29 Kasım 2011 Salı

889

Bu geceyi H.P.Lovecraft'ın korkutucu, terkedilmiş, simsiyah çansız çan kuleli dev taş kilisesine bakarak geçirdim...

28 Kasım 2011 Pazartesi

888

MEMORY

In the valley of Nis the accursed waning moon shines thinly, tearing a path for its light with feeble horns through the lethal foliage of a great upas-tree. And within the depths of the valley, where the light reaches not, move forms not meant to be beheld. Rank is the herbage on each slope, where evil vines and creeping plants crawl amidst the stones of ruined palaces, twining tightly about broken columns and strange monoliths, and heaving up marble pavements laid by forgotten hands. And in trees that grow gigantic in crumbling courtyards leap little apes, while in and out of deep treasure-vaults writhe poison serpents and scaly things without a name. Vast are the stones which sleep beneath coverlets of dank moss, and mighty were the walls from which they fell. For all time did their builders erect them, and in sooth they yet serve nobly, for beneath them the grey toad makes his habitation.

At the very bottom of the valley lies the river Than, whose waters are slimy and filled with weeds. From hidden springs it rises, and to subterranean grottoes it flows, so that the Daemon of the Valley knows not why its waters are red, nor whither they are bound.

The Genie that haunts the moonbeams spake to the Daemon of the Valley, saying, "I am old, and forget much. Tell me the deeds and aspect and name of them who built these things of Stone."And the Daemon replied, "I am Memory, and am wise in lore of the past, but I too am old. These beings were like the waters of the river Than, not to be understood. Their deeds I recall not, for they were but of the moment. Their aspect I recall dimly, it was like to that of the little apes in the trees. Their name I recall clearly, for it rhymed with that of the river. These beings of yesterday were called Man."

So the Genie flew back to the thin horned moon, and the Daemon looked intently at a little ape in a tree that grew in a crumbling courtyard.

27 Kasım 2011 Pazar

887

Kocaman bir kahvaltının büyüttüğü kocaman bir göbek bu sabah bana T-shirt altından göz kırptı!

886

(26 KASIM CUMARTESİ)

(...)birden çıkan lodosla karların eridiği ve İstanbul’un üzerindeki kir bulutlarının temizlendiği kış gününde, antenlerin, minarelerin ve adaların arkasından bana gösterdiğin Uludağ’ı değil, başını omuzlarının içine çekerek ürperen seni severdim(...)
Kara Kitap'tan



Sabahın erkeninde Haldun Taner sahnesi önünde buluşmamızla başladı gezimiz, hava soğukça fakat güneşliydi. Otobüste uykulu gözlerle birbirimize gülümsedik ve sıcak poğaçalarımızı yedik.

İlk durak Samatya idi-cumartesi pazarı içinde kalan Surp Kevork Ermeni Kilisesi'ni gördük, aşağıda bir ayazması olduğundan "sulu kilise" deniyormuş.
Ermeni kiliselerinde ayazma bulunmadığından burada eskiden bir Rum kilisesi olduğuna karar verilmiş. Ayazmaya inerken yanlış kapıdan girince kendimizi morgta bulduk. Kutsal kabul edilen küçük bir su kaynağı ile üzerindeki oyuklara mum dikilen büyük taş bir kozalak figüründen ibaret olan ayazmaya girebilmek için izin almakta zorlandık. Kiliseyi gezerken simsiyah parlak bir tabut ve peşinden beyaz saçlı, uzun boylu, siyahlar giymiş bir adam geçti önümüzden-cenazesi vardı, sessizleştik...

Beyazıt'a geçip benim de sık sık arşınladığım sokaklarda ilerleyerek bir lastik atölyesinin altına indik, örümcek ağlarıyla kaplı zifiri karanlıkta fenerlerle aydınlattığımız impost sütun başlıkları*nı ve bunları yapan taş ustalarının üzerlerine kazıdıkları adlarının baş harflerini görmeye çalıştık. Bir alfa, bir delta...
* impost sütun başlığı: bir sütun başlığı üstüne yastıklı ikinci bir başlık eklenmesiyle oluşturulan sütun başlığı türü. 5.yy.dan itibaren Doğu Roma'da kullanılmıştır.

Beyazıt Antik Otel'in bodrumundaki kalıntılar yine erken Bizans dönemine aitti, duvar örgülerini, değirmen taşlarını inceledik. Mozaikler ve sütunlar arasında öğle yemeklerini yemekte olan çalışanlara afiyet olsun dedik-yüzyıllar nasıl da iç içe!

Star İş Merkezi altında yine bir Bizans kalıntısı-muhtemelen nüfuzlu bir senatöre ait olan saray, bugün çöplük gibi, toprak altından çıkan kemerleri biraz görebiliyoruz. Forum Tauri**'ye alttan destek olması amacıyla yapıldığı da düşünülüyor.

**Forum Tauri:Bugünkü Beyazıt meydanı'nın 4.yy.daki adı "Boğa Meydanı" anlamındadır.

Birbirine çok yakın bir çok halıcıdan da izin alıp alt katlarını gezdik, bir tanesi özellikle ilgimi çekti; el dokuması tekstil duvar panolarının arkasında yüzyıllar evvelinden ayakta kalan sütunlar heyecan verici bir görüntüydü:

Başdoğan Halıcılık'ın altındaki Doğu Roma kalıntılarının imparatorun kabul odası olduğu tahmin ediliyor. 4 kemer üstüne oturtulan kubbeleri rahatlıkla inceleyebildik.

Gezinin şüphesiz en heyecanlı bölümü; AyaSofya yakınlarında bir otoparkın içindeki delikten eğilip bükülerek girdiğimiz kapkaranlık, nefes alamadığımız büyük Bizans sarayı kalıntılarıydı. Four Seasons Oteli'nin ek binaları altında kalan bu "Sacrum Palatium" (Kutsal Saray) 4-11.yy.lar arasında pek çok imparatora ev sahipliği yapmış. Bazılarının girmeye cesaret edemediği bu karanlık ve define kazılarından çukurlarla dolu tehlikeli "fare deliği" içerisinde tam anlamıyla diri diri gömülmüş gibi hissettim-nefes aldıkça içime toprak çekiyordum-fakat bu heyecan için hepsine değerdi!

Fatih'te devam ettiğimiz gezimizin bir diğer durağı Sultan sarnıcı oldu. Burası düğünlere ev sahipliği yapan bir restoran, "windblown" denen rüzgardan eğilmiş gibi duran yaprak süslemeleri bulunan sütun başlıkları bulunuyor.

Hep merak ettiğimiz Zeyrek'teki Pantakrator sarnıcına girdik, epey büyük ve sütunlardaki izlerden sonuna kadar su ile dolu olduğunu anladığımız bu sarnıcın sütunlarının kaideleri birbirinden farklı- bu da bize devşirme olduklarını gösteriyor. 12. yy.da Pantakrator Manastırı'nın su ihtiyacını karşılamak için yapıldığı biliniyor, yakında çalışmalar bitecek ve ziyarete açılacak, biz özel izinle girebildik.

Bin-yıllar boyunca üst üste binerek, yıkılarak, yanarak kat kat yükselmiş bu esrarengiz şehrin bu Kasım sabahı üzerinde yürüdüğümüz dolambaçlı Arnavut kaldırımı sokaklarının altında Bizans imparatorlarının sarayları, kim bilir hangi celladın eline düşmüş zavallıların kemikleri, belki de sadist Macar Voyvodası'nın kafatası, taş zindanlar, rutubetli mahzenler, upuzun dehlizler yatıyor... Neyi bulmayı umduğunu unutuverip, arayışa dalmak ve yolu kaybedip her an bir hayalete dönüşerek zamana karışmak işten değil...

25 Kasım 2011 Cuma

885

Uzunca bir aradan sonra arkadaşlarla yeniden Kadıköy akşamında bir iki kahve içimlik buluştuk, dertleştikçe gördük ki hiçbirimiz eskisi kadar neşeli değiliz bu aralar; kiminin işle, kiminin sevgilisiyle, kiminin ailesiyle derdi var-bir şekilde hafif hissetmiyoruz, endişelerle tıkanmışız...

884

(24 KASIM PERŞEMBE)

Acıtan bir öğretmenler günü kutlaması:

Bugün,
"en sevdiğim öğretmenlerim" listesinde ilk sırada yer alan öğretmenimin
öğretmenler günün kutlarken ona şöyle yazdım:
"Her ne kadar, kimlerin hayatında bir iz bıraktığını düşünürken
Bir seferinde başka bir öğrencinin adını saymış olsan da,
'Kimseye olmasa bile ona bir şeyler öğretebildiğime memnunum.'
diyerek beni ve diğer başarılı öğrencilerini hiçe saymış olsan bile,
unuttuğun bazı öğrencilerinde de büyük izler bırakmışsın bak-
bunu anlaman için öğretmenler gününü kutlamak istedim..."

23 Kasım 2011 Çarşamba

883

Yeniden heyecanlanmak-
gerekirse azarlanmak
Yeniden eğlenerek çalışmak
ve çalışırken her şeye boş vermek için
İlk adım-şimdi bir daha!...

22 Kasım 2011 Salı

882


Yeniköy'de mantı yiyip okulu astığım bu güneşli Kasım gününün ojeleri bu renkti...

21 Kasım 2011 Pazartesi

881

Bir sırttan gelen görüntülü mesaj(Kafka hikayesi değil):

Bu sabah, belki daha karanlıkken, şüphesiz çok soğukken, ben mışıl mışıl sıcak yatağımda uyurken...
Dünyanın EN şahane EN lezzetli EN kıvrımlı EN geniş EN güzel kıvamlı EN mis kokulu EN ılık EN sarılınası EN mayıştıran(...) sırtı, artık tek başına bir karakter kazanmış olmanın gururuyla ve olanca görkemiyle bana kendini gösteriyordu...

20 Kasım 2011 Pazar

880

Bitmeyen doğumgünü:

Bu sabah, doğum günümün ardından yine, yine yeniden o dünya tatlısı adam tarafından şımartıldım-pastaneden taptaze su böreği ve çıtır simitlerin yanına yaptığı karabiberli yumurtayla, bembeyaz göbeğimi baştan aşağı öpmesiyle, haftaya vereceği doğumgünü hediyemden bahsetmesiyle, "Bugün yüzünde ayrı bir güzellik var..Mutluluk var..." demesiyle... Şımarmaya alıştım!

879

(19 KASIM CUMARTESİ)

Doğumgünümün unutulmazları:
Lavantalı ve güllü creme brulee; yeniden yorumlanmış bir klasik-herkes için biraz fazla tuhaf olabilir, bence son derece başarılı-her şey yerli yerinde.
Herkesin tartışmasız favorisi profiterol piramidi-üstelik limonlu portakal aromalı!
Bizi birleştiren Ülker Napoliten-Gelenekselleşen kırmızı ve sütlü hediyem:)
İstanbul, yine bir şekilde geceye yayılıyor-etrafımızda, içimizde, tepemizde, her yerde...
Ev yapımı rezeneli sosisler ve dana bacon tabağı-doyuran bir başlangıç.
"Annesi diğer yavruları götürmüş, bunu bırakmış-bu yüzden hüzünlü bakıyor."

Ufuk hafif sisli, Kasım'ın son güneşli günlerinden birinde renkler uzakta eriyor...
Başımızı kaldırdığımızda renklere boğulduk-yer gök sarı, yeşil!
Son baharda ağaçlar yapraklarını, hayvanlar tüylerini, insanlar saçlarını döküyor ve en çok da yaprakların dökülüşünü izlemek keyifli oluyor...

----------------------------------------------------------------------------------------------
Erkenden başlayan doğum-günüm dolu dolu geçti: Önce taptaze bir köy kahvaltısı, ardından temiz havada yürüyüş, akşam Tünel tarafına geçtikten sonra başlayan gurme akşam yemeği ve geceyi noktalayan müthiş ses oyunlarıyla dolu bir serbest soul-folk-jazz konseri... Ama şüphesiz en tatlısı, dünyanın en ılık sırtına sarılarak uykuya dalmaktı...!

Bu akşamın şarkısı Elif Çağlar ile Ferhat Öz'den geldi:
"What if you go away?"
"Babe I promise I'll stay"
"What if you start to lie?"
"Baby I'll never make you cry"
"Should I trust you?"
"Trust me"
"Trust you"
"Trust me"

Gülümseyerek düşündüm-ellerin belimdeydi-güveniyorum, benimle kalacağına...


18 Kasım 2011 Cuma

878

Olgunluk Çağı

Bir zamanlar kendimi evimde hissettiğim okulumda artık bir yabancı gibiyim-ama kimseyi tanımayan değil, herkesi tanıyan, her şeyi ciğerine kadar bilen ve tüm bildiklerinin yüküyle beli bükülmüş, hep çok bilmekten bıkmış bir yaşlı gibi...

Ne 8 sene önceki kadar inceyim, ne o kadar heyecanlı... Meğer ne çok güvenirmişim kendime ve ne iyi bilirmişim yapacaklarımı!... Tüm gördüklerimin, öğrendiklerimin, 8 yılın bendeki tortusu; hiç kimseye(en kötüsü kendime bile) fazla güvenememek ve hiçbir şeyi fazlaca istememek.

Şimdi buna "olgunluk" mu diyoruz?

17 Kasım 2011 Perşembe

877

Okul günleri yeniden başladı!

Boğaz manzaralı sınıflarda sabah çözgü çekmeye başlayıp akşama gözlerimin bozulduğunu fark edişlerim, öğlen tıklım tıklım dolan yemekhanede yer bulamayıp boş sınıfın bir köşesinde çekiştirip uzattığım tost ve fırtınalı rıhtım havası yeniden...

876

(16 KASIM ÇARŞAMBA)

Ses Kaydı:

Geçtiğimiz yazdan kalma bir ses kaydı geçti elime, tesadüfen bugün.
Dinlerken gülümsedim, nasıl komikti bilsen-bir akşam sahilde otururken, bana unuttuğumda hatırlatması için bir sürü güzel şey söylemişsin:
"Du bist schön. Du bist sexy. Du bist heiss und hot. Du bist sehr süss..."*
Ve tatlı sesinle bitirmişsin: "Yine uyuyamadığın gecelerden birinde bunu dinle olur mu...?"




*"Sen güzelsin. Seksisin. Ateşlisin(Hem Amanca hem İngilizce). Çok tatlısın..."


875

(15 KASIM SALI)

Tüm geçmişimi sonsuza dek kaybettiğimi düşünüyordum. Yalnız benim tutunduğum, en umutsuz gecelerimde sığındığım anılarımı onun toptan anlamsızlaştırdığını sanmıştım.

Bu sabah bana gönderdiği mesaja kadar;
Ayvalık'ta bir sahil gazinosunda yıllar önce bir yıldızlı yaz gecesi tesadüfen çalınan şarkıyı da eklemişti mesaja - "Evrenin bir yerinde sonsuza kadar yaşayacak bir anı, his, bilinç..."diyordu...

Ağladım.
Dinledim.


874

(14 KASIM PAZARTESİ)

Keçeleşen yünler, misinayla örülmüş danteller ve rüya gibi incecik uçuk mavi, eflatun tüylü ipler arasında geçen meşgul ve ıslak, sabunlu bir gün...

873

(13 KASIM PAZAR)

Gelecek uzun sürer:hakikaten uzun sürüyor ve bunu Nuri Bilge filmlerinden bunalmayan biri söylüyor. Gercekte olsa cok enteresan bir deneyim olabilecek agit toplama ve sehrin atmosferini kaydetme fikri,fonda hepimize dokunan hikayeler dinlesek bile,Diyarbakirli cocuklarin bir sabah "Türk'üm,dogruyum" diye ant icmelerini duydugumuz güzel sahnelere ragmen doldurulamamis,kopuk kalmis bir film...

12 Kasım 2011 Cumartesi

872

Genç ve Masum

Yağmurlu Kasım sabahını, kahvaltı sonrası siyah-beyaz bir Hitchcock filmiyle geçirmek, bana yapmam gereken her şeyi, işi gücü, bir süre ayrı kalacak oluşumuzun verdiği endişeyi, bütün stresimi unutturdu...

871

(11 KASIM CUMA)

Doğumgünü Kartı

Onun verdiği kartı hala saklıyormusun diye görmek istedim. Çünkü sen de biliyorsun ki; asla bir doğumgünü kartı değildi bu-senden hoşlandığını anlatmak için seçtiği flörtöz bir mesajdı.

Masana baktım, ikimizin fotoğrafını gördüm önce, gülümsedim. Sonra bir partide çekilmiş ya hani, üçünüzün gözlüklü komik fotoğrafına güldüm.

Tam arkamı dönüp çıkacakken kartı gördüm, orada duruyordu, rafta. Gözlerim karardı bir an, sanki arkamda bıçaklı bir adam görmüşüm!

Panikledim. Elime aldım, ellerim titriyordu-açıp okudum, gerçi be yazdığını gayet iyi biliyordum. Bu sefer daha önce görmediğim bir cümle daha okudum: "Bleibt immer noch so!"* Tarih düşülmüştü: 09.04.2010

Başım döndü birden, dizlerim boşaldı. Tek düşünebildiğim; seninle geçen sene doğumgününü beraber kutlamıştık-demek ertesi gün onunla buluşup bir şekilde, aranızdaki ilişkinin hala aynı kaldığını yazmışsın(ız). !

Daha önce de sana o kartı masanda gördüğümü söylemiştim, açıklama yapma gereği duyarak onun benle beraber olmadan önceki doğumgününde verildiğini söylemiştin ve sonra kaldırmıştın, şimdi anlıyordum: sırf ben sinirlenmeyeyim diye ortadan kaldırdığın bu kartı aslında saklamış ve verilişinden bir sene sonra da -bana inat- not düşme gereği duymuştun(uz): "Hala aynı duruyor!"*

Düşecek gibi çıktım odadan, kart elimde, elimi yakıyordu. Deli gibi seni aradım, sonunda açtın. "Bu karta bu yazı geçen sene mi eklendi??!!" diye bağırdım-anlatmaya çalıştın ama dinleyemedim. Tek duyduğum "2010 değil 2011'deki doğumgünümde biz beraberdik, o kart senle birlikte olmadan birkaç hafta önce verildi ve o yazı da sonradan eklenmedi." demendi.

Telefonu kızıp yüzüme kapadıktan sonra sakinleşebildim, yarım saat boyunca parmak hesabı yılları, ayları saydım. Sahiden, ben karıştırmıştım: Benim 2010 doğumgünümü kutlamışız birlikte, fakat senin 2011'dekini, bu yüzden şaşırmışım... Sonra bir daha okudum: "Bleib immer so!"** Bir anda "noch" yok olmuştu; bu durumda sonradan eklenmemiş olabilirdi pek ala o cümle- "Hep böyle kal"** yazılmıştı sadece.

Avazım çıktığı kadar bağırdım: "Hala eskisi gibi kalmadın sen- ben girdim hayatına ve artık her şey değişti!"

Sakinleştikten sonra bölük pörçük rüyalarla kesilen son derece huzursuz bir uykuya daldım, senin yastığında. Rüyalarımdan birinde işten eve erken gelmişsin, yatağa giriyorsun usulca, elimi tutuyor, yanaşıyorsun-demek bana kızgın değil, diye düşünüyorum...




10 Kasım 2011 Perşembe

870

Geçmişimin-belki de hayatımın-en değerli parçası olan insan, neden-nasıl-şimdi böylesine abartılı bir umursamazlıkla davranıyor? Ondan rica ettiğim şey-rica edebilmiş olmam dahi-aramızda bir zamanlar olan-şimdi kopmuş bulunan-bağa güvenerek yapılmış bir hareket, bunu görmüyor mu? Daha beteri, bunu önemsemiyor mu? "Öyle bir şey olsa bile", diyor, "ben neden kirlenmiş olayım ki?" Onun her lafını ciddiye almamam gerektiğini biliyorum, yine de üzülüyorum-neden kirlenmiş olsunmuş...? Buna cevap vermesem daha iyi! Hiç olmazsa anlamsızlaşmamıştı bende, diğer(ler)i gibi. Hiç değilse bir parçası kalmıştı içimde, ben onla avunuyordum, yalnız ve umutsuz kaldığım gecelerimde. Hiç düşünmüyor mu beni, hiç özlemiyor mu, diye merak edip kahrolurken, birden bana bir şarkı gönderince-ikimizin birlikte sevdiğimiz bir Stevie Ray-anlıyorum, beni hala hatırladığını ara sıra. Peki şimdi, ne diye bu hal-bu insanlığından çıkmış, hepten konuşulmaz hale gelmiş vaziyeti nedir?? Hiç olmazsa içimde bir yeri vardı-en derinlerimde sakladığım-her şeyi toptan değersizleştirmese olmaz mıydı??!!

9 Kasım 2011 Çarşamba

8 Kasım 2011 Salı

868


Her durumda alışveriş rahatlatır, yorgunluğu alır, pembe bir iç çamaşırı, diz üstü çorap, peşinden bir donut da iyi gidebilir;)

867

(07 KASIM PAZARTESİ)








Eskişehir'de Renkler

07:00 Eskişehir expresi yolcularından biriydim, gelirken simit almıştım, kızarık ve biraz fazla pekmezliydi. Yanımdaki adamı beslemeyi pek sevdiğim için kıpkırmızı elma, turuncu mandalina, fındık getirmiştim, bir de yeşil kalın kazak... Yeşiller arasından geçiyordu tren, rüzgarda boyun büken sazların yanından, her meyvenin yetiştiği ovalardan, renk renk üzüm bağlarından...

Odunpazarı sokaklarına girdim çıktım, evler hep aynı ve renk renkti, kapıları alçak, ortalık boştu. Bir ara cam üfleyen çocuğu seyre daldık; kor camdan kuşlar, ağaçlar yapıyordu-renkler birbiri içinde eriyordu. Lületaşı ise bembeyazdı, yürürken baktık; köprülerin her biri ayrı renkti:yeşil, mavi, mor... Düşen yapraklar sararmıştı, ağaçların çoğu henüz yeşildi oysa, Porsuk kenarında içimizi ısıtan çay kıpkırmızı...

Tesadüfen girdiğimiz Rum meyhanesi loştu, bar sımsıcak ışıklar altında yanıyordu ve biranın yanında gelen yeşil erik turşusu pek lezzetliydi. Eşlik ettiğimiz eski şarkılar bizi kim bilir nerelere götürdü, içlendik, öpüştük, konuştuk... Çıktığımızda şehrin renkleri kararmış, hava soğumuştu. Üstelik aksi gibi bütün oteller de tıklım tıklım doluydu! Akşamın son trenine yetişmek için gara koştuk-yolda içtiğimiz bira sarı sarı ışıldıyordu.

Ayaklarımız ağrıyarak ve nerede olduğumuzu anlamaya çalışarak yatağa girdiğimizde düşündük: Ne uzun, ne keyifli bir gündü...!


866

(06 KASIM PAZAR)

Bayram sabahına öpülerek uyandırıldım.
Tüm sevilen çocuklar gibi biraz şımarıktım.

Anneanneme giderken koyun kokuları, acaba ne yemek yapmıştır soruları arabayı dolduruyordu.

Sofrada ovmaç çorbası, nohutlu pilav, yaprak sarması, makarnalı börek, kadayıf duruyordu.

Bayram günü tüm çocuklar gibi biraz daha neşeliydim.

865

(05 KASIM CUMARTESİ)

Mucha resimleriyle dolu sevimli bir cafede güneşli ve huzurlu bir kahvaltı; sanki pazar sabahı...

Bostancı istikametine doğru kış gelmeden yakalanan son güzel havalardan birinde uzun, aheste bir yürüyüş; eller belde... Çok sevilen sahilde bir Kasım öğleden sonrası yala yala bitmeyen çilekli dondurma sonrası yapış yapış öpücüklerle dolu bir iki saat; Güneş altında gevrediğimiz...
Acıkınca yengeç sepeti; keçi boynuzu gibi sulu ve tatlı bir öze ulaşmak için çabalamamızla kesilen parmaklar, kırılan kıskaçlar, devrilen biralar eşliğinde kahkahalar... Mavi yengeç kovasının dibini bulurken eşlik ettiğimiz neşeli, hüzünlü blues şarkıları...

Daha pek çok şey; izlenen ürpertici bir film, kaçınılmaz bir tartışma ve yatağa girince sımsıkı sarıldığım mis gibi kokan, alabildiğine pürüzsüz, kocaman bir sırt...

Ne dolu bir gündü!


864

(04 KASIM CUMA)

Bu akşam tartışırken, elimi bırakmama izin vermedin.
"Sinirli bile olsan, elimi tut!" dedin-bırakmadım.

3 Kasım 2011 Perşembe

863

Yeni bir etek
ve yeni bir yaş için
yepyeni hevesler!

2 Kasım 2011 Çarşamba

862






Karlarla kaplı Ilgaz dağlarında denim parçalarından spontane çevrede lif sanatı örnekleri ortaya çıktı...

861

(01 KASIM SALI)

Hiçliğe anlam katmaya çalıştık...