31 Ağustos 2014 Pazar

1895

1 Hafta Ev Hapsi

Epeydir unuttuğum karın ağrıları, mide krampları ve huzursuz uyanışlar birkaç gündür yine benimle...
Bir iki gün önce geçti sandım ama geçmemişler görünüşe göre, bazen her şey daha kolay görünüveriyor gözüme. Bugünse sabahtan beri öyle zor ki; yatağa serildim sonunda.
Artık içimdeki sürekli sorular soran ve hiç tatmin olmayan sesleri susturamayacağıma emin olunca yatıp kitap okumaya karar verdim.
İçimdekileri günlerce tutmak zorunda kaldığım bir hafta geçirdim, epeydir olmamıştı bu kadar bunaldığım bir hafta. Sürekli çalıştım, sanırım bir akşam sadece arkadaşlarla bira içmeye çıktım.
Kafesteydim bir haftadır, hem evde çalışma odamda, hem nefret ettiğim kaybetmiş hislerle kendi kendimde hapistim.
Yarın azat...


1894

(30 AĞUSTOS CUMARTESİ)

Işıltılı kesme boncuklar, metrelerce dolanıp sarkan zarif gipürler, boy boy paketlenmiş inciler, renk renk parıldayan taşlar, ayna parçaları, büyüklü küçüklü renk renk çiçekler, gök kuşağı gibi uzayan tablolarda dikiş makaraları, altın-gümüş ve bronz renkli metallerden biçim biçim parçalar, acayip sakallı adamlar, döner ve sidik kokan alt geçitler, çık çık bitmeyen merdivenli hanlar, Suriyeli mülteciler ve Arap turistler, Avrupalı şaşkın gezginler ve akbil ile vapur kuyrukları arasında dolambaçlı geçen uzun bir yarım günden sonra...

Uykulara dala çıka gerçeklikten sıyrıldım bu akşam; yorgunluk bazen kafa yapıyor!

29 Ağustos 2014 Cuma

1893

Değişim için en güzel zaman; yaz sonu-güz gelişi... Ben de yeni elbiseler sipariş ettim ve kendime yıllardır hayal ettiğim deri ceketi aldım.

Akşam rüzgarında sarı yapraklarla birlikte savurmak için yeni kesilmiş yumuşacık saçlar ve Arnavut kaldırımı sokaklarda adım attıkça sesi yankılanan topuklu deri çizmeler istiyorum...

1892

(28 AĞUSTOS PERŞEMBE)

Biz de hayatımıza yeniden başlayabiliriz, yeni bir sayfa açabiliriz.
Masum başlayabiliriz, dediğin gibi...
Şimdi sanki daha çok seviyorum seni.

27 Ağustos 2014 Çarşamba

26 Ağustos 2014 Salı

1890

Açılalım istiyorum, açılalım beyler!

1889

(25 AĞUSTOS PAZARTESİ)

Eminönü; yetmişiki milletin keşmekeşi, pislik içinde, ıslak ve terli, lağım ve köfte kokuları altında dumana boğulmuş, birbirine çıkan veya hiçbir yere çıkmayan sokakların labirentinde kaybolmuş, boncuklu, çiçekli ve hep çok rüküş, her seferinde yeni bir macera....

25 Ağustos 2014 Pazartesi

1888

(24 AĞUSTOS PAZAR)

İlk Güz

Üşüdüğüm ilk gün hep bir Ağustos sonu olur...
Leylekler çoktan göçe başladı, ağaçlar rüzgarla beraber eğilmeye alıştı, denizin rengi döndü ve akşamüstü güneşi kızıla çaldı...
Üzümler oldu, şimdi hasat zamanı, fazla inciri kurutma ve kışlık salça kaynatma vakti...


24 Ağustos 2014 Pazar

1887

(23 AĞUSTOS CUMARTESİ)

Bambaşka bir hayatın mümkün olduğunu hatırladım, bugün geçmişimin kalıntılarını çekmecemden temizledikten sonra...
Bakmaktan rahatsız olduğum birkaç fotoğrafa bakabildim bu kez ve hepsini hiç acımadan atabildim.
Hayatıma şimdiye kadar birkaç kez yeniden başladım. hepsi bir ilk oldu, hiç biri son olmadı.
Bu akşam sana öfkemi unuttum, umursamadım. Aslında senden de özgür olduğumu anımsadım ve bıraktım.
Bundan sonra sana ait tüm seçimler; yalan söyleyip benden kaçmayı seçersen şaşırmayacağımı biliyorum, üzüleceğimi de pek sanmıyorum. Geri dönmeyi ve yanımda kalmayı seçersen bana bir özür borcun var, silmek istediğim.
Birlikte çıkılacak tatiller, yüzülecek yeni denizler ve geride bırakılacak eski tatlı tarifleri var.
Atılacak pek çok mektup, yırtılacak belki bir kaç kart daha var.
Vakti geçirilmiş cevaplar ve kaybedilmiş intikam şanslarının ardına sığınmadan, suçladıklarına değer atfederek anılarını temizlemeye çalışmadan, yeni anılar biriktirmek ve onlara kıymet vermek istersen gel...















1886

(22 AĞUSTOS CUMA)

Suç=ceza

Cezalandırmadıklarını suçladığını nereden bileceğim?

22 Ağustos 2014 Cuma

1885

(21 AĞUSTOS PERŞEMBE)

Sabah kahvaltısını yolda fırından kaptığımız sandviç ve böreklerle yaptığımız, benim latteyi bitiremediğim hoş bir sahil günü...

Hep özendiğim, şehir kenarında denize girmeye gidilen ve piknik yapılan güneşli günlerden biri...

"Mükemmel bir gün" hayali belki de...

1884

(20 AĞUSTOS ÇARŞAMBA)

Maçka Parkı'nda çimenlere kurulup Küçükçiftlik'teki Portishead konserine uzaktan eşlik ettiğimiz serin, yıldızlı gece...

1883

(19 AĞUSTOS SALI)

Ne ara gelmişiz biz hafta sonuna?
Başında bırakmışım yazmayı oysa, farkına varmadan geçmiş.
Neyse canım da pek çekmiyordu yazmak sanki...

18 Ağustos 2014 Pazartesi

1882

Tipik pazartesi; kargo gecikmeleri ve karışan gönderilerle strese sokan işlerle dolu bir gün...
Sabah bunaltıcı nem, akşam ferahlatan fırtına...
Neyse ki bir fincan sert kahve yanına zeytinli ekmeğe tost yapan bir sevgilim var!
Allah olmayanlara da versin anacığım.

1881

(17 AĞUSTOS PAZAR)

Gece yarısını geçerken midem bulanmaya başlamıştı zaten, bir başladı mı durmuyor sağolası, 3'e doğru kusmaya başladım, 4'e doğru 3. seferden sonra rahatlar gibi oldum biraz, ama daha çok bitkin düştüm diyelim.

Her neyse; böyle yıpratıcı ve uykusuz bir gecenin ardından öğlene kadar oyalandım, kendime gelmeye çalıştım ve akşamüstü evden çıkmayı göze alabildiğim vakitlerde dünyanın en seksi aşçısı ile buluşup akşam yemeği için alışveriş yaptım!

Bir şişe blush, bir paket linguini ile bir kilo kıyma- aklınıza ne getiriyorsa evet onu- bolonez soslu makarna yapmaya karar verdik. Birkaç sene önce, okuldan filan salak sulak birkaç tip beni evine "sebzeli makarna" yapmaya davet etmişti, hatırladım da hatta bir başka arkadaşımı da aynı çocuk "kıymalı makarna"ya çağırmıştı, pek gülmüştük. Onlarınki gibi uyduruk öğrenci işi değildi bizimkisi; kurutulmuş acı biberli, havuçlu filan nefis bir gurme makarna...

24 saattir aç durmanın verdiği gazla iki tabak makarnayı mideye indirdikten sonra haliyle ağırlık çöktü bir süre. Ama fazla sürmeden korku filmi seyretme isteği ağır bastı; akşam bozan havanın rüzgar seslerinin de heveslendirmesiyle vizyondaki tek gerilim olan Karabasan'a gittik.

The Babadook festivalde gösterilmiş bir Avustralya filmiydi; tek bildiğim anne-çocuklu bir korku olduğuydu. Filmde en çok sanırım; ürkünç masal kitabının illüstrasyonlarını sevdim.
Filmin bana Babydoll'u anımsatan soğuk, ürpertici bir atmosferi var; anne çocuk tenha bir kasabanın içinde neredeyse hiç perde, halı, masa örtüsü bulunmayan sevimsiz 2 katlı evinde birlikte yaşamaktalar. 7 yaşındaki oğlan pek tatlı, bir o kadar huysuz; sınıfta geçimsiz ve kuzenini yaralayacak kadar saldırganlaşabiliyor zaman zaman.
Kısa sürede çocukcağızın neden böyle dellendiğini öğreniyoruz: babası annesini onun doğumuna yetiştirmeye çalışırken kaza yapıp ölmüş. Aynı zamanda babasının ölüm yıl dönümü olan doğum günü şimdiye kadar hep teyze kızınınkiyle bir kutlanmış. Zavallı anne, canından bezmiş bir halde sıkıcı işine gidip gelmek ve yaramaz oğluna söz geçirmek arasına sıkışmış küçücük hayatını, sevgililere imrenerek yaşıyor.
Sırf o üstünden çıkarmadığı bebe yaka elbisesi ve yarı kapalı gözleriyle bile bezgin ve mutsuz anne bir o kadar soğuk ve tekinsiz görünüyor gözüme; anne de çocuk da iyi cast- diye düşünüyorum. Bu tekdüze hayatları, bir akşam oğlanın okumasını istediği "Bay Babadook" adlı korkunç masal kitabıyla sarsılıyor. İşte en sevdiğim yer burası-kafiyeli, mizahi bir gotik kahraman bu uzun, siyah giysili"öcü".
Kitabın kara füzen resimlerinden anladığımız kadarıyla insanlar uyurken odalarına girip zihinlerini ele geçirmek suretiyle onlara korkunç işler yaptırma gücü var. Önce köpeğini, sonra çocuğunu ve ardından kendini kesen anne resmedilmiş olması enteresan...
Önceleri oğluna bağırarak bir daha bu karabasan hikayesinden bahsetmemesini öğütleyen ve hatta doktora götürdüğü oğluna uyku ilaçları veren endişeli ve yorgun anne, yavaş yavaş öcü adamın etkisine girmiş bir canavara dönüşüyor. Elleri füzen karası, dişi ağrıyor ve sürekli acıkıp ilgi bekleyen oğlundan ne kadar da kurtulmak istiyor. O olmasa belki de ara sıra hayaletini gördüğü kocasıyla birlikte gözetlediği çiftler gibi mutlu mesut yaşayacaktı...
İkinci yarıdaki fantastik sanrı sahnelerini abartılı bulsam da; hep ilgii çeken ödipik meseleyi anlatan hoş bir filmdi. Çıkışta bastıran fırtına ve yağmur, iyice güzelleştirdi bu geceyi. Evde içilen akşam esspressosu yanında bir parça dondurmayı da eklemeden tamam olmaz...


17 Ağustos 2014 Pazar

1880

(16 AĞUSTOS CUMARTESİ)

Çok amatör ve pek progresif bir festivale katılmak için, bu yazın en sıcak gününde akşam üstü vakitlerinde, Bostancı'dan batma tehlikesi arz eden bir kalabalıkla dolu kalkan Burgazada motorunda kendime bir yer bulup sığıştım.

Karınca sürüsü gibi kımıl kımıl insan dolu Burgaz'ın sahil balıkçılarını pas geçip Kalpazankaya istikametine giden yollara düştüm. Cennet Bahçesi'nin nerede olduğunu bilmeyen genç çiftler, kız bakmaya gelmiş ikili erkekler ve dövmeli afro saçlı komik tiplerle berbaber, kimin kimi takip ettiği belli olmaksızın yürüdüm, yürüdüm...

Konser bahçesini bulmaktan umudu giderek iyice kesmiş, akşam Güneşi'nin vurduğu yanım epeyce yanmış vaziyette yan tarafta denize giren adalılara imrenerek bakarken afişlere rastladım. Umut işkencelerin en kötüsü demiş Bay Bıyıklı.

Bir umut önümde yükselen ürkütücü yokuşu kalp krizi geçirme pahasına tırmandıktan sonra sırtımdan, boynumdan akan terle sırılsıklam halde sesi takip ederek kapıya vardım. 1tl.ye fosforlu pembe bilekliklerden alıp içeri girdiğimde, kalabalığın sığmakta zorlandığı, aslında hoş bir ortam olduğunu gördüm.

Açıkçası müzikten pek bir şey anlamadığım bir gece oldu; bir iki Moğollar dinlediğimi hatırlıyorum sadece, gerisi arkadaş sohbeti ve biraz "buzzcuk"lu votka-tonik. İşte biraz etraftaki yerli Woodstock tiplerine bakındık; yeni tanıştığım insanlarla biraz işlerden filan konuştuk. Çiş bastırdığında yakındaki çim sahanın ilerisinde karanlık kuytu ağaç dipleri keşfettik.

Fazla uzatmadan, zaten baskıcı nemli havada artık insan kaldırmayan mekandan bunalıp arkalardan pek ne çaldığı duyulmayan yerimizden kalkıp aşağı inmeye karar verdik. Saat 10'a yaklaşmaktayken bir balıkçıda boş masa bulup, beki bir balığı bölüşüp 11'den sonraki vapurla dönüşe geçmeyi umuyorduk. Hala adayı terk etmeyen kalabalığın tıklım tıklım doldurduğu masaları görünce pek mümkün olmayacağını anladık ve mecburen Yasemin'e oturduk.

Cumartesi akşamları servis kalitesinin hemen her yerde düştüğünü gayet iyi bilsem de; şimdiye kadar kendi masamızda yığılı bırakılmış onlarca boş bardağı kendimiz toplamak zorunda kalmamıştık. Yarım saat içinde zorla sipariş verebildikten sonra servis de açılmayınca yemek umudumuzu kaybediyorduk ki; istavritle geldi. Hamsi boyunda 4 istavrit ve birkaç çatal tatsız tuzsuz tereyağında karides yanında ferah bir salata yedim. Hesabı vapuru kaçırmamak için aceleyle öderken duble rakıya 20tl ve duble olduğu iddia ettikleri küçük bir kasedeki salataya da 20tl. yazdıklarını görünce bayağı düdüklenmiş hissederek mekandan söylenerek ayrıldık.

Adeta bütün insanlar bizle senkronize hareket ediyordu bu gece; yüzlercesiyle aynı vapura bindik Kadıköy'e geçmek için. Arkadaşlardan ayrılıp gece yarısı eve minibüsle dönmeye karar verdim; minibüslere kadar taban patlattıktan sonra hepsi yol kenarına çekmiş bangır bangır halay dinleyip araç içinde kolları kaldırmış tepişen şoför topluluğunu fark edince bir an taksi seçeneği aklıma geldi. Gösterdikleri tarafa geri yürüyüp bekleyen bir minibüse bindim ve ön sıraları ele geçirmiş sarhoş apaçi maganda çetesinin tam ortasına oturmak zorunda kaldım. Gergin bir yolculuktan sonra yapış yapış, biraz midem bulanarak ve ayaklarım su toplamış halde kendimi eve attım.



1879

(15 AĞUSTOS CUMA)

Ne tatlı kıpır fıkır öpücüklü pıtırcıklı bir sahil akşamı!
Hangi eski öğrencinden kaldığını hatırlamadığımız kareli örtümüzü serdik, yürüyen tekelden ikinci biramızı aldık, gülüş gülüş bir yaz akşamını daha çakırkeyif kapattık...

14 Ağustos 2014 Perşembe

1878

Ali Usta'da dev dondurma molası; bademli ve fıstıklı...
Moda sahilinde esintili yürüyüş sefası; öpücüklü ve bisikletli...

13 Ağustos 2014 Çarşamba

1877

Uzun, siyah dantel bir plaj elbisesi aldığıma göre bugün; bir yola daha çıkacağız seninle.
Serinlemeye başlayan mevsimde, güz başında düşeceğiz yollara ve bizden hafif bir göçmen kuşlar olacak yollarda...

1876

(12 AĞUSTOS SALI)

Epeydir tutuyordum kendimi, bugün bırakıverdim.
Birkaç aydır içinde bulunduğumuz bu bekleme ortamının yarattığı stresi bastırmaktan, seni hep desteklemeye çalışmaktan biraz yorulmuştum, biraz da umutsuzluktan kaçmaktan...
Geçen haftayı senden uzak, deniz kenarında geçirmek beni hem rahatlattı, hem de biraz suçlu hissettim; yalnız başına şehrin en sıcak günlerinde üstelik de hastalanıp evde bunaldığını düşünürken.
Bir yandan da seni aramaya gitmedi elim pek, mesajlarına öylesine cevaplar yazdım-bugün düşündüm; neden?
Sanırım yorulmuşum, dedim ya.

Ağlamaya başlayınca ben de şaşırdım, anladım ki aslında hep tutmuşum kendimi bunca zaman.
Biraz üzdüm seni, hiç yük olmak istemediğim bu dönemde bir kaç saat meşgul ettim aklını belki ama- inan seni kaybetmekten korktuğumdan.

Bana sarılıp ayna karşısında, "Bir yolunu bulacağım, merak etme..." dedin, benim beklediğim tam da buymuş işte.

11 Ağustos 2014 Pazartesi

1875

Tahmin ettiğim gibi tatilin sonu, cumhurun başı derken...
Cehennem sıcağı bir gün!

1874

(10 AĞUSTOS PAZAR)

Utanç dolu bir gün.
Hepimiz için, tatilciler veya boykotçular için değil, tıpış tıpış oy vermeye gidenler için de utanç dolu bir gün...
Demokrasi işliyor görünsün de çarklar dönsün, biz de bu arada halkın sırtından geçinmeye devam edelim isteyen muhalefet partilerinin akıl almaz aptallıklarının 40. defa su yüzüne çıkışı...
Geçen seçimlerde, Büyük Hırsız kazanmasın diye Küçük Hırsız'a oy vermemizi isteyen, bir de utanmadan seçim sonucunun sorumluluğunu buna alet olmayanlarda arayan canım muhalefetim!
Bir umutla, 1 ay evveline kadar adını dahi bilmediği kibar bir adamcağızın "aslında iyi" olduğuna kendini inandırmaya çalışarak onu cumhurbaşkanı seçmek üzere oyunu kullanıp demokratik seçime katıldığını düşünen, iyi niyeti defalarca kere suistimal edilen saf insanlarım!

Kaybetmeye mahkumuz böyle giderse.
Önce bunla bir yüzleşmeli.
Belki de fazla hafife aldık rakibimizi; ya da daha doğrusu düşmanımızı bildik de dostumuz hiç belli değil.

En başında: Biz kazanılmış bir devrimin üzerine geldik bu topraklara.
Her şeyimiz vardı diyemem ama, en şanslıları bizlerdik bu memleketin.
Bugün cumhurbaşkanı seçilen adam; kendi devrimini yarattı.
Bana göre berbat bir üslup ve tavır içerisinde bile olsa; kendini takip edenlere bir şeyler vaat ediyor.
Pek ergence bulsam da, Ortadoğu'da ezilen halkların kurtarıcısı gibi tanıtmayı başarıyor kendini. Bizi değilse bile kendi seçmenini inandırıyor.
Muhalefet parti liderleri bize ne vaat ediyor sahi tam olarak?
Uzun Adam'dan kurtulmaktan başka bir planları var mı, yok sanırım üst üste 40. defa hata yapmaya devam ettiklerine göre...

Kimse seçime katılmayanlara tek laf etme hakkına sahip değil-biz size mecbur değiliz!
Bizi hırsızdan hırsıza mecbur eden sizler; rezilsiniz.
Muhalefetin cici liderleri utanmadan hala yıllardır tepesine bindikleri halkı suçluyorlar, kendilerinin 40 yıllık beceriksizliğini kapatmak için.
Defolun ulan- hepiniz en az o Uzun kadar kandırıyorsunuz halkı, onun kadar siz de sömürüyorsunuz.
Hiç birinize günahımı dahi vermem!

9 Ağustos 2014 Cumartesi

1873

Damla sakızlı karadutlu dondurma, kağıt helva arasına... Bir Artur vazgeçilmezi!

***

Bu yaz iki şeyden her zamankinden fazlaca tırsmaya başladım: çocuk doğurmak ve yaşlanmak.

Nedense herkesin " Oyy gocuvıcı da ay bıdıbıdı!" tadında sevdikleri bebeklerden ben uzak durmayı yeğliyorum. Acaba bende analık duygusu eksik mi? Aslında değil bence de; bu tarz çılgınca yüksek sesle çocukların üzerine atılmak onları aptala çeviriyormuş gibi gelir hep. Biraz daha insan gibi muamele etmeyi tercih ettiğim için, mesela ben büyük adammışçasına her şeyi konuşup anlatmayı severim. Dondurmacıda sıra beklerken, sahilde güneşlenirken veya akşam yemekten sonra okeye oturmuşken bir anda ortaya çıkıveren komşu bebeklerinden hazzetmiyorum-çok mu acayip? Galiba buldum: ben büyükleri aracılığıyla değil de doğrudan iletişim kurabildiğim çocukları seviyorum.

Yaşlanmak deyince kırışmaktan sarkmaktan ve artık seksi olmadığımı bir gün aynaya bakınca fark etmekten fazlası; beni korkutan bir gün artık yürüyememek, merdiven çıkamamak, yüzememek... Hareketlerimin kısıtlanması; özgürlüğümü yitirmek günden güne- daha beteri belki; sevdiklerini yitirmek. Parkinson sebebiyle gittikçe öne eğilen, harekete geçmesi ve refleksleri inanılmaz yavaşlayan, yüz kaslarını pek hareket ettiremediği için ifadesiz görünen dedemi izledikçe fenalıklar basıyor. Adamcağızın aklı yerinde ve hafızası da sağlam aslında fakat; bir kapı açıp arabaya binmesi, bazen sorduğumuz soruya cevap vermesi dakikalar sürebiliyor. Doktorun verdiği mimik güçlendirme hareketlerini yapmaktansa hortum tamir etmeyi veya bahçedeki kuru yaprakları tırmıklamayı daha çok seven dedeme, çocuk gibi bakmak anneanneme kalıyor. Sanırım bende bu sabır yok, işte hem çocuklar hem yaşlılar bana bunu hissettiriyor...


8 Ağustos 2014 Cuma

1872

"Yağmaz buraya yağmaz!" diyordu her seneki alışıldık garson abi, elinde boşları topladığı tepsiyle geçerken.
Anneannem başını salladı; katılıyordu: şimşekler çakıp gök şiddetle gürlemekteyken şimdi olduğu gibi, etrafı sel basardı da Artur'a yağmur düşmezdi.
"Şimdi bak Hacılar'a yağıyor hep. Hacıosman, Hacımemiş, Hacıhüseyin, Hacıoğlu... Oralara yağıyor, burda hacı mı var ki buraya yağsın!"
Bir kahkaha- bir daha!

Şimşekler çaktıkça, insanlar biraz biraz toplanmaya başladılar. Tek tük şemsiyeler boşalıyorduysa da, çocukların sahili terk etmeye niyeti yok gibiydi.
Gök gürlemeleri arkadan geliyordu, kara bulutların toplandığı taraftan.
Güneş bulutlar ardında kayboldu, rüzgar çıktı, gazetelerimizi, şapkalarımızı hep uçurdu.













Derken bir yağmur bastırdı-
Sazdan şemsiyeler altına sığınıp peştemallerimize sarınarak sağanağın dinmesini beklerken, anneannem bir eliyle elbisemin etekliğini tutmaya çalışıyor, diğer eliyle annemin çantasını zapt ediyordu.
Çocuklar yağmurun boşalmasını bir ayin havasında hep birlikte bağırış çağırış denize atlayarak, sevinç içinde karşıladılar.
Ben de 13 yaşımdayken nasıl severdim yağmurda denize girmeyi, aklıma geldi; bir ilk Eylül akşamüstü ılık denizde dev dalgalar yapınca imbat, evdeki viskiyi gizlice çay bardağına doldurup fondip yapmış da iskeleden atlamıştık el ele arkadaşlarla... 
Bir daha öyle arkadaşlarımız hiç olmadı, bir daha viskiyi hiç çay bardağından içmedim ve bir daha yağmurda dalgalı denizde hiç oynamadım o gün gibi...


1871

(07 AĞUSTOS PERŞEMBE)

Artur'umuz biraz huysuzdur: Haziran'da deniz ayak bileğinden yukarı giremeyeceğiniz soğuklukta; berrak fakat çivi gibidir. Yaşlıların denize girmemesi için uyarı bile yapılır. Akşamları açık hava sineması estikçe eser, mide üşütür. Diskoya çıkmaya cesaret eden birkaç ergenin beli açık gezdiğine bakmayın-onların termal derili olduklarını zaten biliyoruz.

Okulların kapanmasıyla kalabalıklaşan sahillerinde şemsiye gölgesi bulamayınca birilerine yancı oturmanız kaçınılmaz olmaya başlar. Etraf mayın tarlası gibi komşu doludur; birine selam verip ötekiyle işler nasıl gidiyor, berikiyle ne olacak bu memleketin hali, derken akşama kadar yaz tatili için ayırdığınız kitabın sayfasını çeviremezsiniz.

Buranın sezonu sayılan Temmuz ortasından Ağustos ortasına kadar süren 1 ay; "Artur yazı" olarak tanımlanmıştır. (Eski Arturlular tarafından) Yani geceleri ince bir hırkayla çıkabilirsiniz ve şanslıysanız az soğuk denize girebilirsiniz. Sinema ile disko göze alınabilir.

Bu en güzel sezonda komşu duraklatmalarından başka çocuk cıyırtıları da kaçınılmazdır. Akşam yemeğini hafif yediyseniz, buranın başka hiçbir yerde bulunmayan mis gibi karadutlu-sakızlı dondurmasından bir kağıt helva yaptırmak için aşağı inebilirsiniz. Sakince bir banka kurulup kağıt helva arası dondurmanın tadına varayım derken, çılgınca oyunlar oynayarak uzaylı gibi sesler çıkaran çocuk sürüsü etrafınızı saracaktır-korkacak bir şey yok.

Bu en popüler sezon boyunca muhtemelen ailenizin bir araya gelmesi için fırsatlar çıkacaktır; 40 metrekarelik evlerde 4 aile yaz tatilinin keyfi paha biçilemez: okul öncesi 2 çocuk, 1 bebek, 5 yetişkin ve 2 yaşlı arasında sabah tuvalet kapmaca maceraları yaşanacaktır- antrenmanlı gelin.

Ekmek ve gazete almaya her sabah markete yürümek sorun sayılmaz, fakat suratsız marketçinin suratını görmemek için kim gidecek yarışı yapılır. Bir akşam düldülle dolanayım da şöyle bir her tarafı göreyim, demeyin- 10km hızla giden traktörü süsleyen sünnet düğünü ışıklarına ve torun oyalayan dedelere baka baka insanın içi şişer.

Siz en iyisi çıkın fenere yürüyün; orası her saat eser. Kulak uğuldatan, baş döndüren, adamı yalnızsa tırstıran bir iştahla eser. İntihar için mükemmel nokta; fenerin falezleridir. Seneye belki düşünürsünüz...

6 Ağustos 2014 Çarşamba

1870

Çocukları neden bu kadar severiz, böyle sebepsiz- ben çok düşünürüm.

Bulabildiğim en hoş cevap şu oldu: Belki de, bizim çoktan gördüğümüz şeyleri henüz yeni keşfetmekte olup şaşkınlıkla karşıladıklarından, hayatın hepimize sırayla getirdiği kaçınılmaz durumları-aşık olmak gibi-saklamaya çalışmalarından, oysa bunlara artık fazlasıyla alışmış biz "büyükler"e halleri bariz şekilde göründüğünden sevimli geliyorlar bu kadar.

Tanıdık geliyorlar, defalarca izlediğimiz eski bir Türk filmine televizyonda bir pazar sabahı rastlamak gibi; yine güldürüyorlar, ne kadar bilindik öyküleri de olsa...

5 Ağustos 2014 Salı

1869

İlk gençliğimin en tatlı günlerini geçirdiğim Ayvalık'a; kendimi en rahat hissettiğim yere geldim-memleketim gibi burası!

Zeytinler hafif rüzgarda başlarını eğip karşıladı beni, deniz pürüzsüz ve alışılmadık ılık suyuyla bana bir kıyak geçeceğini daha ilk günden belli etti...

Her sene hangi kaldırım taşlarının yeniden döşendiğini anladığım, fıstık çamlarının nasıl hızlı büyüdüğüne şaştığım ve hiç dönmek istemeden İstanbul istikametine bir gece otobüsüne bilet aldığım sitenin yokuşlarını tırmanmak için can atıyorum akşam yemeğinden sonra.

3 kere denize girmediğim, ilk iskeleden sonuncuya yüzmediğim günü kayıp saydığım geleneksel tatillerimin bu seneki ilk gününde, 3. yüzüşümden sonra bir soğuk bira söyleyip 16 yıldır oturduğum sandalyelere oturdum, akşamüzeri hala yakan Güneş'e karşı, Ayvalık ufkuna kadeh kaldırdım!


1868

(04 AĞUSTOS PAZARTESİ)

Bir koşturmacadır geçti şehirdeki son günümüz; kargoya verilmesi gereken ayakkabı paketleri, ustayla görüşülecek mevzular, tekrar teyit edilecek siparişler ve bütün bunların arasında iki arada bir derede sevişmeler...


3 Ağustos 2014 Pazar

1867

Sadri Alışıklı Selda Alkorlu siyah beyaz bir film eşliğinde ayaklarımı ılık sulara basıp yasemin yağıyla ovaladım bu akşamüstü; "Boyacı."
Kendimi rahatlatmanın daha güzel bir yolunu bulamadım henüz...

2 Ağustos 2014 Cumartesi

1866

Küba Barında Bir Karşılaşma

Uzak diyarlardan bilinmedik bir şehrin köhne Küba barında, eski ahşap bar sandalyelerinden birinde oturmuş, kolları sıvalı beyaz gömleğinin bir düğmesini çözüyorsun. Seni çoktan fark etmiş olduğum halde, pek bakmamaya çalışarak beni görmeni umuyorum barın öbür ucundaki sandalyede Martini'mi içerken.

Meşgul barmen kafasını kaldırıp sana selam verince gözlerin gülüyor, bembeyaz dişlerin cömert gülümseyişine ışıltı katarak ortaya çıkıyor. Ürperiyorum-ne kadar harikasın!

Terlemiş alnını siliyorsun konuşurken, dikkat çekmeye çalışan sarhoş bir adamın abartılı hareketleri mi bunlar? Kahkahalarını yüksek atıyor ve barmenle çok sıkı fıkı görünüyorsun. Onu ne zamandır tanıdığını merak etmekteyken, yeni gelen kadınlardan iki tanesi sana selam vermek için yanına uğruyor. Hepsine nazik davransan da, fazla ilgi göstermiyor gibi bir halin var, hoşuma gidiyor. Tam bu sırada benden tarafa çok kısa bir bakış atınca başımı telaşla yere çeviriyorum.

Ayakkabılarıma güveniyorum; siyah ve topuklular. Sol ayağımı yere vurarak şarkıya eşlik ederken kendimi daha güçlü hissediyorum ve Martini bardağının dibini buluyorum. Barmene yeni bir içki söylerken bana bir daha bakıyorsun-bu sefer planlanmış bir bakış- yine kaçamak.

Gülümsüyorum-benden etkilendin.

Elbisemin askısıyla oynarken sırtı açık ipek elbisemi seçmiş olduğuma sevinerek biraz etrafa bakınır gibi yapıyorum. Duman altı barda iki üç çift dansa benzer bir şeyler yapıyor, bir iki çift öpüşüyor ve pek çok yalnız adamla kadın puro içiyorlar.

Bana bakarken saklanmıyorsun artık, birkaç saniyeden fazla tutmaktan çekinmiyorsun gözlerini üzerimde, yine de utangaç bir halin var. Yalnız tanıdıklara denk geldikçe arada bir kocaman gülüşünü gösteriyorsun; bembeyaz ışığa boğan gülüşünü... O zaman ben de seni izliyorum.

Henüz bozulmadığı halde koyu kırmızı rujumu bir merasim edasıyla tazelemeye koyuluyorum bir Martini daha ısmarlamak üzere barmeni çağırırken. Sol dirseğimde bir el-irkiliyorum!

Biraz daha çekingen bir gülüş biçmişsin bana: "Merhaba" derken. Belli belirsiz gülümsüyorum, neden bu kadar tutuk kaldığımı anlayamazken. "Bir Martini daha?" diye sorduğunu dinlerken sağ elmacık kemiğine saklanan eski bir yara izini fark ediyorum-ne kadar harikasın!

Duraksamam seni ürkütüyor olmalı, bakışların biraz çekingen, "Yoksa başka bir şey mi istiyordunuz? İzin verirseniz ben ısmarlıyorum."

"Martini güzeldi. Bir tane daha alabilirim."

Keyfin yerine geliyor, zaten hangi kadın senin terli beyaz gömleğine ve kirli sakal köşeli çenene kayıtsız kalabilirdi? Seni süründürürüm adam! Zihnimi okuyamadığın için o anki hınzır gülüşümün manasını senle sevişmek istediğime yorduğunu biliyorum.

Martinim gelir gelmez bir yudum alarak rahatlamaya ve zaman kazanmaya çalışıyorum, o sırada başlayan ve sevdiğin çok belli olan şarkıda dans etmek için aniden yanımdan kalkıp sahneye çıkıyorsun. Biraz abartılı bir zorlamayla yan masalardaki adamlardan ikisini daha kaldırıp kollarını başının üzerinde birleştirerek ayaklarını yere sert ritmle vurmaya, etrafında dönmeye başlıyorsun. Kahkahaların, terleyen koltukaltlarınız, döne döne yer değiştirmeleriniz başımı döndürüyor; nakaratta hep bir ağızdan haykırışlarınız, el çırpışınız kulaklarımı uğuldatıyor. Martini'mi bir dikişte bitiriyorum.

Şarkı biterken yanıma geri gelip bir şey söylemeden Whisky'ni dikiyorsun-şimdi sen de sarhoşsun. Senden etkilenen bar ahalisine dahil olup olmadığımı anlayabilmek için içki kadehime bir bakış atıp, boşaldığını görünce gülümsüyorsun. Evet- alkışlayan, öpücük gönderen herkes gibi ben de sana bayılmışım. Bir Martini daha söylüyorsun bana sormadan. Galiba aramızda sessiz bir anlayış var?

Nihayet: "Sizi daha önce de burada gördüm." demeye lütfediyorsun. "Geçen gece...Yanılıyor muyum?"

Bende yine o sevimsiz samimiyetsiz gülümseme baş gösteriyor: "Hmm evet... Pek kalmadım, keyfim yoktu. Fazla kalabalıktı..."

"Kalabalık bazen eğlencelidir, bazen bunaltıcı... Haydi- içkilerimizi alıp kapı önüne çıkalım biraz!"

Acaba boş bir adam mı, yoksa göründüğü kadar harika olabilir mi? Önümde yürürken ellerini izliyorum; huzursuzlar. Bunu heyecanına mı yormalı, yoksa alkolik midir? Kadınların yarısından selam alırken diğer yarısı onu aç gözlerle izliyor, sapığın teki midir? Bir dakikalık kapıya yürüyüşümüzde aklımdan türlü şüpheler geçiyor, hepsini kendime saklıyorum.

Temiz soğuk hava! Mis gibi zifiri gece! Ürperiyorum. Yıldızlara bakakalıyorum.

Elini sırtıma koyup gülümseyerek anlatmaya başlıyorsun. Dinlerken dudaklarına bakıyorum.

Bu gece uzun olacak...









1865

(01 AĞUSTOS CUMA)

Pek keyfim yoktu bugünlerde; ya karnım ağrıyor ya başım ve boğazıma takılan vakitsiz bir öksürük bozuyor gece uykularımı...

Ama seni görmek her zamanki gibi çok iyi geldi; ılık kokuna sığınmak ve dünyanın en yumuşak dudaklarını öpmek...

Sanırım ev yağımı macchiato yanında nutellalı wafflelarla yağılan kahvaltının da etkisi oldu biraz...