sonsuzluğa doğru
Galata Kulesi’nde bekliyordu ecel
Bir fincan kahve, bir kadeh konyak
Ölüm yolcusunun son arzusu buydu
Bir adam düştü Galata Kulesi’nden
Bu adam benim oğlumdu

Küçüktü bir zaman
Kucağıma alır ninniler söylerdim ona
“Uyu oğlum, uyu oğlum, ninni”
Bir daha uyanmamak üzere uyudu Vedat

6 Haziran 1973
Galata Kulesi’nden bir adam attı kendini
Bu nankör insanlara
Bu kalleş dünyaya inat
Şimdi yine bir ninni söylüyorum ona
“Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat”...




Ümit Yaşar OĞUZCAN

25 Mart 2014 Salı

1735

Bahar İşaretleri

Lalelerin erken açması baharın güzel geçeceğine dalalet...
Değilse bile- taze enginar şimdiden çıktığına göre; bu mevsim mis gibi nane kokacak!
Bu sabah parkta yürürken tam burnumun ucundan beyaz bir kelebek geçtiğine göre
Dolunay vakti mutlaka şans getiren kocaman bir gökkuşağı açacak!

24 Mart 2014 Pazartesi

1734


Handpainted customized bridal shoes /// El boyama kişiselleştirilmiş gelin ayakkabıları

1733

(23 MART PAZAR)

Hediyeler ve sürpriz doğum günü planları...
Sevindirmek ne güzel!

1732

(22 MART CUMARTESİ)

"âvâzeyi bu âleme dâvûd gibi sal
bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
"

BAKİ

"Bende sığar iki cihan,
ben bu cihana sığmazam."


SEYYİD NESİMİ

Sinan Süleymaniye'de oyununu izlerken hatırladığımız, tekrarladığımız beyitler Baki ile Nesimi'dendi.

Sinan'a hayranlığımızı bir daha andığımız bu kısa ve iddiasız oyunun ardından pek güzel bir hafta sonu bizi bekliyordu- biz de fazla bekletmeyelim dedik!
Festivalden iki filme bilet kaptık, hayatımda yerken en çok zevk aldığım şey olduğunu söyleyebileceğim Tokat kebabı yemeye gittik, Beykoz tarafında arabayla bir tur attıktan sonra bol bol yürüyeceğimiz hareketli günlerde giymek için bir yerlerde spor ayakkabı denedik ve baharın erkenden geldiği güneşli günlerden biri için daha öpüşerek şükrettik.

1731

(21 MART CUMA)

Bahar ve ışık bayramı, Farsi yeni yılın başlangıcı Nevruz; hep birlikte söylenen şarkılarla, toplanan meyvelerle, taç yapılan kır çiçekleriyle mis gibi yeni bir gün getirdi bizlere!

Demir dağları delen ve zalim hükümdarı alt eden kahramanların hikayelerini hatırlattı, güç ve umut verdi bize...

Rengarenk Hint bayramı Holi'ye denk gelmesiyle daha bir gökkuşağına benzedi, gece ile gündüzün eşitlendiği tarihi işaretlemesiyle hepimize kış karanlığından kurtuluş ümidi verdi...

19 Mart 2014 Çarşamba

1729

Yaprak bezelye pazara düştüyse bahar gelmiştir!
Çingeneler böğürtlen toplamaya başladıysa bahar gelmiştir!
Morlu sarılı kır çiçekleri yol kenarlarında bile bittiyse bahar gelmiştir!

"...ve ben, mutluluk burada ölüm üstüne bir çiçeklenişe benzesin isterdim."*




*Andre Gide'in Yeni Nimetler kitabından alıntıdır.

1728

(18 MART SALI)


Çiçekleniyoruz, tomurcuklanıyoruz, yenileniyoruz, kabuk çatlatıyoruz, koza yırtıyoruz, toprak kabartıyoruz, yeşil filizler pıtırdatıyoruz, vızıldıyoruz, ışıldıyoruz - hişt hişt! her adımda ardımızda bir fısıltı duyar gibi oluyoruz...

1727

(17 MART PAZARTESİ)

Sizi bilmem ama-
bana bahar geldi!

17 Mart 2014 Pazartesi

1725-1726

(15 MART CUMARTESİ-16 MART PAZAR)

Bir filme daha tik attık bugün...
Bir kahvaltı sofrası daha donattık...
Bir sürü öpücük çaldık hayattan,
ağız burun neşeye bulaştık...

15 Mart 2014 Cumartesi

1724

(14 MART CUMA)

Sesini duymak ne iyi geldi-beklediğimin aksine neşeli ve güçlü gelen, "balım" diyen sesini!
Her şeye rağmen-unutmuştum bunu bugün-hayatın ne kıymetli ve bizlerin ne şanslı olduğunu hatırlatan sesine teşekkür...

13 Mart 2014 Perşembe

1723

Şimdi ben sana "Dünyayı senin oğlun mu kurtaracaktı?!" desem iyi mi olur amcacım...?
"Çıkmasaydı sopalılarla dışarı, ne işi vardı otursaydı evinde, biz mi dedik sokağa çık diye?!" desem hoş mu olacak...?
Biri çıkıp senin gencecik oğlunun cenazesini uğurlarken tekbir getiren kalabalığa "Ölü-seviciler!" dese nasıl olur şimdi?
Hiç düşünmez misiniz, hiç ders almaz mısınız, hiç mi anlamazsınız ulan??

12 Mart 2014 Çarşamba

1722

Bir çocuğa tahammül edemediğin, kendi vatandaşın olan bir çocuktan korktuğun gibi; bir çocuğun cenazesine de tahammül edemeyip onu uğurlayanlardan korkuyorsun.
Bizde bir söz vardır: "Korkunun ecele faydası yok!" diye.

Gel ben sana birazcık anlatayım; korku insanı ne hale getirir...
Korku öyle bir zehirli tohumdur ki; içine bir kere düştü mü kendine güvenini eritmeye, seni de işte böyle şarlatanlaştırmaya, canavarlaştırmaya başlar.
Başka bir yerde ölen çocuğa meydanlarda oy toplamak için ağladıktan 2 gün sonra gözünün dibindeki kendi evladına ağlamayı bırak, iftira atmak için cebelleşirken bulursun kendini.
14 yaşında kızlarla yatağa girmeyi normal kabul eden ahlakın, 14 yaşında bir çocuğu "o kargaşada" evden dışarı çıktığı için ölmeye layık bulacak kadar alçalabilir.
Gözlerinin içine baka baka yalan söylerken gevrek gevrek sırıttığın kalabalığa, bir yas gününde hala kendini alkışlatmak ve seni protesto edeleri yuhalatmak ihtiyacıyla yanıp tutuşur hale gelirsin.
Dünyanın göz bebeği olan bu şehrin meydanını, "insan"a kapatmaya kalkabilirsin.
O kadar korkmaya başlamışsındır ki; sanal ortamda sanal manşetleri yayıp popülerleştirmeleri için binlerce kişilik korkak ordusu satın alman gerekebilir.
Korkudan saldırırsın işte böyle; aylardır yaptığın gibi-başka bir savunma geliştiremezsin muhtemelen; çünkü aptalsın.
Aptallığın şurada: kendine bir parça fazla güveniyorsun. Biraz götün kalkmış açıkçası; kaldırılmış.
Taktiksel bile siyaset yapamaz halde, etrafına hırlıyorsun. Öfkeyle korku ikiz kardeşler oysa, nereden bileceksin, bu körlükle nasıl göreceksin...

Polise emri sen veriyorsun bizzat; maşallah onlar da amma emir kulu çıktı: vur dedikçe öldürüyorlar!
Adeta "haşere" imişiz gibi yok etmeye çalışıyorlar bizi, zararlı böcekler gibi-üstelik bir tekimizi bile tanımadan, adımızı bilmeden nefret ediyorlar bizden, öldüresiye!
Gazlıyor, suluyor, mermiliyor, copluyor ve elliyorlar-zira "insan" değiliz biz onların gözünde. İnsanlık; epeydir senin tekelinde...
"Bir türlü ölmediniz gitti! Yok olun ulan artık, bitin, tükenin, geberin!!!" diyorlar hepsi saldırırken, ama biz ölmüyoruz.
Bitmiyoruz, tükenmiyoruz- bak senelerdir anlamadınız mı, sonunda bükemediği eli sıkıyor devlet bugün...
Sen de kardeşim, sen hani...
"Bir çocuk öldü diye sokağa atlıyorlar, başkaları da sizin yüzünüzden ölecek, bunun neresi vicdan?" yazan kardeşim...
SEN öldüğünde BİZ yine sokağa çıkarız, üzülme.
Annene de birileri çıkıp işte "Ne işi vardı o kargaşada sokakta? Biz mi dedik ekmek almaya çıksın diye!" diyebilir yalnız, şaşırma.

Bir canlının ölmeyi hak etmemesi için; illa ekmek almaya evden çıkması gerekmez-slogan atmaya, hakkını aramaya, tepkisini göstermeye de çıkabilir.
Çocuk olması da gerekmez-30 yaşında ya da 70 yaşına olabilir.
Bir insanı öldürme hakkınızın olmadığını anlamanız için, bilmem ne gerekecek? Ama gerekeni yakında yapacağız, haberiniz ola-korkunuz boşa!




11 Mart 2014 Salı

1721

Bugün ben susayım, bu yazı konuşsun:
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/murat_yetkin/benim_ekmek_almaya_cikan_kardesimi-1180618

Bir çocuğun ölümü ne romantikleştirilsin, ne de tek bir kimse "ama"yla başlayan cümleler kursun.
Kimse hiç olmazsa bugünlük kendi değerini, insanlığın değerini siyasi görüşüyle ölçmesin.
Taparcasına bağlandığı bir liderin de hata yapabileceğine ihtimal versinler bir günlüğüne; düşünsünler, "ya elleri kanlı ise gerçekten?"
Bir ihtimal bile olması büyük vebal, korksunlar bir kereliğine, durup düşünsünler.

1720

(10 MART PAZARTESİ)

"Hepimiz onun Palto'sundan çıktık"*


*Dostoyevski'nin Rus edebiyatının ilk gerçekçi öyküsü sayılan Gogol'ün "palto" hikayesine atıfta bulunduğu sözü.

9 Mart 2014 Pazar

1719

Kafamın içinde bir ses, önce dinlenmeden uyandırdı, sonra durmadan sorular sordu ve canımı sıkan eski olayları yeniden aklıma getirmeye çalıştı bütün gün. Ben de onu susturmak için önce yürüyüşe çıkmayı denedim hafif yağmur altında, sonra banyoya girip gözlerimi kapadım ve en sonunda bir filme gideyim, dedim.

August: Osage County diğer düşündüklerim arasında en az bilet satılmış olan ve muhtemelen erkek arkadaşımın tercih etmeyeceği filmdi, onu seçtim.
Zaten tam bir kadın filmi-salonda 2 erkek vardı sanırım kız arkadaşlarına eşlik etmek için gelmiş olan.

Tracey Letts'in oyunundan uyarlama film; gerçekten epeyce teatral oyunculuklarla işlenmiş ve bol diyaloglu, paslı, gollü geçiyor.
Aile babasının kanser hastası karısını terk ederek ortadan kaybolması üzerine annesi ile ilgilenmeye gelen büyük kız rolünde Juila Roberts, her zamanki cömert gülüşünü esirgiyor bizden ve bunun yerine sürekli gergin, bastırılmış öfkesi burnunda, lafını sakınmayan tavırlarıyla rahatsız edici derecede dürüst ablayı mükemmel oynuyor.
Dayanılmaz iğnelemeleri ve öz evlatlarını bile acımadan küçümseyen halleriyle, kanserin sebep olduğu ağrılarını unutmak için-belki daha pek çok şeyi de unutmak için-ağrı kesicilere bağımlı olmuş anne rolünde Meryl Streep evet bir parça fazla "büyük" oynuyor dedikleri gibi ama-hayranlık uyandırıcı yine.
Saldırgan ve müptela karısına tahammül edemeyince bir gün evden çıkıp intihar eden babalarının ardından 3 kız kardeş bir araya geliyor ve birbirlerinden ne kadar koptukları meydana çıkıyor.

Ortanca kız kardeş rolünde; bu tarz deli dolu karakterlere pek yakışan Juliette Lewis; geçkince yaşında bulduğu koca adayının iki arada bir derede fırsat yaratıp ablasının 14 yaşındaki kızına sarkmak gibi "ufak tefek" kusurlarını hoş görüyor-en büyük hayali balayında Belize'ye gitmek ve bunu hiçbir şey engelleyemez!

Annesine bakmak üzerine kalmış olan ezik küçük kız kardeş asla favorisi olamamış ailesinin, yıllarca taşrada hayatına girecek erkeği bekleyerek sade bir yaşam sürmüş, sonunda yarım akıllı kuzenine aşık olmuş. Keskin Sherlock zekasıyla bellediğimiz Benedict Cumberbatch'in pek sevimli çıkardığı bu kuzenin; filmin son çeyreğinde aslında üvey kardeşleri olduğu ortaya çıkıyor.
Evet-o tonton dominant teyze; oğlunu tam bir hayal kırıklığı gören ve kocasını sindirmiş sözünü geçiren kadın, yıllar önce bir hata yapmış: eniştesinden bir oğlan doğurmuş.
Daha ağır olansa; kanserli ağzı bozuk anne bunu hep biliyormuş zaten-"ondan kimse bir şey kaçıramaz" ama konuşmaya gerek duymamışlar.

Eve yardımcı olarak aldıkları Kızılderili kadının şahsında, büyük ablanın içine sıkıntı veren "bu uçsuz bucaksız ovalar için ağzına sıçılan yerliler" arka planda bugün herkesin tadını kaçıran "Amerikan rüyası"ndan uyanırmak için dürtüyor.

Babasının ardından aile reisliğini üstlenen-çünkü "güçlü" olan abla; ergen kızına kuramadığı otoriteyi zavallı annesini zalimce idare etmekte kullanmaya başlıyor. Dökülmüş saçları, kırışmış suratıyla güçten düşmüş anne kimi zaman kendini rezil etse de, peruğunu taktığında masa başındaki sandalyesine geçip ailenin tümüne teker teker kök söktürüyor.
Taşranın boğucu tekdüzeliği, göz alabildiğine ıssızlığı ve aile evinin terk edilmiş karanlığı; aslında aile cenderesinde çileden çıkan hepimizin zaman zaman anne-babamızı boğmak istediğimiz o "hiç bir zaman değişmeyeceksiniz değil mi?!" kasvetinin aynısı.
Filmin sonunda ben kendimi daha da bir bunalmış hissederek soğuk havaya çıkmakta acele ederken,salonu terk edenlerin genelde sıkıcı buldukları şikayetlerini işittim. Aşırı yükleme yaptığı doğru; içinden çıkılamayan tıkanık vaziyeti öyle güzel gösteriyor ki-ama göründüğünden daha katmanlı bir film olduğu söylenebilir.


8 Mart 2014 Cumartesi

1718

Bazı havalar, bazı geceler...

Hava böyle kapalı olunca nasıl da tembellik hakkı buluyoruz kendimizde; bütün günü kanepede film seyrederek, arada sarılıp yağmuru dinleyerek geçirmek istiyoruz ve öpüştükçe şımarıyoruz...
Soğuk bir gece eve dönüş yolunun son adımlarında kol kola ısınmaya çalışırken, sabaha kadar uyumayıp birbirimize korku hikayeleri anlatma fikrine nasıl da çocuk gibi seviniyoruz ve ayaklarımız birbirine dolanarak sokak ortasında heyecanla kısacık öpüşüyoruz...

1717

(07 MART CUMA)

Kışın göz kırptığı bu Kadıköy akşamı; cuma iş çıkışı yorgunluğunun ikişer birayla atıldığı, arkadaş sohbetlerinin keyfimizi yerinde getirdiği, beklentiden uzak, rahat ve sakin geçti... Özlediğimiz gibi.

6 Mart 2014 Perşembe

1716

"Eftenperi"

Bilmem neden sıkıntılı geçti bütün günüm,
rüyamda irinli kan tükürdün diye mi acaba?
bir arkadaşın pasaklı evindeki daracık divanda gecelemek zorunda kaldığın
neden kendine bunu yapıyorsun dediğimde hırçın karşı çıkarak beni üzdüğün
zile pekmezi getirdiğime sevinince içimi burktuğun ve
arkada kapatamadıkça sinir olduğun porno oynayan bilgisayar yüzünden
olabilir mi?



1715

(05 MART ÇARŞAMBA)

Gogol: İkircikli tekinsiz... Huysuz huzursuz... Talihsiz komedyen...
Kafka: Kabusvari başkalaşım... Yabancılaşmış tutuk... Gözetleyen bürokrasi...
Poe: Varaklı gotik... Maskelenmiş takıntı... Aritmik kalp...

Gogol: Koyu yeşil ekşi-tatlı, aralarından bir ikisi çok acı kargacık burgacık biberler...
Kafka: Böceklenmiş yulaf kepeği ya da tatsız, yavan bir somun kuru ekmek...
Poe: Küflü zehirli mantarlar ve sarhoş eden puslu kara üzüm taneleri...

Gogol: Bol kollu, salaş beyaz gecelik entari... Başa geçirilen ufak takke ve ayakta tek terlik...
Kafka: Manşetleri kirlenmesin diye siyah kolluk geçirilmiş eski ve dar ekru gömlek...
Poe: Yakası ve kol ağızları sırma işlemeli bordo kadife redingot...Üzerini örten simsiyah bir pelerin ve maske...

4 Mart 2014 Salı

1714

Haydi bakalım- yenilenmeye!
Yeni bir dönem açılıyor önümüzde; her değişim gibi biraz zorlayacak belki, yeni koşullar sağlamlaşana dek bir parça gelgitli olacak hayat...
Sonrası her ne şekilde olursa olsun-farklı, ilerlemiş ve daha güzel olacak.

1713

(03 MART PAZARTESİ)

İyi ki terapist falan değilim, Allahtan terapi gruplarına katılmayı da düşünmüyorum.
Zira; okumakta olduğum kitaptaki terapi grubunda tanıdığım karakterlerin sayesinde insanlardan fenalık geldi.

Bir adet güzel kadınların yanında ezik hisseden çirkin kadın, bir adet yaşlanmaya başlamasıyla birlikte erkekler arasında eskisi gibi rağbet görmeyişi ile başa çıkamayan ve anlaşılan kocasından da beklediği ilgiyi göremeyip yeni tanıştığı çekici erkeklerin yanında saçlarıyla oynayan kadın, bir adet duygularını bastırarak insanlardan kaçmayı düstur edinmiş Schopenhauer papağanı tutkusuz adam, bir adet serseri halleriyle kadınların pek sevdiği vahşi tip, bir adet geçen haftayı özetlemeye bayılan analitik adam, bir adet de umudu Hindistan'da arayıp bulamayan ve gençliğinde hem onla hem en yakın arkadaşıyla yatıp ikisine de pek değer vermemiş olan adama hala öfkeli kandırılmış kadın...

İnsanlar bu kadar zavallı olmak zorunda mı, gerçekten?

2 Mart 2014 Pazar

1712

Bazı şeylerde tuhaf bir çekim var- bazı insanlarda, filmlerde, kitaplarda...
Tekrar tekrar okumayı istediğimiz ve sonunu bilmekten hiç yakınmadığımız kitaplar, izlemekten hiç bıkmadığımız hatta dönüp dönüp canımız sıkkınken yeniden koyduğumuz filmler, yıllar sonra telefonunu ezberden çevirip tuhaf görünmesine aldırmadan aradığımız insanlar var.

İşte; hiç yeni bir şey söylemiyor ve aslında çok basit mesajları tekrarlıyor gibi görünse de, o açıklanamaz çekiciliğine kapıldığım bir filmle karşılaştım dün gece: "3 idiots"
Abuk şarkıları, naif felsefesi ve hiç şaşırtmayan öyküsüyle yine de meraklandıran, uzun süresi boyunca heyecanla sürükleyen rengarenk bir Bollywood filmi.
Dostluk bağına ve aşka şüphesiz inanan, eğitim sistemiyle dalga geçmekten çekinmeyen ve kendi yollarını çizen 3 öğrencinin maceralı komikli öyküsü.
Bir adet gıcık inek öğrenci ile uyuz disiplinli hoca ve üstelik de bu öfkeli hocanın kızı çıkan ama babasına çekmemiş sevgili eklenince karakterler tamamlanıyor.
Teki başarılı teki başarısız iki intihar, elektrik kesintili ve elektrik süpürgeli bir doğum, baskıcı bir baba ile hasta bir baba, 1.olamadığı takdirde hiç olacağından korkan gençler bu uzun filmde yerlerini alıyor.
Kalbin ürkek bir kuş olup ne çabuk korkuya kapıldığını iyi bellemiş olan baş kahraman Rancho; kendine en zor anlarda güç vermek için komik ama etkili bir teknik geliştirmiş: "All is well..." diye tekrarlıyor, ne yapacağını şaşırdığı panik anlarında. Çünkü kalp aptal ve kandırılabilir. Elbet tehlike geçmiyor ama, tehlikeyle baş edebileceği hissi geliyor- bakış açısı her şeyi değiştirebilir...