30 Mayıs 2013 Perşembe

1436

Abbas Güçlü ile genç bakış programında dün gece İstanbul'un yeni çehresini oluşturan gökdelen ve AVM.ler ile 29Mayıs fetih yıl dönümüne denk getirilerek temeli atılan 3. köprü üzerine sohbet edilirken, çoğu tarih okuyan 29Mayıs Üniversitesi öğrencisi bazı gençlerin embesilliği aklımı başımdan aldı.

Embesil diyorum; zira sözlük anlamı en yakın olan tarif bu, hakaret maksadıyla değil; elbette cahil, görgüsüz, kendini bilmez, geçmişinden bihaber de denilebilir. Herhalde soru sormak için söz alanların çoğu tesadüfen bu zeka seviyesinde idi, aksi halde bu genel durumu yansıtmaktaysa belki de üniversite giriş sınavını baştan değiştirmek lazım. 


Çok değerli Haldun Hürel hocam ve İstanbul manzaralı nitelikli romanlar yazan Ahmet Ümit hayretler ettiğim bir çabayla İstanbul'un eski ve yeni vaziyetini Dünya'dan örnekler vererek, karşılaştırmalı olarak bu kafasız gençlerin kafalarına sokmaya uğraştılar. Başarılı olduklarını sanmam.


Zira gençlerin çoğu; onları bir tür otorite gibi algılamış olacaklar ki, İstanbul'u korumaktan başka gayesi olmayan bu insanlara laf sokmayı kendilerine görev bildiler, üstelik farkında olmadan cehaletlerini ortaya serip pek komik duruma düştüler. 


Yavuz Sultan Selim adını almasıyla tartışma konusu olduğu kadar, İstanbul'a teşvik edeceği göç ve beraberinde çekeceği trafik yüzünden tartışma mevzusu olamayan yeni köprümüz İstanbul'un sırtına yüklendi, belini kıracak. İleriyi görmekten geçtim, önünü görmekten aciz bir öğrenci bu hususta "Siz saatlerce trafikte kalmaktan memnun musunuz? Köprü yapılmasa böyle devam edecek, İstanbul kurtulmayacak ki." minvalinde konuştu. Sanırsam bu şehrin köprüsü olmadan evvelki nüfus ve trafik durumu ile köprülerden sonraki durumunu hiç yan yana koyamıyor; becerebilse görürdü: halihazırda 2 saatte karşıya geçebiliyorken 3. köprümüz yapıldıktan sonra ilk sene 1 saatte karşıya geçebileceksek, ertesi sene 3 saatte geçmeye başlayacağız. Çünkü birkaç yüzbincik insan daha katılmış olacak aramıza. Belki 4, bir köprünün vakti gelmiştir diye düşünmeye başlayacağız, aslında toptan boğazı doldurup iki yakayı birleştirsek daha kolay!


Yıkılmak istenen İnönü Stadı, kaldırılmaya çalışılan Gezi Parkı vb. yerine sürekli içleri hep aynı mağazalarla dolu para tuzağı alışveriş merkezleri ve buralardan alışveriş yapacak zenginler otursun diye gökdelen rezidanslar dikilmesinin yersiz, dahası yok edici etkisinden bahis açtı Ahmet Ümit bir ara. Ona cevabı yine kahraman bir kızımız yapıştırdı: söze "Evet gökdelenlerin silueti ne kadar bozduğunu geçenlerde biz de arkadaşımla karşıya geçerken fark ettik..." şeklinde başlayan kızımız ses tonunu aniden yükseltip heyecanla "Ama...zaman geçiyor, şehirler de gelişiyor, biz bunu engelleyemeyiz!" deyiverdi. Gelişmek ile değişmek arasındaki farkı belli ki idrak edemeyen coşkulu kızımız devam etti: "Sonuçta insanların yaşayacak eve ihtiyacı var ki bu gökdelenler yapılıyor, bu da hizmet değil mi?" 


Burada bir es veriyorum; nefes alınız.


Nefes verin, rahatlayın, sakin olun.


İyimser bir tahminle 10yıl sonra o evlerde oturan hiç kimsenin çocuklarını gezdirecekleri park bulamayacağını, birinin bu kıza hatırlatması gerek. Kendisini beton bir odaya kapatıp "Hizmetimizden memnun musunuz? Size de bir yer bulduk." demek de güzel bir fikir olabilir kanımca. Yaşamak; yalnızca hayatta kalmak değildir! Kaldı ki; hayatta kalmamız bile garanti olmayabilir bu gidişatın sonunda...

Arkadaşları tarafından bolca alkış alan bu medar-ı iftihar şahıs, Haldun hocanın "Sorsam İstanbul'un 7 tepesini bile sayamazsın." kışkırtması üzerine internetten hızla cevap yetiştirmeyi çok iyi bilen etrafı sayesinde meydan okumaya kalkıştı: "Topkapı sarayı tepesi.." diye başladığı listesinin tamamını okumaya muvaffak olamadı ama, aklımda "Oranın Sarayburnu olduğunu biliyor mudur acaba?" sorusunun belirmesine muvaffak oldu.


Kahraman arkadaşının kendini rezil olmuş hissetmesine dayanamamış olacak ki, hemen peşinden bir başka arkadaşı onu kurtardı ve "Tutturmuşsunuz İstanbul 7 tepe diye.. Bir kere İstanbul 4 tepelidir!" çıkışıyla hepimizin tarih bilgisine yeni bir soluk getirdi. Heyecanla irkilmiş dinliyorduk ki, İstanbul'dan kastının Konstantiniyye olduğunu anladık da iştahımız söndü. Tarihinde 4 defa yeni şehir duvarları inşa edilerek sürekli genişlemiş olan güzel ve kadersiz İstanbul'un bugüne kalan 2. Theodosius surlarını değil, ondan bir evvelki Constantin surlarını baz alarak,  Constantin'in inşa ettirdiği surların içinde kalan bölgenin 4 tepeli olduğunu saptamış. Bunu bağırarak söylediğine göre, herhalde bir tarihi keşif olarak görüyor.


Bir diğer tarih öğrencisi kızımız, İstanbul'un bugünlerde hararetle tartışılan kentleşme ve altyapı sorunlarını mühim addetmemiş olacak ki; halkın Ayasofya'nın cami olarak ibadete açılması isteğini gündeme getirdi. Anlayamadığım; bu isteğe niçin hala cevap verilmediğinin hesabını bir edebiyatçı ile bir tarihçiye sorması oldu. Yoksa kolayca tribünlerden alkış almayı hedefleyen bir gencin laflarına fazlaca mı anlam yüklüyorum? 


Kısacası ben dersimi aldım.

Artık kim bu %50 diye sormam.


Birileri cebini doldursun, ekonomi düzeliyor gibi görünsün diye inşaat sektörüne yüklenip hababam kültür merkezimsi kültürsüzlük abideleri ve kimliksiz plazalar yapılmaya neden ısrarla devam ediliyor, hiç sormam. 


Gördüm ki bazı gençlerimiz bu-çarpık da değil, iç içe, üst üste, geleceği olmayan- kentleşme biçiminden gayet memnun, hatta eleştirilmesi halinde son derece saldırganlar. 


Birkaç köşe yazarı İnci Pastahanesi ve Emek Sineması binalarının yıkımına karşı çıkılan vakitlerde oturdukları yerden attıkları tweetlerle bu protestolara katılanları küçümsüyor, bizleri "dikkat çekmeye çalışan entel takımı", "sırf muhalefet etmek için boş konuşanlar" olarak niteliyor, "Amaan zaten İnci'nin profiterolü güzel değildi, başka yerden alırız." sığlığında yorumlar getiriyorlardı. Yalnız bu iş profiterolünü elinden almakla başladı, sinemanı, elindeki içki şişesini, derken efendim parkını bahçeni, aa bir de bakmışsın üstündeki kıyafeti, gitmeyi sevdiğin mekanları, okumak istediğin kitapları elinden alıvermiş. Hadi bir süre idare edersiniz canım kardeşlerim, foursquare check-in yapabileceğiniz daha modern pastahanelere gidersiniz, köşenizde "kim şık kim rüküş" yazmayı suya sabuna dokunmadan rahatça sürdürebilirsiniz. Biraz daha sonra bir bakmışsınız orası olmazsa burası diyebileceğiniz alternatif kalmamış. 


Nereden alacaksınız o zaman profiterolü? 


Nerede yiyeceksiniz, içeceksiniz, daha mühimi nerede eğlenip güleceksiniz, yürüyüp koşacaksınız, içine edilirken dalga geçtiğiniz İstanbul'da mı?


























29 Mayıs 2013 Çarşamba

1435

Çok neşeli bir gün-onca gergin sıkıntılı günden sonra!!!

Gençlik Aşısı

Sahile bisikletiyle gelen sevgilimi elimde bira torbasıyla sevinçten hoplayarak karşıladığıma göre biz genç sayılırız. Birbirimizi eve atmakla alakalı ergence hayaller kurduğumuza göre biz epeyce genç sayılırız. Öpüşmeyi özlediğimi söyleyince birbirimize utangaç gülümseyip etrafı umursamadan öpüşmeye başladığımıza göre biz hepten genciz yahu!

1434

(28 MAYIS SALI)

Gerçekleri öğrenmek hususundaki bu bıkmak bilmeyen azimli dedektiflik çalışmalarımın bana faydası mı zararı mı olduğundan emin değilim-ama pek çok şeyi ancak bu şekilde ortaya çıkardığım kesin-her neyse!

Dün gece rüyamda öpüştüğümü gördüm, denize girdiğimi, tekrar tekrar atlayıp iskeleye yüzdüğümü, uzun uzun öpüldüğümü gördüm; özlediğim şeyleri...

27 Mayıs 2013 Pazartesi

1433

Hafta başı=iş stresi

Bugün=Umudu yüksek tutmaca=Günübirlik tatil planları=Kaçamak hayalleri=Öpücüklü telefon konuşmaları

1432

(26 MAYIS PAZAR)

Beşiktaş sahilinde başlayan çiçekli ve güneşli pazar günü, boğaz hattından bol sohbetli yürüyüşle Arnavutköy'e varan ve vakit ilerledikçe kalabalıklaşan grubumuzun neşesini tazeledi.

Avarelik ruhu sinmiş bir sahil kasabası kermesi tadındaki Arnavutköy şenliği, sakin bir tatil gününü müjdeliyordu; bu saatten sonra Suzan Kardeş eşliğinde bira içip midye tava yemekten başka ne isteyebilirdik ki?

Deniz kenarına sıralanmış pahalı ve beyaz masa örtülü mekanların arka sokağında, keşfedilmeyi bekleyen pek sevimli Hayri Balık; işte bu tek isteğimizi bize sundu: gülümsemeye nadiren ara verdiğimiz akşamüstü masası...

Birkaç şarkıya eşlik ettikten sonra Arnavutköy'ün içlerine doğru fotoğraflı bir gezintiye çıktık, restore edilen veya yıkılmak üzere terk edilmiş ahşap evlere, bu evlerin pencere pervazlarına kıvrılmış kedilere, kapı önlerine masa atmış teyzelere baktık.

Tüm pisliğine, insanı sürüklediği telaşa rağmen çok sevdiğimiz İstanbul'a bir selam daha çakıp akşam son vapurla karşıya geçip evlere dağıldık.




1431

(25 MAYIS CUMARTESİ)

İstanbul'un -hani nasıl desem- bende ayrı bir yeri olan Karaköy sahilinin en manzaralı mekanı Liman Lokantası'nda hafif rüzgarlı ve keyifli bir akşamda bir araya geldik, arkadaşlarımızın evlenmesini kutlamak için.

Boğaza karşı rakılar içildi, sohbet edildi, mezeler çatallandı, konuklara selam verildi, balıklar afiyetle yendi ve elbette -benim için en eğlenceli kısmı- daha o akşam tanıştığım yengelerle karşılıklı çiftetelli oynandı, halaylar çekildi.

Hayat onlara mutluluklar getirsin!

24 Mayıs 2013 Cuma

1430

Genç İlkyaz Akşamüstüsü

Bugün dondurma yemeye indik birlikte, biraz yürüdük, eski yaz günlerimizdeki gibi, vişne-yeşil elmalı dondurma aldık, genç hissettik.
Güzel bir sürpriz oldu masa başında çalışırken, ağlamaktan kızaran sol gözüme ve uykusuz gecelerime.
El ele yürüdük caddeler boyu kar gibi yağan polenler altında, rüzgarın gözlükleri başımızdan, peçeteleri masamızdan uçurup şaşırttığı bu ilkyaz akşamüstüsünde.
Bir iki defa yolda duraklayıp öpüştük, gençmişiz gibi, meyve ağaçlarını saydık bir bir: olmuş erik, çiçek açan nar, patlamış incir, malta eriği, olgun dut, hata bir portakal...
Birlikte ilk yılımızda çıktığımız tatilden bir sokağı anımsadık o an; portakal ağaçlı sokağı, daha gençmişiz gibi sanki...
Otobüs durağına kadar bıraktım seni, kırgınlıklarımı saydım yürürken yine, mahallemizden el ele geçtik fütursuzca, son 10 dakikada bir kaç şey dedin ya onlar çok içime takıldı, bilesin.
"Bende bir umut var, senin inatla kırmaya çalıştığın." dedin, içimde buz gibi bir rüzgar esti, ürperdim...
Kollarına dokunmaya çalıştım düşünmeden, gömlek yakanı kıvırdım, kaşlarını düzelttim, kaybetmekten korktum seni, dedim belki dokunursam her şey geçiverir.
Geçti mi?


1429

(23 MAYIS PERŞEMBE)

Çok zor hazmettiğim bir akşam...
Boğazıma takılan bir akşam, işte
geçemeyen gitmeyen def olmayan bir akşam
Aşk şiirlerini hep çöpe attığım
Eski fotoğrafları camdan fırlattığım akşam
Herkese lanet okuduğum bu akşam,
Ölümü düşündüğüm, işte...

22 Mayıs 2013 Çarşamba

1428

Nazar boncuklu, gergin, sıcak, sıkıntılı, ama olmazsa yaşanmaz ya-yine de birazcık umutlu bir gün...
 

21 Mayıs 2013 Salı

1427

Huzursuzluk had safhada!

Bağıra bağıra şarkı söylemek istiyorum,
ya da teknenin kıçında oturup rüzgara karşı son sürat ufka doğru gözlerim kapalı gitmek...

20 Mayıs 2013 Pazartesi

1426

Bugün Londra'yı özledim.
Big Ben, Picadilly Circus. Trafalgar Square, Westminster Sarayı, St. Paul katedrali, London Eye dönme dolap, Buckingham Sarayı, Thames nehri, Tower Bridge...
Bugün, seni özledim.
Senle birlikte Londra'yı gezme ihtimalimizi özledim.

19 Mayıs 2013 Pazar

1425

Ortanca olmak ne hoş- hayat hiç sıkıcı değil, her sene ayrı renk açabiliyorsun; mesela bizim Remziye kimlik değiştirerek bu yaz Rukiye oldu!

1424

(18 MAYIS CUMARTESİ)

Hasretle beklenen bir gün; bir gevşeme molası...

Günün ilk yarısını banyoda uygulanan maskeler ile özenle törpülenip cilalanan tırnaklara ayırdığım ve uzunca zamandır aklımın gerisinden eksik olmayan stres kaynaklarını sonunda 1 günlüğüne de olsa bastırmaya muvaffak olduğum "felekten çalınan bir gün"...

Efendim; bu güneşli ve sıcak ilkyaz öğleden sonrası; her aktivitemize bir konsept belirleme takıntımız doğrultusunda "çilek konsepti" ile donattığımız piknik örtümüzü Caddebostan sahili çimenlerinin gölgesi müsait bir bölgesine yaydık. Etrafımızda şarabını alıp tek başına gelmiş cool adamlar, üstlerini çıkarıp güneşlenen testesteron abiler, baloncular, çingene çocuklar- kısacası tekmil bahtiyar insanlar vardı.

Evvela birer soluklanma birası, yanında enfes fıstık, arada bir dolu çilek, midemiz kazınınca birer çilekli kek ve ardından birer keyif birası daha devirerek geçirdiğimiz saatler, birkaç arkadaşın eklenmesi ve balonlar alınmasıyla, ziyadesiyle şenlendi.
Amma ve lakin; bu sürprizli günün yalnızca sakin başlangıcından ibaret imiş-bilemedik. Akşamı ettikten sonra hafif temiz hava çarpması sendromları göstererek ve yanımızda 2 işitme engelli arkadaş olduğu halde; 1 araba-2 metrobüs-1 metro vasıtaları ile Beyoğlu'na vardık. Sahilden bir mavi uçan balon, yoldan bir Ice Age oyuncağı ile bir Polo şeker kapıp hediye götürdüğümüz bir arkadaşın doğumgününe uğrayınca; bendeniz yanına oturduğum sohbeti baldan tatlı bir gazetecinin sıkıştırmalı sorularına maruz kalmanın keyfini çıkardım. Vallahi zor kalktık da anca yetiştik bugünün başından beri sayıkladığım Cümbüş Cemaat konserinin ilk yarısına!
Efendim; günün geceye varan bundan sonraki kısmı epeyce ironikti; zira yanımızda 2 işitme engelli arkadaş hala olduğu halde canlı müzik dinlemeye gittik. Şaşırarak farkına vardım ki; insan duyamasa da, etrafındakilerin danslarını gözlemleyerek müziği anlayabiliyor ve dans ettikçe müziği hissedebiliyor. Bir Azeri, bir Ermeni, bir Çingene, bir İstanbul şarkısı derken dansın özgürleştirdiği bacaklarımız hiç yerinde durmadı ve mekanın fotoğrafçısı onlardan epey malzeme çıkardı.

Gecenin sabaha vardığı vakitlerde eve dönmeyi tasarlamaya başlamıştık, lakin o kadar kolay olmayacaktı. Kentsel dönüşüm çalışmalarının delik deşik ettiği Tarlabaşı yine "her Allah'ın günü karı muhabbetlerinde, carıl curul ve tatlı kaçık*"tı. "Gel de İçme" barda somurtarak oturan dertli ve her daim öfkeli travestiler, leopar tulum kaynak saçlı giymiş ablalar, trafiği kilitleyen sarı sel taksiler, sokak aralarında yere çökmüş kusan yahut uyuya kalan sarhoşlar, şampiyonluğu kutlayan Galatasaraylılar, eve dönmeye çalışanlar, kavga eden ağlayan çiftler, bir de ambulans!

Sabahı ettik mi- ettik!
Kadıköy otobüsünde yanımızdaki çocuğun ertesi gün Kıbrıs'ta askere gideceğini öğrendik, köprüyü geçince inip arabaya bindik ve bu saatte eve gitmeyelim diyerek sahile çektik. Sürprizlerle dolu gün bitmek bilmiyordu! Sabah serinliğinde alabildiğine durgun ve sisli denize bakmak için kayalara oturduk, yere atılmış çekirdek kabuklarıyla oynarken tek tük konuştuk. Özel bir okula gitmemiş, hayır, çok zor olmuş, evet, ama bu sayede zoru başarıp konuşmayı öğrenmiş. Sessizlikte-şimdiki gibi-duyabiliyormuş aslında, her gün insanların hesaplarını inceliyormuş çalıştığı bankada. "Başka Dilde Aşk" filmini izlememiş. Tesadüfen karşılaştığımız iki arkadaşına da selam verip sabahın ilk saatlerinde eve döndük.

Şüphesiz, unutulmayacak bir gündü.




*Akgün Akova'nın Güvercinli Güvercinli Şiiri'nden alıntı.







1423

(17 MAYIS CUMA)

Aile Yemeği

Ailecek bir arada; beyaz iş örtülü, kristal bardaklı sofrada, anneannemin hayata inat eden ve hiç eksilmeyen neşesi altında, hepimizin en sevdiği yemekler masa ortasında, herkes yıllardır şaşmayan yerlerinde yan yana, arada bir oradan buradan kopan kahkaha...Sandığımız gibi sonsuza dek sürmeyecek  ne yazık ki ve göz ardı ettiğimiz kadar sıradan değil-ne güzel aslında!


1422

(16 MAYIS PERŞEMBE)

Bütün yazımın berbat geçeceğini düşünerek uyandığım, nefes alamadığım bir gün...

Hem sevdiğim birinden ayrı kalmak zorunda olacağım için onu özlemek, ondan uzaklaşmak fikri beni endişelendiriyor, hem keyif aldığım pek çok şeyi ancak onunla yapma fırsatım olduğundan bir anda çalışmaktan başka -hani hayata tutunmamı sağlayan şeyleri- bir süre yapamayacağım korkusuyla panikliyorum. Son 3 yılda hayatımın çok da mühim parçalarını oluşturmayan insanların eksilmesiyle kalabalık arkadaş ortamlarından uzaklaşmamın verdiği bir nevi içe kapanmışlık duygusunun huzursuzluğunu hissediyorum. 1 odada geçen gündüzü gecesi birbirine karışmış vaziyetteki iş hayatımın müşteri-usta görüşmeleri haricinde pek sosyalleşme imkanı tanımamasından mütevellit; güzel vakit geçirmek için cuma geceleri "hani şu bizim her zamanki" bara takılmayı severim, yahut cumartesileri arada canlı müzik dinlemeye giderim, pazarları işte kahvaltı ve sahil havası alma günü falan filan. Çok da bir numarası yok hayatımın sanki. Yine de etrafıma bakınca yaşıtlarıma nazaran epeyce fazla şey yaptığımı düşünüp şaşıyorum bazı bazı-en azından sezonda 7-8 oyuna gittim, sinemada genelde iyi filmleri seçtim, başka kapılar açan sergiler gezdim, bahar alerjim ve hava durumu elverdiğince yürüyüşlere çıktım, arada bir de olsa dans etme fırsatlarını kaçırmadım, tek tük de olsa çok tatlı enteresan yaşam öyküleri olan insanlarla tanış oldum.

Eh- buna da şükür!

Ne diyelim; hayat hakkını verdikçe güzel.

1421

(15 MAYIS ÇARŞAMBA)

Yemek; Emektir.

Emekle tüyleri soyulup yaprak araları doldurularak yapılan enginar dolması ile kat kat dizilen pembe pembe çilekli-karadutlu ferahlatan yaz tatlısı, bence son günlerde tırmanan gerginliğimize bir nebze iyi gelebilir.


14 Mayıs 2013 Salı

1420

Cevapsız Sorularla Dolu Bir Gün

Hayattan son zamanlarda pek de keyif almadığımızı arkadaşlar arasında teyit ettiğimiz, yaşlanmakta ve hayatı ucundan kaçırmakta olduğumuzun farkına vardığımız, çalışmakla geçen günlerin tatminsiz otomatikliğinde yaşadığımıza çok memnun olmadığımız bir kaç günden biri daha...

Festivaller mesela; artık eskisi gibi keyifli değil mi? Tanıdık gruplar pek çıkmıyor yahut çok da hayranı olduğumuz müzisyenler gelmiyor mu? Eğlenmek gitgide bir teenage vakit kaybı gibi mi görünüyor? Hayatımızın en tatlı yıllarını geride bıraktık ve bundan sonrası sadece sorumluluk ve iş güç para peşinde mi geçecek? Olmayı istediğimiz kişiler olamadık mı biz?

1419

(13 MAYIS PAZARTESİ)

Bahara Sitem

Ben baharı çok severim de bahar niçin beni sevmez?!
Ne diye burnumu tıkatır, gözlerimi yaşartır, boğazımı düğümler ve bacaklarımı kaşındırır??
Ben baharı bisiklete binmekle, dondurma döndürmekle bir de çileklerle anarım da,
o beni niye hep gerginliklerle, hastalıklarla karşılar!

1418

(12 MAYIS PAZAR)

Sessiz Anneler Günü

Anneler gününü, katliam haberleri, bomba patlamaları ve savaş çığırtkanlıklarından uzak sessiz sakin bir köy evinde, olabildiğince huzurlu geçirdik.

Önümde görebildiğimce yeşillik ve göl, kucağımda gazetem ve az ötemde esneyen, gerinen sevimlilik muskası bir mahluk!

Anneannemin aileyi toparlayan, bileştiren anneliği,başka yerde bulunmayan muhteşem keşli cevizli mantısı, her türlü dertten uzak düşünmeden yaşanan bir gün- meğer ne büyük ihtiyaçmış!


1417

(11 MAYIS CUMARTESİ)

Cumartesi ne gündü, pazar nasıl geçiverdi, pazartesiyi niçin unuttum, salıyı neden yazmadım..?
...

İşteki belirsizlikler yüzünden sıkıntılı ve dalgın başlayan gün boyunca, bahar alerjisinin ara ara tıkadığı burnumun elverdiğince neşeli, gerginliğime rağmen olabildiğimce keyifli idim.

Seçtiğimiz filmin de bayıltıcı etkisiyle ara ara uykuya dalarak ve baştan aşağı yayılmaca halinde kanepe ile yatak arasında mekik dokuyarak geçirdiğimiz gün, fındık mantarı kavurmalı leziz bir kahvaltıyla başladı.

Romanya'da tepelerin ardındaki manastırda rahibeler arasında sıkıcılığın son haddinde ilerleyen filmi bitirmeye mecalimiz kalmayınca, akşama doğru bir arkadaşın düğününe gitmek üzere evden çıkmamız gereken vakte kadar bisiklet yarışına baktık.

"Figaro düğün salonu" yaratıcı olduğu kadar kitch bir mekan olup, davullu zurnalı ve anonslu takı merasimli bir düğünü köşe masadaki yabancılar olarak seyrettik, topuklu ayakkabılarımı giyip çıkabileceğim bir başka süslü gecede daha hoş planlarda buluşmayı temenni ederek öpüşerek ayrıldık.

Bunu saymayız, bir sonraki düğüne yine gideriz.

10 Mayıs 2013 Cuma

9 Mayıs 2013 Perşembe

1415

kendi işimi yapmanın kolay olacağını kimse söylemedi-
ama bu kadar aptal, mesnetsiz sıfatsız tiple uğraşmak zorunda kalacağımı da 
söylememişlerdi!

1414

(08 MAYIS ÇARŞAMBA)

Su yeşili, esintili, bahar alerjili, uçuşan etekli ve rüzgarlı polenli bir günün sonrasında Rana...

Uzun eteğinin üstüne göbeğini hafifçe aralık bırakan fakat göbek deliğini göstermeyen etnik esintili bir bluz giymiş, saçlarını salmış ve burnunu çeke çeke sevgilisine gitmişti... Kendisini çok seven bu adamı mutlu etmek için, yanında zeytinyağlı enginar ile çilekli yaz tatlısı yapıp götürmüştü...

Bahar yorgunluğu ve uykusuz iş günlerinin etkisiyle yemekten sonra iyice tembelleşip kanepeye uzanan ikili, hafif dalgın ama huzurlu, sessiz, koyun koyuna tatlı bir akşam geçirdiler...


7 Mayıs 2013 Salı

1413

Sen, Ben, O; Masal

Sindirella'nın bal kabağından arabasına bindim çocuk rüyalarında geziniyorum
Aynı anda masmavi denizler üzerinden yükseklerde uçuyor, balonlara takılıp düşüyorum
Hem bir hikayede kaybolan kahramanım, hem onun sürdüğü at, hem atın rüyası benim
Öyle bir masal ki dolaşık, hem istiridye içindeki inci oluyorum, hem Titanik içinde yolcu
Aynı anda hem ağlayan benim, hem göz yaşımdan yansıyan senim, hem unutamadığım o..

1412

(06 MAYIS PAZARTESİ)


Bugün yine dünyanın henüz görmediğim bir yerinden başka bir kadını memnun etmenin haklı gururunu yaşıyorum...!

6 Mayıs 2013 Pazartesi

1411

(05 MAYIS PAZAR)

Epeydir açığa çıkmamış bir takım eskiden kalma, halledilemeyen takıntılarımızın yeniden hortladığı, ağzımızın tadının bozulduğu bir gecenin sabahında, serin esintili, masmavi bir mekanda, çocuk çığlıkları eşliğinde bile olsa sakin bir kahvaltı etmek iyi geldi...

1410

(04 MAYIS CUMARTESİ)

- Sana bir şey sorabilir miyim?
- Sormanı engelleyebilir miyim?- Gerçekten de siyahtan korkuyor musun?- Hayır, ben ışığın yok olmasından korkuyorum.- Yani körlük gibi mi?- Hayır ölmek gibi. 


Nietzsche okumadan hiçbir şeyin tartışılamayacağını savunan, hep gergin ve sinirli, ilişkileri genelde sorunlu olan, soyut ekspresyonist çağdaşlarından sıyrılan, siyahın kırmızıyı yutmasından korkan, zamanın Nazi ruhu atmosferinde Yahudi olmanın baskısıyla göç edip adını değiştirmek zorunda kalmış, ünlü Seagram binasındaki hip restoran için aldığı sipariş resimlerle aslında burjuva müşterilerin yediklerini boğazlarına takmayı amaçlayan, çocukların yaptığı resimlerin ilkel havasına hayran kalıp resimde yalnız figürü değil, sonunda çizgiyi de atarak salt renkle baş başa kalmış bir adam...














3 Mayıs 2013 Cuma

1409

Sabah saatin kaç olduğuna önem vermeden uyanıp, keyifli ve yumurtalı kahvaltı edip, öğlen vakti havanın kapalı olmasını fırsat bilerek yürüyüşe çıktığım, Özgürlük Parkı'na gidip orada da bir tur dönüp ter içinde eve varır varmaz kendimi suyun altına attığım, banyoyu aceleye getirmeden kendimi şımarttığım, yağlanıp misler gibi kokup bir yandan tırnaklarıma özenle oje sürdüğüm ve gazete okumaya vakit ayırabildiğim bir cuma günü, paha biçilemez!

2 Mayıs 2013 Perşembe

1408

 
Bugünlerde fazla uyuyamıyorum, Güneş erken doğmaya başladı, ben de erkence uyanıp sahile iniyorum, terden sırılsıklam olana dek yürüyüp sonrasında iştahla kahvaltı ediyor ve gün boyu çok sıkı çalışıyorum!

1 Mayıs 2013 Çarşamba

1407

Manasız bir 1 Mayıs geçirdik; ki zaten buralarda pek çok şeyin de manası yok...

1406

(30 NİSAN SALI)

Yine beklenmedik keyifli bir akşam: çalışmaktan çok sıkıldığım bir anda başımı kaldırmamla saatin bir arkadaşımın iş çıkışı vaktine yakın olduğunu fark etmem bir oldu ve ani bir kararla soluğu Kadıköy'de alacakken daha yolda bir başka arkadaşımı Hamsi Pub'ta bastım ki bu akşam onlara eşlik etmeleri beklenen 2 adamı kaçırmak suretiyle masadaki rakıya ortak olup mezelere çatal koydum, yetmedi biraz ilişki muhabbetine girişip üstüne bir de aşk heyecanına bahar bulaşmış arkadaşıma umutlu bir de fal çaktım!