30 Ocak 2014 Perşembe

1680

(29 OCAK ÇARŞAMBA)

Bir arkadaş tavsiyesi:

Kendini fazla önemseyen tavır yakışmıyor, kim olursa olsun.
Etrafındaki herkesin sana tabi olmasını beklemek, onların yerine plan yapmak, kendi planlarına onları dahil etmek rahatsız edici; çünkü başka insanların da bir hayatı var, öncelikler, var-bunu da hesaba katmak lazım.
Biraz farkına varmak lazım; kendim için bir şey isterken onlar da acaba istiyor mu? Mecbur etmeden, kendini başkalarına vicdani sorumluluk gibi yüklemeden rica etmek lazım.
Kendini anlata anlata bitiremeyen, bu yaşına kadar tarihi ve detayıyla nerede neyi yaptığını hatırlayan; yani yaşadıklarına bu derece sahip çıkan biri isen; bir zahmet arkasında durman lazım bu altını çizmekten keyif aldığın "güçlü karakter"in.
Bağımlı insan güçlü olmaz kanımca zira; başkalarından bu kadar ısrarlı talepleri olan da öyle, keza...

29 Ocak 2014 Çarşamba

1679

(28 OCAK SALI)

Babaannem gibi tarladan kendi ektiğim soğanı yolup, kendi sağdığım manda sütünü lıkır lıkır içerken yanında ambarımızdaki buğdaydan yoğurduğum ekmeğin içine koyup yiyerek geçiremediğim için gençliğimi, bugün pembe alt tonlu şeftali allıklar ve kıvırma özellikli hacim veren rimeller alıyorum.
Yine de onun yarısı kadar güzel değilim gibime geliyor.

1678

(27 OCAK PAZARTESİ)

Bedensel Arzuları Aşağılama Yanılgısı

"Dünyevi hazlardan, arzu ve isteklerden arınmak lazım..." diyorlar- inanmayın.
Dünya-bezginleri onlar, tembel ot-kafalar!
Her kim, bedensel hazlara yüz çevirmeye çalışır ve dünyevi arzulardan kaçınmaya uğraşırsa, o kadar bastırmış olur kendi doğasını; her şeyin üstünde olan değiştirilemez doğasına karşı gelmek için boşu boşuna hırpalar kendini zavallıca...
Hiç kimse kurtaramaz kendini güç isteğinin, sahip olma arzusunun ve zevk alma arayışının boyunduruğundan- ölmedikçe.
Madem bu kadar çekilmek istiyorlar geriye, bu kadar içe dönmek niyetindeler- tez öldürsünler kendilerini. Toptan kurtuluş!
Bunun yerine yalnızca; bu saçma şehir hayatının bizi at gibi koşturmaya mecbur eden tüketim zincirini biraz olsun fark edebilsek ve hep diğer insanlarla kıyaslayadığımız güzelliğe, başarı ve mutluluğa ulaşmaya zorlayan bir sürü pislikten arınsak yeter.
İnsan hayvandır demiyorum- kat'iyen.
İnsan insandır, insanın doğası bellidir. Kıskançlık, öfke, nefret, yalan, korku, arzu, şehvet...hepsi insanın bir parçası, beğenmesek de.
Hatta birazcık düşündüğümüzde her birinin gerekli olduğunu; örneğin korku duygumuzun bizi evrim sürecinde hayatta tuttuğunu görebiliriz.
Hepimiz doğamızla koşullanmışız, bunu bir kabullenelim artık.

26 Ocak 2014 Pazar

1677

Hayat!
Ben erkek arkadaşımı ne kadar sevdiğimi bir kere daha anladım bu hafta sonu, ona ne kadar çok mutluluk borçlu olduğumu, onun gibi bir adam elimi tuttuğu için aslında çok şanslı olduğumu...

Avrupa yakasında ise arkadaşım tam tersini yaşıyormuş o sırada- kavga gürültü, içkinin büyüttüğü öfke patlamaları arasında yıpratıcı bir gece geçirmekteymiş. Aslında harcanan güzel gecelere çok yazık; neden bu kadar zor bir başkasını anlamak, ya da kendini doğru dürüst anlatmak?

1676

(25 OCAK CUMARTESİ)

Günün ilk yarısı telaşla, hazırlanıp nikah salonunu bulmakla çabucak geçiverdi- gülümseyen gelin ve damatla fotoğraf çektirip mutluluklar diledikten sonra ne yapacağımızı bilemedik bir an orada.
Yılın muhtemelen son ılık kış gününün diğer yarısı ise bir o kadar yavaş ve sakindi: bir kanepe, bir battaniye, masal gibi bir film ve iki kareli pijama...
İhtiyacımız vardı bu sakin hafta sonuna...

25 Ocak 2014 Cumartesi

1675

(24 OCAK CUMA)

Okuduğum kitapta psikiyatr, güzel bir kadını sadece insan oluşuyla ele almanın zorluğuna ve önemine dikkat çeken Freud'u anımsıyor, hoş kadınların genelde boş kadınlar oldukları tezini savunuyor ve güzel insanların çok arkadaşları olmadığını, zira etraflarındaki herkesin bir şekilde onların doğuştan ödüllendirilmişliklerine karşı kendilerini ister istemez alıngan hissettiklerini vurguluyor.

Doğrusu; yalnızca güzel olduğu için ilgi çekmeye ve alkışlanmaya alışmış bir insan, çekiciliğini zamana feda edince artık insanlara sunacak pek bir şeyi kalmadığının farkına varıp afallayabilir. Çünkü bu arada başka bir özelliğini geliştirmeye gerek duymamış, zahmet etmemiştir. Hayatı boyunca kolayca sahip olduğu ilgiyi kaybedince yıkılması kaçınılmazdır.

Düşündüm de; ben hiç yanımdaki bir başka kadını kendimden daha çekici bulduğum için içten içe rahatsızlık duymadım onun varlığından, hep ben rahatsız eden oldum. Benim de fazla arkadaşım olmadı, ama birkaç kişi var ki gerçekten güveniyorum. Sanırım güzellik, tıpkı akıl gibi, aynı anda hem ödül hem ceza... Çok da önemsenmemesi gereken bir şey aslında!

23 Ocak 2014 Perşembe

1674

Kış Romantizmi

Rengarenk Kızılderili işlemeli takılar ve çantalar yapıp takmak, yırtık kot pantolonla dolaşmak- daha güzeli; yürümekten paçaları aşınmış da yırtılmış kot pantolonla dolaşmak, kafama esen hafta içi bir günü kendime tatil edip film festivalinde art arda 2-3 film seyretmek- çıkışta hayal dünyasındaymış gibi İstiklal'de aşağı yürümek, her zamanki gibi sonunda Tünel'e varınca bir an nereye gittiğimi bilmediğimi fark edip duraksamak, kolumun altındaki İhsan Oktay Anar kitabına daha bir sarılmak, toz mavisi seyrek Selanik örgüsü bulut gibi bir kazak giyinip soğuktan korunmak- bu arada havanın soğumasını, birini sevdiğimi hatırlayınca birden neşelenmek, sevmeye değer biri olduğunu düşünüp heyecanlanmak...istiyorum!

22 Ocak 2014 Çarşamba

1673

Miladi

Bu, sakin ve hafif çisentili Kadıköy akşamından aklımda kalan söz parçaları:

"Yine de biz o günleri her şeye rağmen birlikte geçiriyorduk..."

"Sen benim başkalarıyla vakit geçirdiğimde çok fazla şey paylaştığımı zannediyorsun, oysa yanılıyorsun. Başkalarıyla çok şey paylaştığım için senden uzaklaştığımı sanıyorsun, tamamen yanlış bir yerden hareket ederek..."

"Sen de sana çok değer verdiğimi unutma. Benim sevgiyle alakalı bir sorunum yok ki; tabi ki seni seviyorum..."

"Ağlayasım var..."

"Düşünüyorum, söylediklerini düşünüyorum da; acaba ben çok mu anlayışsızım, çok mu vurdumduymaz bir adam olmuşum fark etmeden..."


"Sana geçen akşam telefonda da söyledim; ben seni öyle kolaylıkla hayatımdan çıkarabilecek bir durumda değilim. Öyle olsaydım zaten şimdi burada olmazdım, aramızdaki şeye istinaden ben şu an burada oturuyorum. Ve bunu hala bilmiyor olmana üzülüyorum sadece...

"Sen bana hep tanıştığın insanları, onlardan nasıl etkilendiğini anlattın. Ben kendi kendime düşündüm; senin gibi biri nasıl böyle insanlardan etkilenebilir? Senin gibi biri...? Elbette ben evde otururken sen o partilerdeyken ben geriliyordum, ama kız arkadaşını kontrol eder gibi sürekli arayıp sormak bana göre değil. Ben öyle biri değilim, biliyorsun."

"Ben senin içine düştüğün vaziyete getirmezdim kendimi, biri aniden böyle bir şey yapmaya kalksa; en azından ne yapmaya çalıştığını sorardım ve çok zor da olsa gelip sana söylerdim."


"Bu ilişkide bunu herkes benden beklerdi, kimse senden beklemezdi çünkü sen öyle biri değilsin."

"Seni yeterince beğenmediğim ve değerli bulduğumu ifade etmediğimi, bu yüzden hemen sana hayran olan başka erkeklerin kollarına atılmanı kabul etmiyorum. Benim sana az verdiğim şeyler olabilir, bazı eksikliklerin olduğunu kabul ediyorum ama; bunu kabul edemiyorum. Kabul etsem daha kolay olurdu, ama hep kendime neden diye soruyorum. Neden Rana?..."


Bir ikisini gülümseyerek, bir parçacık olsun rahatlayarak, bir kısmını içim ezilerek pişmanlıkla dinledim. Yüzüne baktım, kırgın gözlerine, sana geçmişini anımsatan yeni endişeler verdiğim için içimden kendime lanet ederek yüzüne baktım. Kadıköy'de ilk defa girdiğimiz ucuz bir barda oturuyorduk ve ilk şarkı "Devil went down to Georgia" çalmıştı, Charlie Daniels Band'ten...

Bizim için önemi bir akşamdı, sanırım bir milattı bu konuşma.

"Neden tekrarlandı? Şimdi büyük bir sorunumuz var!" diye isyan ettiğinde bile, nasılsa umutlu hissettim kendimi.

Vardır bu histe bir hikmet herhalde...

1672

(21 OCAK SALI)

Bütün günü beni anlamanı umarak geçirdim-
Gece de yatağımda kitap okuyabildim biraz...

21 Ocak 2014 Salı

1671

(20 OCAK PAZARTESİ)

Her şeyi konuşmak istiyorum, geçmişi düzeltmek ve yeniden başlamak...
Çok mu fazla iyimserim bilmem ama; ben bunu bir kırılma noktası olarak görüp yolumuza daha güvenli devam edebileceğimize inanıyorum.
Umutlu hissediyorum kendimi, öfkeli veya çaresiz değil-tuhaf galiba!?
Bir parça rahatlamış gibiyim, kafamı toplayıp kendimce çok düşündüm taşındım ve istediklerini anladığımı tahmin ediyorum.
Ben de sana kendi isteklerimi, bundan sonra dikkat etmeni rica ettiğim ihtiyaçlarımı tek tek saymak ve bir çeşit anlaşmaya varmak niyetindeyim.
Belki ilişki tarihimizde ilk defa; sen rahatsız geçirirken geceyi, ben uyuyabildim.
Uykusuz gecelerin kabuslarını da, Eminönü meydanında başından aşağı dökülen kaynar suların acısını iyi biliyorum.
Belki ilk defa; beni tam anladın şimdi-kandırılmış ve dalga geçilmiş hissettin, güvenin sarsıldı.
Evet ben bunları yakından tanıyorum ve şu an öncelikle senin yükünü hafifletmek istiyorum; önce seni rahatlatmak, sonra da ileride bu taşlara tekrar tekrar takılmayalım diye nasıl devam edebiliriz, onları sakin sakin konuşmak...

İkimiz de biliyoruz ki; bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, olmamalı.
Bundan sonra her şey daha güzel olabilir, ben inanıyorum. Çünkü artık sen anladın, ben de rahatladım.
Elini tuttuğum adamın bana daha yakın olmasını istiyorum sadece, yanımda olmasını...

Konuşacağız bunları.

19 Ocak 2014 Pazar

1670

BAS BAS BAĞIRMAK İSTİYORUM!

DEFOLUN GİDİN BAŞIMDAN HEPİNİZ! BENİ YALNIZ BIRAKIN- BİRAZ RAHAT VERİN!

Nefes alamıyorum aranızda, gidin!
Kapana kısılmış hissediyorum, defolun gidin diyorum anlamıyor musunuz?!
Bakmayın bana, konuşmayın benle, ilişmeyin, asabiyim. Yanaşmayın, laf atmayın, bir şey beklemeyin bugün beni bana bırakın-dalgınım.
Kendimi toplayamadım geçen haftadan beri, yenilip yeniden başlamaktan bıktım, düşüp kalkmaktan usandım, ölüyü diriltmekten yıprandım-az rahat verin.
Üstüme üstüme gelip durmayın, sizden yardım isteyen yok, siz de benden bir şey istemeyin artık- anlayın!


Ben bugün sadece, yalnız kalmak istemiştim oysa, rahatlamak için.

1669

(18 0CAK CUMARTESİ)

Eminönü kaosunun ortasında tuhaf ve ürkütücü bir rüya gördük ikimiz: bir türlü kalabalığı yarıp birbirimize varamadık, dolanıp durduk istediğimiz yere gidemedik, dik dar yokuşları tırmandık, aç susuz ve yorgun düştük, kırgın ve öfkeliydik, vazgeçtik birkaç kere sonra yine el ele tutup kaçmaya çalıştık, tuvalet kokan pis alt geçitlerden çıkmaya çabaladık, herkes üstümüze üstümüze gelirken aralarından sıyrıldık ama ne fosforlu iskelet eli şeklinde saç tokalarından ne de "rabia"lı saatlerden vaktinde kaçabildik...

Kabusa birlikte yattık, bir ara birbirimizi kaybedecek olduk, sonra yine beraber uyandık.

18 Ocak 2014 Cumartesi

1668

(17 OCAK CUMA)

Son anda spontane çıkılan rakı-meze akşamlarını çok seviyorum- hele de iki kız arkadaş, işlerinden güçlerinden ve sevgililerinden, hayatın gidişatından bunalıp kendilerini dışarı attılarsa sohbet daha bir güzel oluyor....

16 Ocak 2014 Perşembe

1667

Yeni Gün

Bugün bir bebek geldi dünyaya; adı Pera.

Bir bebeğin doğumuyla bugün, yenilendi dünya; sahil boyunca uzun uzun ve yorulmaktan yorulmadan yürüdüm, karşıdan gelenler merakla ve imrenerek bana bakıyordu, geç kalmış göçmen kuşlar bir adımında yanıbaşımdan hep birlikte havalanıyordu, deniz civa gibi kıvrılıp bükülerek sakinliyor ve kumda pinkiğe gelmiş 4 kız arkadaşın güneş gözlüklerinde parlıyordu.

Sahilin sonuna kadar hızlı hızlı yürüdüm, derin ve umutlu nefesler çektim, her sabah geçen geceyi unutmaya kararlı olduğum hafif günlerimi anımsayarak ve nede buraya ait olduğumu her adımda, hele de yavaştan bastıran yağmurda ıslanmaktan memnun olunca, iyiden iyiye hatırlayarak yürüdüm.

"Yeni Hayat" diye yazardım sol bileğimin içine, kelebekler çizerdim ya hani- "yeni" diye...

15 Ocak 2014 Çarşamba

1666

RADIO TARIFA: "rumba argelina", 1993



Tarifa; İspanya'nın en güney ucunda, Afrika kıtasına birkaç km. uzaklıkta, Fas'a komşu küçük bir kıyı kenti.

Radio Tarifa; Endülüs, Flamenko, Arap, Ortadoğu, Seferad şarkılarının altyapılarını birlikte kullanarak müzik yapan grup.

Endülüs; 8.-15. yy.lar arasında İspanya'nın İber yarımadasında Müslüman Arapların egemenliği altında yaşamış bölge ve halk.

Endülüs Emevileri döneminde(8-11.yy) Bağdat ve Kahire gibi parlak bir kültür merkezi haline gelen Kurtuba(Cordoba) şehrinde Yahudiler ve Seferad kültürü de altın çağını yaşamıştır, diyebiliriz.

Farklı ırklara mensup insanların 3 semavi dini özgürce yaşayabildikleri, Arapça, İspanyolca, Katalanca, Portekizce ve Fransızca gibi başka başka dillerin konuşulduğu, ud, tambur, bendir ve tablaların bir arada çalındığı bir masal diyarı...

Endülüslü Müslümanlar'ın yazdığı şiirlerden etkileşimle, klasik İspanyol edebiyatına aşk şiirlerinden farklı olarak tarihi konuların girdiğini biliyoruz. Dönemin en önemli bestekarları İshak el-Musuli ile İbrahim el-Mehdi sayesinde Endülüs musiki okulları açılmış, İberli Hıristiyanlar bu müzikten esinlenmişlerdir. İspanyol müziğinde kullanılan çoğu müzik aletinin adı da Arapçadan gelmektedir; ud "laud", gişare "guitarra", bendir "pandera", tabla "atambal" olarak İspanyolcaya geçmiştir.

"Flamenco" kelimesi kökeninin Arapça "fellah mengu" (kızgın çiftçi) deyiminden geldiği düşünülür. Endülüs çingenelerinin(Hint kökenli oryantal) folklorik temalarıyla İslam ilahilerinin ezgilerinin birleşimi, flamenco tarzının doğmasında rol oynamıştır.

Bu atmosferi gözümüzde canlandırarak dinlediğimizde, Radio Tarifa'nın 1993 tarihli Rumba Argelina albümünde yer alan ve pek çok versiyonu söylenen geleneksel "Lamma bada" şarkısı, Endülüs'ün tozlu sıcak rüzgarını yüzümüze vuruyor... Bu öyle bir şarkı ki; -diye düşünüyorum bir perşembe gecesi Araf'ta Cümbüş Cemaat'in solisti arkadaşım Cem gözlerini yumup söylerken- için şiştiğinde, hani bazen olur ya, senin yerine derin derin iç çekiyor...

1665

(14 OCAK SALI)

Mevsimler

Yaz:
Ernest Hemingway'in köhne işçi barına aniden dalarken agresif ama dürüst serseriliği, Van Gogh'un kestirip attığı bir iş konuşmasından kapıları çarparak çekip giden ve ardından oda penceresini arka bahçeye açan huysuzluğu, Pablo Neruda'nın yürümeyi beceremeyen ayaklarını dans ettiren şarap sarhoşu aşkınlığı, Gaugin renkli ağaç altı gölgesinde şekerleme rüyaları, Gogol Bordello ritmli taşkın danslar sonrası sırılsıklam saç dipleri, kırmızı-yeşil-sarı Bob Marley keyfekederliği...


Sonbahar:
Caravaggio'nun hoyrat gölgeleri altında ezilen Bacchus'ün hafifmeşrep gözleri, Marianne Faithful sesinden hayatın gözüne baka baka yürüten çatır çatır bir şarkı, Klimt kadınlarının hastalıklı yüzlerini gizleyen büyük siyah şapkalar, akşamüstü esintisinde pencereden bakarken anımsanan banyolu sabunlu Leonard Cohen şiiri, Souad Massi şarkılarındaki taze kazılmış mezarların buram buram memleket hasreti ve toprak kokusu, Ahmet Haşim'nin batan Eylül Güneşi kızılında ağır ağır tırmandığı o merdivenler...

Kış:
Andre Rieu'nun patenci valsinde buzda kayan genç kız şımarıklığı, adanmış sessizlik içinde kefenli ölüyü Ölüm Adası'na taşıyan kayıkçıyı resmeden Böcklin'in ıssızlığı, Shelley'e yazması için ilham veren arka bahçede bulduğu halüsinatif mantarın hipnotik benekleri, yağmur altında üşüye ıslana yürüme inadına eşlik eden sigara dumanında Portishead fısıltıları, karanlık taş İstanbul sokaklarının en kuytu köşesinde Rembrandt'ın Gece Nöbeti'ne düşen ışığın izi, yıldızlara gökyüzünün şiiri diye bakan Byron'un kürk yakalı kırmızı kadife paltosunun ceplerinde üşüyen beyaz elleri...

Bahar:
Tarih boyu yazılan destanların ve söylenen tüm masalların hepsinin prensesi tanrıça Flora'yı kıvrak resmeden Mucha, Alexander Pope'un kaleminden dökülen dünyayı unutan ve dünyanın unuttuğu lekesiz zihnin ebedi günışığı, düğünlerde tüm köyün toplanıp hep bir ağızdan söylediği klezmer şarkıları, köylü kadınların ışık tanelerine dönüştükleri Pisarro resimleri, münasebetsiz anlarda açılıveren edepsiz saç örgülerine yazılan Cemal Süreya dizeleri, hepimizin lise yıllarında okuldan eve dönerken mırıldandığı ezbere bildiği o eski şarkılar...

13 Ocak 2014 Pazartesi

1664

Güneşli Günlerden Kesit

Adam: "Haftaya yağmur yağacakmış, ne güzel...
Eve kapanırız, kanepede sevişiriz, Beethoven açarız..."


Kadın: "Yağmur yağdığına sevinen tek çift biz olabiliriz.
Beethoven 9 eşliğinde sevişmek de iyidir..."


Adamdan şüpheci bakış. Kısacık bir ara.

Kadın: "Denediğimden değil yani, şimdi öyle zannedersin, hayalimde canlandırıyorum..."

Adamda ve kadında kısa birer gülümseyiş.



1663

(12 OCAK PAZAR)

Kimliksel İkilemli Pazar Günü

Arada bir düştüğüm kimliksel ikilemlerin su yüzüne çıktığı bu pazar günü, dayanılmaz baş ağrıları ve baskılanmış öfke duygusu ile yatakta huzursuz başladı.
Nasıl olduysa, sevinmeli mi garipsemeli miyim bu durumu bilmem ama, endişelerimin sönükleşmesi ve hevesimi geri kazanmamla huzurlu devam etti.

Ben gibi hissetmediğimden dem vurdum bu pazar, bazen ne yaptığım işe, ne sevdiğim adama ait hissetmediğimden yakındım; sanki başka bir yerde başkalarıyla bambaşka bir hayat sürmeliydim gibi geliyor. Son birkaç gündür art arda gördüğüm rüyalardan ağlayarak uyanınca fark ettim bunu; olmayı istediğim yerde değilim sanki... Ama bu şehri sevdiğimi çok iyi biliyorum, sokaklarını, pisliğini, gecelerini sevdiğim şehir!

İyi niyetli düşünmeye gayret ediyorum; sonuçta ben kendimi tanıyorum- hakikaten benim saldırgan kötümserliğimle başa çıkmak zor.
Uçurumlarıma bakmak kolay değil, güçlüler için bile, hatta benim için de...
Alevli sevişmeler, özenli kahvaltılar her şeyi iyileştirir, belki de. Belki hayat zaten bu kadar ciddiye alınacak bir şey değil aslında, hepimiz her an topun ağzında yaşıyoruz ve kimseye fazlaca gücenmek gerekmiyor bunu hatırlayınca. Herkes benim kadar zavallı muhtemelen, hepsi benim kadar güvensiz hissediyor ve aslında tutunacak taşlar arayanlar da buldum sanıyor, sonra hooop sürükleniyor akıntıyla birlikte.

Ne olursa olsun; hayat çok güzel ve ölüm o kadar kolay ki!

1662

(11 OCAK CUMARTESİ)

Der kaukasische Kreidekreis,
Bertolt Brecht-1944


Cumartesi akşamı Sadri Alışık Tiyatrosu tarafından Cadebostan Kültür Merkezi'nin büyük sahnesinde sergilenen "Kafkas Tebeşir Dairesi"ni seyrettik. Salonun tamamı doluydu görebildiğim kadarıyla, seyirci yaş ortalaması yüksek sayılırdı.

Tempolu başlayan oyun, takibi biraz zorlaştıran devrik ve dolambaçlı repliklerle devam etti, arada ana karakterlerin solo seslendirdikleri ağır şarkılarla hız kesti. Genel olarak; oldukça sade bırakılan dekorun önünde basit kostümlerle vurgulanan oyunculuklara, harika bir orkestranın çaldığı keyifle dinlenen Kafkas müziğinin eşlik ettiği uzun ve her anı dolu bir oyundu.

1944 yılında Bertolt Brecht tarafından Amerika'da sürgünde olduğu dönemde yazılan "Kafkas Tebeşir Dairesi"; ticarileşmiş Broadway müzikallerine tepki olarak tasarlanmış, 4 bölüm halinde, müzikal ve burlesk öğelere başvurularak Broadway dramaturjisine uygun biçimde zengin görsellik barındıran, fakat seyircinin gözünü boyayıp izleyeni dolandırmadan hikayesini ciddiyetle anlatan uzun bir oyun.

Ana hikaye bir toprak parçası üzerinde hak iddia eden 2 kolhoz arasındaki çekişmeyi anlatarak açılıp, paralel bir annelik öyküsü ile katmanlanır ve oyun içinde oyun barındırır. Her iki öykünün ortak sorusu; mülkiyet-emek ilişkisi üzerinedir: Toprak işleyenin midir, yoksa sahiplerin mi? Çocuk, onu doğuran annesinin varsayılan hakkı mıdır yoksa kendisini büyütüp yetiştirirken emek harcayanın mı? Hem yönetim biçiminde, hem de günlük yaşamda "emek" kavramının belirleyici olarak değer görmesi savunulur.

***

Hikaye Gürcistan'da, sarayda açılır: Şımarık ve küstah prenses, kocası ayaklanmada öldürüldükten hemen sonra saraydan kaçarken elbiselerini, gümüşlerini yanına almak derdine düşer ve bu arada bebeğini unutur. Hizmetçisi Grusha'nın vicdanı çocuğu bırakmaya el vermeyince, onu yanına alıp kaçırmaya mecbur kalır. Uzun ve zorlu yolda Grusha askerlerden kaçar, ederinin kat kat fazlası para ödeyip bebeğe süt alır ve daha pek çok fedakarlığa katlanarak sonunda kardeşinin yanına varır. Karısından çekinen korkak kardeşinin yanında sığıntı olur, peşinde düşen askerlerden bebeği sakınmak için kendi çocuğu olduğu yalanını söylemek zorunda kalır. Bu arada kendisi de asker olan sevdiği erkek köye geri döner ve Grusha'yı evlenmiş, elinde bebeğiyle bulur. Hasta bir adamla istemeden evlenmek zorunda kalmış olduğunu güçlükle anlatır sevgilisine. Kısaca Grusha, bebeğin hayatını ne kadar sağlama alsa, kendi hayatını o kadar yıkar; adeta emeği cezalandırılır. Savaş koşullarında iyice artan yoksulluğunun ve kimsesizliğinin getirdiği kaçınılmaz vaziyet budur. Çocuk için yoksulluğu bir tehdit olan Grusha, çocuk sebebiyle daha yoksullaşmıştır ve kendini hiçe sayarak binbir fedakarlıkla üstlendiği kurtarıcı rolünün hukuki karşılığı "hırsızlık"tır. Sonunda bebeğin hayatını kurtarmak pahasına sahip olduğu her şeyi kaybetmeyi göze alan Grusha, en çok bebeği kaybetmekten korkar.
İsyan bastırılınca eski gücünü kazanan prenses avukatları ile bebeğini geri almak için mahkemeye başvurur. Eski bir idam mahkumu olan yargıç, hazırcevaplığı ve kurnazlığı sayesinde bugün rüşvet alarak "adalet"i güçlüden ve zenginden yana uygulayan bir tiptir.

Sarhoş yargıç Azdak, aslında dürüst bir adam olup, hayal kırıklığına uğrayınca serseriliğe vurmuş eski bir devrimci rolünde oyunun kilit karakteridir. Prenses parasıyla, Grusha da annelik güdüsüyle çocuğun sahibi olduklarını mahkeme önünde kanıtlamaya çalışırlar. İşte burada oyuna adını veren "tebeşir dairesi testi" uygulanır: Yargıç velayetine karar vermek istediği çocuğu tebeşire çizilmiş bir dairenin ortasına koyar. Öz annesi ile büyüten anneyi sınamak için çocuğu iki kolundan kendilerine çekmelerini söyler; dairenin dışına çıkarmayı başaran çocuğun annesi olacaktır. Doğuran anne var gücüyle asılıp çocuğu kendi tarafına çeker, büyüten anne ise fazla çekiştirmeye dayanamaz; canını yakmaktan korkar. Bunun üzerine yargıç velayeti öz annesine değil, emek sarf eden anneye verir.

Hikayenin evrensel temalara değinmesinin izleyeni hemen içine çekmesi kaçınılmaz, diyaloglar çoğu kez hızlı ve neşeli, bunun yanında şarkılar da çok tanıdık; seyretme fırsatı bulduğuma sevindiğim bir oyun. Kafkas dansını nasıl sevdiğimi, özlediğimi de hatırladım bu akşam...






11 Ocak 2014 Cumartesi

1661

(10 OCAK CUMA)

Sofra

Ailecek oturulan bir sofra; her şey en lezzetli işte yine: masanın çiçeği acı biber turşusu -anneannem titreyen elleriyle kurdu- öyle bizden ki şu kayık tabağa doğranmış salata -ki birazdan kalan soğanları yakalamak için dedem balıkçılık oynayacak çatalıyla- bence hadi itiraf edin; hepimizi mutlu eder aynı tabakta hem pilav hem patates kızartma -kadınbudu köfte yanına, tam çocuk yemeği- aynı anda çatallar kalkıyor, iniyor sağ ellerde, bıçağa lüzum görülmüyor ve tek içecek su -yurtta büyümüş dedem, bardakları yemeğe başlarken doldurmayı görev bilir kendine- haydi herkesler, yeşil sandalyeleri çekin, içeriden bir tane daha getirin ve buyrun sofraya!

1660

(09 OCAK PERŞEMBE)

Gecelik Endişeler

Geceleri beni uyandıran kurt gündüzleri nerede?
Geleceği hep karanlık ve korkutucu kılan şu pis kurtçuk...
Kaybettiklerimi rüyalarıma sokan, kaybedeceklerime şimdiden ağlatan kim, ne?!
Kendimi yıllardır bunca saklamış, kıyı köşeye itmiş olmamın sebebi kimde?
Bir sürü iş peşinde koşturuyorum her gün, geceleri yatmadan kitap okuyorum kalp atışlarım sussun diye...
Yine de bir şeyler eksik, yahut yanlış yönde, biliyorum bunu öteden beri- iteliyordum şimdiye kadar hep...
İki gecedir üst üste ağlayarak uyanmam, "olmazsa" hangi evi satıp hangi şehre inzivaya çekilebileceğimin planlarını kurup kendimi bir kaçış planına ikna etmeden uykuya dalamayışımın kaynağı ne?...


8 Ocak 2014 Çarşamba

1659


Vega-Bu Sabahlarin Bir Anlami Olmali

Bu şarkı çalıyordu rüyamda, ağlayarak uyandım.
Öyleyse sana gelsin; umudum hep geri gelmende madem...
Bir anlamı vardır elbet, diyorum dişlerimi sıkarken.

1658

(07 OCAK SALI)

Birkaç ay geçti böyle; biz hep birlikteydik.
Herkes bir arada parkta kalıyor, beraber hareket ediyor, yan yana yaşıyordu.
Orada herkes kendini çok rahat hissediyordu; sokak çocukları, evsizler, varoş tipler, teyzeler, alternatif gençler, kediler köpekler, tiyatrocular, müzisyenler, öğrenciler, hepsi çok mutluydu ağaçların altında. Hepimiz birden soyunuvermiş gibiydik ve artık tanımadığımız insanlar arasında yabancı değildik.
Sokaklar bizimdi!
İlk defa İstanbullu olmuştuk; bu şehirde yaşadığımıza seviniyorduk, bu insanlarla aynı mahallenin çocukları olduğumuza seviniyorduk, burada doğduğumuza lanet etmiyorduk...
Sokakları yaşayan şehirler hep güzel kokar; sokakta yemek yiyor, kitap okuyor, mahallemizi savunuyor, direnme nöbetini devralıyor, hatta ölülerimizi kendimiz gömüyorduk.
Güruh halinde ara sokaklardan meydanlara akıyor, sel gibi dalga dalga yayılıp büyüdükçe gürleşiyor, hep bir ağızdan bağırıyorduk: "Taksim bizim! İstanbul bizim!"
Muktedir aslında acizdi haklılığımız karşısında; silahların hepsi onlarda olsa da, onlar hepsi-biz tek!
Ölenler haklarını helal etsin, gözlerini kaybedenler, gururu kırılanlar, insanlıktan tiksinenler... Hiçbirimizin ama sanmıyorum ki umutları kaybedilmiş olsun.
İnsanlık onuru elbet galip gelecek!

7 Ocak 2014 Salı

1657

(06 OCAK PAZARTESİ)

Bahar gibi davranan kış ortasında, endişeleri araladığımda aslında- ışıl ışıl parlıyor hayat göz bebeğimde.
Alem billur gibi damlıyor göz bebeğime...


"Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen.
"*

Kendine iyi bak çünkü alemin özüsün sen
Varlıkların göz bebeği olan insanoğlusun sen






*Şeyh Galip

5 Ocak 2014 Pazar

1656

Utanmadan kendime bir yılbaşı hediyesi aldırdığım bu Kadıköylü pazar günü, yine elbet mükellef kahvaltı sofrası ile başlamalıydı. Biz de tahin-pekmezli, kıymalı yumurtalı kahvaltımızı, biraz rahatsız bir sokak masasına kıvrılıp, epey manyak bir köpeğin tehdidi altına yedik. Yine de köşeye pısan zavallı kedi kadar korkmadık tabi.

Sokakta bir sürü baykuş çıktı karşımıza, artık algımız mı seçici oldu nedir, her yerde baykuş görmeye başladık- belki de bunlar dünyayı ele geçirmeyi hedefliyordur. Hava öyle bir soğuktu ki; hani çaktırmadan fena üşütüyor gölgede, sıcak birer kahve içelim dedik. Moda yolunda yeni açılan bir kahveye oturduk, bahçesinde yazın pek güzel serinlenebilinecek 4 kişilik masasını keşfettik ve Metin Üstündağ'ın dergisine göz attık.

Sonra nedense şeytan dürttü beni, waffle yiyelim diye tutturdum; çok bilmiş gibi hemen sıraladım istediklerimi bir de: siyah ve beyaz çikolata sürün, üzerine meyve istemiyorum, sadece kestane ve vişne koyun, biraz da kaymak... Sanırım 4 yıldır yememiştim, hakikaten 4-5 yılda 1 ancak vücut kaldırır bu şeker komasını!

Bizim oraya giden otobüsü beklemedim, bir önceki durakta indirene biniverdim, biraz daha yürümek istedim ve başımı hafiften cama dayarken eminim gülümsüyordum...

1655

(04 0CAK CUMARTESİ)

Biraz nazlıydım bu akşam, içten içe kırgın, anlayamadığım fakat saklayamadığım şekilde kızgın...
Ama Hatay yine güzeldi, yeni seri billur gibi damağımızdan akarken azıcık paşa mezesi, pespembe pancar, İstanbul'un belki en iyi levrek marini ile ikişer midye dolma yanında iyi gitti.
Bir kart verdim sana, cebine de yakıştı hani-sana en çok zaten kırmızı yakışıyor, ne yazık ki.
Herkese baktım, yaş ortalaması yüksek ve suratlar sıradan geldi- en güzel masa bizimkiydi.
Humus elbet pastırmalı olmalıydı, ciğer muhakkak ipek gibiydi de ben tadına varamadım; o sırada sana kırgın olmak için sebeplerimi sayıyordum zira.
Hayvanlar gibi koklayarak, dokunarak hatırlamak için en az bir geceye ihtiyacım vardı; çok değil ama bir parçacık da seni üzmeye...
Birkaç fotoğrafımı çektin meyhanede, hatırlıyorum- gülümsüyordum rakı kadehi arasından, bakalım nasıl çıkacak?

4 Ocak 2014 Cumartesi

1654

(03 0CAK CUMA)

Ek İş

Yeni tanıştığım yabancılara, geceleri sahneye çıkan gizemli bir dansçı olduğumu söylüyorum...

3 Ocak 2014 Cuma

1653

(02 OCAK PERŞEMBE)

Kış uykusuna vakit yok- yürümeye, taşları kaldırmaya, aramaya, köşeleri dönmeye, görmeye, tanışmaya, dans etmeye devam...!

2 Ocak 2014 Perşembe

1652

(01 OCAK ÇARŞAMBA)

Yeni yılı organize etmeme yardımcı olması için, baykuşlu bir takvimim oldu!

İhtiyaçlarımızdan arınacağımız, daha hafif,
Kim olduğumuzu, neler yapabileceğimizi hatırladığımız,
Kendimizi rengarenk hissedebileceğimiz, ışıklı
Taze, berrak, sakin, gülümsemenin gücüyle yürüyeceğimiz
bir yıl olsun...

1651

(31 ARALIK SALI)

Şehirden uzak küçük köy evinde renkli bir sofra kuruldu, zuladan bir şişe şarap açıldı, anneanne ile dedenin kolayca yemesi için tabaklara servis yapıldı, şömineye odun atıldı.

Bu akşamın menüsü ellerimden çıktı, çok da güzel oldu:
Avokado sosu yanında mısır cipsi
Havuçlu pancar mücveri
Kuru üzümlü lahana salatası
Kestanesi pırasalı hindili kiş

Herkes tabağına ikinci sefer aldı, şöminede biriken küle dev patatesler itina ile gömüldü, tereyağı ile peynir rendesi hazırlandı, 45likler açıldı ve evin kızları kumpir hazır olana kadar dans etti.

Gece yarısına Bülent Ersoy ile girildi, güzel dilekler ve taze umutlarla çatı katındaki sıcacık yataklara girildiğinde hemen uykuya dalınmadı, önce bir posta dedikodu yapıldı ve bolca kıkırdandı.