30 Temmuz 2012 Pazartesi

1133

Artık

Eskiden neden daha mutlu ve güven dolu hissettiğimi buldum:

Hayatın hep karşıma çok enteresan insanlar çıkaracağına, gittiğim her yerde beni büyüleyen, etkileyen bir çok şey göreceğime, bulacağıma, ne bileyim işte ne olursa olsun hayatın ilginç ve eğlenceli kalacağına, adeta bana özel sürprizler hazırladığına emindim.

Artık öyle gelmiyor....

29 Temmuz 2012 Pazar

1132

Yalnızlığın tadını çıkaracağım günler başladı...

28 Temmuz 2012 Cumartesi

1131

İyi-Kötü-Bencil ve Kahraman

"Kahraman herkes olabilir-belki üzerine battaniye örttüğün ve dünyanın henüz
bitmediğini gösterdiğin küçük bir çocuk bile..."


İyiler; yani adalet takıntılı, sorumluluk sahibi idealistler ile kötüler; yani doğalarına teslim olmuş, olduklarından başka türlü olamayanlar ve bir de arada kalmış gibi görünen benciller; diğerlerine zarar vermek için değil kendilerini kurtarmak için incitebilen güçlü karakterler...

İyiler-kötüler ve benciller olmak üzere 3 kategoriye ayrılan insanların yaşadığı Gotham'ın kapkaranlık suçla dolu dünyasında isyan; öfkeli, intikam hırsıyla yanan "yer altı" insanlarının yükselmesiyle başlıyor, Kara Şövalye'nin geri dönerek tüm karizmasıyla şehri yine kurtarmasıyla bastırılıyor.

1130

(27 TEMMUZ CUMA)

İran edebiyatından bir sürü hikaye, şiir, divan okumak geliyor içimden!

1129

(26 TEMMUZ PERŞEMBE)

GECİKEN KIZIN GÜNLÜĞÜ

...İlk gün, uyanırken...

Günü geldi.
Gelir herhalde...
Ya gelmezse, o zaman?
Her seferinde tam vaktinde geliyor.
Bu sefer hapları bıraktığın günün ertesinde-biliyorsun...
Evet, ama ne yapayım, oldu işte!
Ne demek oldu işte!?
Öyle güzel gidiyordu ki, durduramadım.
Nasıl bu kadar rahat olabilirsin?!
Olamam-değilim. Görmüyor musun gerildim daha günü gelmeden önce.
Bugün olmalıydı, hep sabah uyandığında başlar.
Bunu düşünmekten uyuyamadım zaten, rüyamda bile gördüm, ama uyanırken karnıma kramplar girdi-çünkü hissetmiyordum başladığını.
Başlamadı yani hala?
Başlamadı, ama olabiliyor bazen, öğlene doğru başlar.
Umarım...

...Günün ilerleyen vakitleri...

Saat ilerliyor, akşamüstü oldu-hala gelen giden yok!
Hiç böyle olmazdı. Ama biliyorsun-hap almıştım sonrasında.
Evet ama sen de biliyorsun ki o hap bir şey olmamışsa ancak etkili oluyor.
%98 koruyormuş ilk 24 saat içinde ve ben ilk 6 saat içinde aldım. Hatta pazar günüydü
, aşırı sıcaktı ve eczaneler kapalıydı. Çok yorgun geldim eve ama yine de çıktım yürüdüm, bizim mahallede nöbetçi eczane hangisiymiş baktım, buldum, girdim. Fakat ne göreyim-bizim komşu çalışıyormuş orada, bir kalsiyum sandoz alıp çıktım mecburen. Küfür ede ede Göztepe'ye yürüdüm, deli gibi terledim ama yine bir nöbetçi eczane bulup hapı aldım.
İyi etmişsin-umarım o saate kadar olan olmamıştır.
Olmamıştır! zaten 3,5 yıldır bu hapları kullana kullana epey baskılanmışımdır. Hemen bıraktığımın ertesi günü yani, bir seferlik bir şey- o kadar da değil artık!
Her zaman bir risk vardır unutma!
İnsanlar bunun için aylarca, bazen yıllarca uğraşıyor!
Yine de garantisi yok.
Akşama başlar mutlaka...

...Gece...

Uyuyabilecek misin?
Sanmıyorum ama belki kendimi çok yorarsam uyuya kalırım diye umuyorum.
Kafana böyle takınca hiç gelmez biliyorsun...
Aklımdan çıkaramıyorum.

...Ertesi gün, sabahın 5'i...

Mideme ağrılar giriyor, bütün sistemim bozuldu.
Hala mı yok??
Hep başlamış gibi hissediyorum, o kadar emin oluyorum ki! Ama baktığımda yine yok!
Bu pek normal değil. Şimdiye kadar hiç ama hiç böyle olmamıştı, haplara başladığından beri.
Biliyorum. Ama inanamıyorum! Ne yapmalıyım şimdi peki?? Üstelik vaktim bile yok-gidiyoruz haftasonu.
Test yapabilirsin, gerçi kesin sonuç vermiyor...
Offff! Hiç istemiyorum tekrar bunları yaşamayı!
Mecbur kalırsan...
Yeniden ezile ezile bir eczaneden gebelik testi alıp evin boş olduğu bir saati bulup ellerim titreyerek yapacağımı düşündükçe midem bulanıyor... Ya o ikinci çizgi de belirirse??!! Önceki seferki gibi gözlerim kararır düşer bayılırsam??
Yapacak bir şey yok. Yine de gerçeği bilmen iyi olacak.
Bilsem bile, ne yapabilirim ki? O kafayla tatile çıkıyorum bir de, düşünsene! tatilde diken üstünde olurum hiç rahat edemem bir dakika bile aklımdan atamam ki! Nasıl dururum oralarda??

...İkinci günün akşamı...

Unut, Rana, unut...
Kaç gün beklemeliyim test yapmadan önce? Normalde hep tıkır tıkır oldurdu, 1 gün bile gecikmezdi...

Bir şey yokmuş gibi davran, rahatla...

En iyisi doğrudan doktora gitmek, içim daha rahat olur hiç olmazsa.
Ama kan testi yapacak, o zaman kolunda bir iz olacak ve yazın gizlemen mümkün olmayacak...
Allah kahretsin! O iz geçene kadar birkaç gün arkadaşlarımda filan kalmalıyım.
En iyisi tatil sonuna kadar sabret, döndüğünde hala başlamamışsa doktora gidersin, o günlerde de erkek arkadaşınla tatile çıktığını söyler, 4-5 gün eve gelmezsin.

Geçen sefer 2 kere test yapmak zorunda kalmıştık, bir türlü belli olmamıştı. Beklemekten kafayı yemiştim, bir ay sürmüştü bütün süreç... Ooooof düşündükçe delirecek gibi oluyorum, kalbim sıkışıyor, nefesim daralıyor!
Hangi doktora gideceksin bir de? Sigortanı kullanamazsın biliyorsun-tüm sağlık harcamalarının dökümü eve geliyor postayla.
Allah kahretsin!

...Üçüncü gün, sabahın körü...

Yok-böyle duramam ben artık!
İnternetten baksan biraz, o ilacın yan etkisi filan var mıymış...
Bakıyorum şimdi... İkisi bir arada tavsiye edilmiyor, hormon yüklemesi olacağından. Evet işte! Geciktiriyormuş.
Umarım ondan olmuştur böyle... Ama kaç gün daha bekleyeceksin ki? Zaten 3 gün oldu.
Birine söylemezsem çıldıracağım! erkek arkadaşımı arayayım.
Ara bakalım, aslında o hiç bilmese belki daha iyi...

Destek olur bana en azından, stresimi paylaşmış olurum, belki gitmeden bir gün izin alır işten, beraber gideriz doktora.
Belki... Ama vakit de kalmadı, yarın akşam gidiyor.
Allah kahretsin! Bir de arkadaşımı arayayım, o bilir sanki...

...Dördüncü gün...

Kafayı yemek üzereyim!!! Ne uyuyabiliyorum, ne yemek yiyebiliyorum, ne kafamı toplayıp bir şey yapabiliyorum!
Sürekli tuvalete gidiyorsun... Yaklaşık 5 dakikada bir!
Çünkü sürekli başlamış gibi geliyor, acayip karnım ağrıyor-anlamıyorum bu kadar hissettiğim halde nasıl hala olmaz!
Hissediyorsun ama bir türlü de gelmiyor. Annen de sorup durmaya başladı...
Böyle zamanlarda annemden de nefret ediyorum! Benim bir çocuğum olursa ona her konuda destek olacağım. Böyle şeyleri benle paylaşabilecek.
Senin hiç çocuğun olacak mı...?
Kapa çeneni! Bu şimdi düşünülecek konu değil.
Bu sefer olmasın da... Hem en çok istediğim şey diyorsun, hem de ölesiye korkuyorsun...
Ne yapabilirim ki! Kendi başımayım! Hiç bir şeyim yok!! Ona ne verebilirim ki görmüyor musun!
Bugün de gelmezse ne yapacaksın peki?
BİLMİYORUM!!!

...Dördüncü gün, öğleden sonra...

Bir damla kan gördüm!!!
Bir damla olması bir şey ifade etmez, biliyorsun. Hamileliğin ilk döneminde böyle akıntılar olabiliyor.
Devamı gelecektir, böyle böyle başlayacak işte!
Tam başlamadan rahat edemezsin.
Yine de bir parça rahatladım.

...Dördüncü gün, akşam...

Hala mı tam gelmiyor?
Hayır! Bir kaç damla yalnızca... Manyak gibi 15 dakikada bir bakıyorum ama artmıyor.
Ya böyle biraz olup da yarına hepten kesilirse? Yine doktora gitmen gerekir o halde.
Ben hep böyle mutlu günlerin ardından günlerce acı çekmek, kıvranmak zorunda mıyım??!! O hep sefasını sürüyor, ben cefasını çekiyorum! Şimdi o arkadaşlarıyla tatilde eğlenirken ben burada kendimi tırnaklıyor olacağım!
Böyle oluyor işte... Sonunda yapayalnızsın-unutma bunu. Ona göre sen de yalnız kendini düşün.
Hayatı bu kadar acımasız, müdanasız yaşamalıyım değil mi...
Ne yazık ki...

...Beşinci gün, sabah...

Kan! Kıpkırmızı, taptaze, oluk oluk boşalıyor!
Oh! Rahatla artık, geçti...
Geçti...


























25 Temmuz 2012 Çarşamba

1128

Artık İstanbul trafiğinin kestirilebilirliği kalmadı-Temmuz sonunda hafta içi öğlen saatlerinde bile adım adım ilerleyebiliyor!

Bütün bunlara dayanmak için bol bol kitap okumak, hayallere dalmak gerekiyor...

1127

(24 TEMMUZ SALI)

Arabesk

Her ne olursa olsun-örneğin, borca batmış da olsak gırtlağımıza kadar, sevgilimiz bizi aldatmış ya da terk edilmişsek, en yakın dostlarımız bizi sırtımızdan vurmuş olsa bile veyahut- dostlarla akşamı etmek, kucağımda yeni alınmış bir iki kitabın heyecanını taşımak, hep birlikte buz gibi bir kaç bira içip rahatlamak, bir çözüm bulunamasa bile dertleşmek ve yeniden, her şeye rağmen gülebilmek gibisi yok!

24 Temmuz 2012 Salı

1126

(23 TEMMUZ PAZARTESİ)

Yaklaşan tatil öncesi işler birikmiş ve sıcaklarda iyice zorluyor olsa da, önümüzdeki bir haftayı güneş altında yatıp saatlerce kitap okuyarak, akşamları sahilde bir iki bira içip eski arkadaşlarla sohbet ederek ve kumsalda uzun, sessiz yürüyüşler yaparak geçireceğim için seviniyorum.

1125

(22 TEMMUZ PAZAR)

Bugün üşenmeden Florya'ya gidip Akvaryum'u gezdik.

Bu sıcakta masmavi, gümüşi yansımalı, serin ortamda etrafımızda dalıp çıkan balıklarla çevrili olmak bizi ferahlattı.


Marmara ve Boğaz'dan başlayıp, sıkmadan tarihlerine de değinerek sırayla Karadeniz, Ege ve Akdeniz balıklarını gördük, artık boğazda rastlamanın mümkün olmadığı dev çipuralar ve kofanalara iç çekerek baktık.

Kamuflaj ustası bu dil balığını fark etmekte zorlandık!

Bu puantiyeli bir şapka değil-benekli bir vatoz!

Tek sevimli deniz canlısı, sizleri eğlendirsin diye parklara kapatılan ve şaklabana döndürülen yunuslar değilmiş-koskoca akvaryumu maraton koşar gibi ikili üçlü gruplar halinde hızla ama rahatça yüzen, arada bir başını sudan çıkarıp tatlı burnuyla ellerimize değen bu oyuncu vatozlara bayıldık!

Yassı kollarıyla sizi kucaklamaya hazır duran bu sevimli hayalet; akvaryumda en sıkı dostumuz olan vatoz...

Bazı balıklarsa yerleri süpürmeyi seviyor...

Ardından Kızıldeniz, Süveyş kanalı ve okyanuslara geldiğimizde, olabilecek en renkli, en enteresan balıklarla karşılaşmaya başladık: sapsarı parlak bir fırça darbesiyle süslenmiş bu harika balıklar...

Göz aldatıcı yansımalar arasında bir belirip bir kaybolan, kıvrılıp kayıveren balıklar, tıpkı suyun kendi doğası gibi ışıl ışıl şeffaf bir dünya!

Renk bloklarıyla desenlenmiş, müthiş bir doğal kompozisyon olan balıklar...

Elbette-arada çirkinleri de vardı.

Dünyanın en güzel canlılarından biri olabilecek bu mürekkep renklerindeki balık, parmak izine benzer desenleri ve lekeleriyle beni gerçekten büyüledi...

Turuncunun en güzeli; mavinin yanında, Nemo olarak tanıdığımız palyaço balıklarında...

Ve bu şaşkın bir kanarya değil-çift boynuzlu sarı bir balık!

Karşınızda Türkiye'nin ilk ve tek buzulu-üzerindeki pati izlerine parmaklarımı sokunca cidden ellerim dondu!

Kutup hayvanlarına özel bir sevgim var-zaten diploma projemi de buzul görüntüleri, kar baykuşları ve donmuş göllerdeki yansımalardan esinlenerek yapmıştım...

Penguenlerin şirin olduğunu zaten biliyorduk.

Amazonlar için ayrılan bölgeye geldik; sürekli damlayan şıp şıp yapay yağmur altında, tropik bitkilerle örtülü bir ortam yaratmışlar. Burada ışıltılı fakat dişli piranalardan başka biblo gibi minicik kurbağalar, bakamadığım iğrenç dev tarantulalar da vardı.

Rengarenk deniz şakayıkları, okyanusların derinliklerinde dalgalanıyor...

Ve işte-iyimser bir yıldız sanki bize selam veriyor!

Bazı balıklar çirkin oldukları kadar gösterişli de oluyor...

Ama şüphesiz hiçbiri bu arkadaş kadar cool durmuyor!

Oops!-Galiba bize doğru geliyor...!

22 Temmuz 2012 Pazar

1124

(21 TEMMUZ CUMARTESİ)

Sıcağın iyiden iyiye bastırdığı bir yaz gününde Heybeli ada gezilebilir, fazla tepelere çıkmadan, sahilden uzaklaşmadan şapkalar takılıp güneş yağları sürülüp biraz yürünebilir diye düşündük...

Adanın o kendine has eski moda hallerinin keyfini çıkarabilmek için; komik resimlerle süslü Jön Türk berberin fotoğrafını çekip, eski püskü tabelalarıyla Mehtap fırınından birer poğaça alanları görüp, orada burada yatan miskin köpeklere laf atarak sahil kahvelerinden birine amaçsızca çöküp limonata söyledik.

İstanbul'a nazaran daha pahalı manavların gülünç adlarına(Gülada), camları kırık okey salonlarında eskiyen bilardo masalarına, köşe başlarında rastlaşıp ayak üstü sohbet eden sakin adalılara, Türk şairlerinin resimleri basılı kitap şeklindeki çirkin banklara, ihtiyaç duyulabilecek hemen her şeyi bir arada satan karmakarışık dükkanlarda yan yana duran deniz simitleri ve tuvalet fırçalarına, raflardaki her şeyin illa ki bayat olduğu bakkallara, telaşla geçip giden faytonların nal seslerine bakılarak ada havasını iyice soluduk.


Bu ada gezisi ritüelini eksik bırakmamak adına, ikişer top dondurma aldık; fıstıklı-cevizli...Yürürken döküntü bir ahşap eve sarılarak hayata tutunmuş mavili morlu fırça darbeleriyle büyüleyici saat çiçeğine rastladık.


Acele etmeden, keyfini çıkara çıkara akşamı ettikten sonra, Güneş henüz batmadan erkence bir akşam yemeği yemek üzere Mavi Restoran'da bir masaya oturduk. Kediler hemen etrafımızı sardılar; yalnız bir tanesine kedi demek adeta eksik kalacaktı!


Meze dolabına iştahla göz gezdirdikten sonra ne kadar soğuk meze varsa azar azar söyledik masaya; karamelize soğanlı körili patates salatası, taptaze yoğurtlu cevizli kabak, mis gibi enginar dolması, canım yoğurtlu mücver, biraz da deniz mahsülleri salatası ve bunları önden söylediğimiz birer soğuk birayla bitiriverince, rakıyı yalnız bırakmamak için karides güveç ile hafif acı biberli midye salma...



Kadehlerimizi "Paşa" lakabına güldüğümüz, fakat çok hayran olduğumuz Zeki Müren için kaldırdık. Geçen sene hangi adada yüzmeye gittiğimizi, denize girmek için uygun bir yer ararken ormana dalıp neler yaptığımızı hatırlayıp gülüştük. Hangi adanın yokuşlarından inerken o ağaçtan erik koparmıştı, hangi adadaydı sahi o her tarafı yazılı ev? Bu seferki ganimetler ekşi böğürtlen ile erken olmuş üzüm de güzeldi. Aynı fikirdeydik: limonlu enginar dolması buraya tekrar getirirdi!



Çakırkeyif adımlarımızı hızlandırarak, iskelesinde bir çocuğun eski şarkılar çaldığı ve beyazlar giymiş yaşı yerinde bir adamın herkesin ortasında oynadığı vapura son anda bindik. Geri dönüş yolculuklarında bir parça melankoli eksik olmaz; biz de kulaklığımızda Morrissey'in kırık şarkılarını dinliyorduk ve senin uyuya kaldığını fark edince sesi kısıp kucağıma yatırdığım yorgun başını usul usul okşadım. Karşı sıradaki küçük kız uzun uzun bizi izledikten sonra ona göz kırpmamla birlikte göbekli babasının koynunda kendine mızıldanarak bir yer açıp yattı...
























20 Temmuz 2012 Cuma

1123

Bir huzur geldi içime, işler yoluna giriyor gibi, bu yaz üç unutulmaz konsere gitmiş olacağım ve sanki aramızdaki her şey illa ki kötü gitmek zorunda değil-ayrı kaldığımız bir hafta boyunca belki de korktuğum kadar uzaklaşmayacağız filan, işte dün aldığım dopingin etkisi beni bakalım kaç gün bu optimist havada devam ettirecek-neyse uzun lafın kısası; bu haftasonu seni şapır şupur öpmek istiyorum!

1122

(19 TEMMUZ PERŞEMBE-YA DA MOZZZZ!)

Bugünü önceden yazsaydım, çok sıradan olabilirdi!

Karşıya geçmiş ve trafikte kalıp yorulmuş olduğum halde kaçırmayı göze alamayacağım bir adamın konserine gidebilmek için imkanları biraz zorlamak istedim-3 saat kala karar verdim, 2 saat kala evden çıktım, 1 saat kala karşıdaydım, tam vaktinde açık havadaydım ve 1 saat de merdivenlerde tüneyip bekledim.


Son dakika bulduğum merdiven biletleri sayesinde iyi ki önceden bilet almamışım dedim, sahneyi son derece güzel gören ortada bir yere kurulduğuma memnundum. Epey gecikmeli de olsa 6 sene önce ilk defa İstanbul'da dinleme şansını yakaladığım bu çok duyarlı, oldukça ilham verici vejetaryen ve gay İngiliz adam beyaz gömleği ve müthiş cool duruşuyla sahneye çıktı.


Morrissey açık havada bangır bangır söyledi- How soon is now ile girdi, You have killed me ile deşti, Shoplifters of the world ile eskilere gönderdi, Everyday is like sunday ile herkesi birleştirdi, Let me kiss you ile şaşırttı, Last Night I dreamt that somebody loved me ile mahzunlaştırdı, I'll see you in far off places ile gitti...



Konseri rahatsız merdivenlerde heyecanla beklerken önden küçük bir peformans yapan kadının enteresan da olsa fazla coşkulu şarkıları ve Björkvari tınılı sesi sabırsızlığımızı daha da arttırdı. "Biz" diyorum; çünkü bu akşam adeta tüm şehir Morrissey'e gider gibiydi: dolmuşta yanıma oturan 40lı ve 50li yaşlarda iki kadın ile AKM önünde karşılaştığım ve t-shirtümü görünce heyecana kapılan iki adam gibi... Gerçekten "biz" olmuştuk artık; ensesi traşlı saçlarının önü uzun gay çocuk, çeşitli yabancı müzikseverler, hatta teyzeler! Merdivenlerin de tamamen dolmasıyla zaten dip dibe oturmak zorunda kaldığımızdan artık etrafımdaki herkesin ne derece Moz fanı olduğunu veya caz festivali kapanış konserine bilet bulduğu için mi geldiğini tespit edebiliyordum.

Dünyanın en tatlı "loser"ının yazdığı en görkemli kaybediş şarkılarına, hep bir ağızdan eşlik ettik-meğer ne çok ezik varmış İstanbul'da! Meğer ne çokmuş tutunamayan, uyumsuz, hep bekleyen, arayan, hayal kırıklığına uğrayan, ölülerle konuşan...

Last night I dreamt that somebody loved me
No hope no harm- just another false alarm.
so, tell me how long before the last one ?
and tell me how long before the right one ?


Sahneye çıktığında Türk bayrağı açıp "People have the power" diye mırıldanması ve ardından "You know politicians are the root of all evil but-people are the same everywhere!" diyerek bayrağı yere savurması, en çok ilgimizi çeken tavır oldu. Hepimiz Morrissey'in şarkılarının içi boş olmadığını bilir, belki de o yüzden bu kadar severiz. Irish Blood English Heart gibi bir şarkı yazmış adamdan bahsediyoruz-dolayısıyla bu hareketini milliyetçiliği yücelten yavşak bir tavır olarak değil, özellikle son dönemde Suriye ile siyasi düzeyde gerilen ilişkilerin, gerçekte halklar arasında hep dostça süreceğine vurgu olarak aldık.



Bir de şu "Meet your meat" videosu var, Meat is murder söylerken midemiz bulanarak gözlerimizi kaçırdığımız-sanırım gecenin en etkili dakikalarıydı.

Konser boyunca ön sıradaki hayranlarının ellerini tutmak için eğilen, yerlere yatan, belli ki onu gördüğüne çok sevinmiş bir kızı kollarından tutup sahneye çıkmasına yardımcı olan, sonra küçük bir kız çocuğunu kucağına alıp bir yandan şarkı söyleyen, mikrofonu seyirciye verince "I love you!" deyip durmalarıyla tatlı tatlı dalga geçen, herkesi ayağa kaldıran, ayaktakileri ön sıralara koşturan, yani tam bir rock-star karizmasıyla sahnede dans şovlarına ihtiyaç duymadan bir mikrofon kablosu sallayışıyla coşturup dimdik duruşuyla kendini izleten, ilk defa duyduğumuz birkaç şarkısını bile aklımıza kazıyabilen, müthiş enerjik, ışık oyunlarıyla şenlenen ve özellikle davulcuyla desteklenen dolu dolu harika bir performans gösteren bu muhteşem adam için avuçlarımı patlattım-kendimi şanslı hissediyorum!



19 Temmuz 2012 Perşembe

1121

(GECE YARISINI GEÇTİ-18 TEMMUZ ÇARŞAMBAYDI ASLINDA)

Sana sinirlendim,
dışarı çıkıp içtim,
sarhoş oldum
ve önümüzdeki hafta
Kaş'a gitmeye karar verdim!

17 Temmuz 2012 Salı

1120

Bugünkü gibi; yaz sıcağının ortasında aniden serinleyen, belki biraz da yağmur yağan rüzgarlı akşamlarda kocaman bir sırta sarılıp usul usul nefes alıp verişini dinlemekten başka yapılacak en güzel şey, ellerine bile sığmayan ağır, kapağı yıpranmış, eski ve kalın bir kitabın gizemli sayfalarına dalmak olabilir...

1119

(16 TEMMUZ PAZARTESİ)






GİRİŞ
Girit'in orta yeri labirent, labirentin ortasında yaşarmış Minotauros. Boğa başlı canavardan herkes korkarmış-kahraman denizci Theseus hariç. Yolunu kaybetmesin diye eline kırmızı bir yumak tutuşturmuş Girit kralının güzel kızı Ariadne içeri girmesinden önce. Kırmızı ipin bir ucunu kapıya bağlayıp aça aça girmiş içine labirentin korkusuz Theseus ve gelmiş hakkından canavarın. İp ucu denen şey böyle çıkmış ortaya, efsane bu ya...



GELİŞME
İstanbul'da yürüyorum; binlerce yüzden, sesten, kokudan, tattan oluşan bir labirent... Baktığım her yüz, çaldığım her kapı ve attığım her adım, hafızamda benden habersiz kaydediliyor. Anılar ipe atılmış düğümler misali: hatırlamak köprüler kuruyor zamana-unutmak; ayırıyor. Her düğüm; içimde geçmişle geleceği bağlıyor- her kesik; içimde zamanı yutan bir kara boşluk... Çok dolambaçlı hayaller ile kaotik duyumlar labirentinde kendimi kaybettim- yolumu bulabilecek miyim?

1118

(15 TEMMUZ PAZAR)

İştahlı bir sabah: bazen yumurta daha bir güzel geliyor ve hellim çizgili kızartılmış, pek hoş görünüyor.

İştahlı bir gece: bazen enseni öpmek çok tatlı geliyor ve sırtın böyle boydan boya önümde serilmiş, çıplak, dokununca ürperiyor, rüzgarı tek tek her tüyde hissediyor, harika gözüküyor.

1117

(14 TEMMUZ CUMARTESİ)

Gerçek Minik Serçe fanatiklerine ayıp olmasın diye ben bir Sezen Aksu hayranıyım diyemem; birkaç albümü vardır evde sadece, ama 70ler Türkçe pop partilerinde en hevesle eşlik ettiğim hep onun şarkılarıdır.

HERKESİN BİR SEZEN ŞARKISI VARDIR!
Doğrusu; herkes tarafından sevilen insanlara oldum olası bir parça temkinli yaklaşmışımdır-herkese hitap etmek için kimliksiz olmak gerekir gibime gelir, fakat bazı istisnalar var.

Hepimizin ezbere bildiği, nereden bildiğini bilmeden söylediği, belki en sevdikleri arasında saymayı unuttuğu, fakat sevgilisinden ayrıldığında veya memleketi özlediğinde koyup efkarla dinlediği bir Sezen şarkısı mutlaka vardır. Bir mekanda gecenin sonlarına doğru Sezen çalarsa; adeta esrarengiz bir büyünün etkisiyle insanların birleştiklerini, hep bir ağızdan eşlik ettiklerini görür, her birimizin bu şarkıları bağıra bağıra söylemek için kendimize göre sebeplerimiz olduğunu anlarız. O'nu herkes, bir ucundan tutup kendine çeker.

Bu hafta sonu ben de sahnede, Fahir Atakoğlu'nun becerikli parmaklarıyla can verdiği piyanoya meydan okurcasına şarkılarını durmadan, birbiri ardına bangır bangır söylediğini görünce, O'nun neden Sezen Aksu olduğunu anladım. Belli bir yaş almış, kim bilir kimlerle tanışmış, kimleri kaybetmiş ve şüphesiz hepimizden katlarca fazlasını yaşamış, açık havadaki tüm ses kayıplarına rağmen en arkalardan gayet keyifle dinlediğimiz, 3,5 saat sahnede kalan, coşan, gülüp güldüren, kimseninki eksik kalmasın diye hemen her şarkısını söylemeye gayret eden bu muhteşem kadına helalinden bir maşallah dedim!


SEVGİLİYLE SEZEN KONSERİNE GİTMEK...
Serçemiz, konserin 2. yarısına son albümünden Unuttun mu Beni? ile başlayınca,
içimden eşlik ederken bir yandan göz ucuyla bana bu konseri sürpriz yapan erkek arkadaşıma bakıp bir anlık yumduğu gözlerinde kim bilir nerelere gittiğini gördüğümde kederli bir saygı ile yana çekildim.

Sevgiliyle Sezen konserine gitmenin pek de iyi bir fikir olmadığını düşündüm; neredeyse bütün şarkılar eski aşklara yazılmış değil mi? Sevgilimin, kimler tarafından unutulmuş olmasına içerlediğini düşünürken, bir yandan kendi hikayemi hatırlatan şarkılara suçlulukla sessizce eşlik ederken buldum kendimi. İkimiz kol kola, ikimizin de sezdiği ve saygı gösterdiği bir gamlı sükunete büründük, bizim hikayemizin şarkısı acaba hangisi olacaktı...?

ÖNCE ŞARKILAR YAĞDI-ARDINDAN ALKIŞLAR...
Ölümünden sonra babamın bana söylediğini hayal ettiğim Gidiyorum Bütün Aşklar Yüreğimde, küçükken amca kızımla playback yaptığımız ama sözlerini bir türlü çıkaramadığımız Ada Vapuru Yandan Çarklı, seçimleri hatırlattığından sevimsiz bulduğum Hadi Bakalım Kolay Gelsin, klasik romantiklerden Geri Dön ve Beni Unutma, içimiz parçalanarak bu topraklarda çocuk olmanın, kadın olmanın ne menem bir şey olduğunu Aysel Gürel'in vasıtasıyla andığımız Ünzile, kızlığı yarım kalmış bez bebekli Karadeniz kızlarının türküsü Ben Annemi İsterim, Şimdi Bana Kaybolan Yıllarımı Verseler ile kaybedilen eski sevgililer, Alaturka mırıldanarak anımsanan özlenmiş memleketler, dökülen gözyaşlarıma kıyamayan sevgilimin Sen Ağlama deyişi, İstemekten çekinmeyen ateşli bir Latin ezgisi Doya Doya Seviş Benimle Hadi, birbiri ardına üzerimize yağdı.

Ön sıra dostları Nilüfer ve Nükhet Duru'nun da birer şarkı lütfetmeleriyle, seyirci mest oldu. Arkamızdakiler gibi, Fahir piyanoya abanmışken sıkılıp gündelik mevzulardan konuşan, müzik dinlemeye değil eğlenmeye gelmiş, iştahla mısır yiyen, çok mühim olsa gerek ki-çalan telefonlarını açan, Nükhet sahnede döktürürken sıkılıp giden görgüsüzleri saymazak- hepimiz, bizden kat be kat fazlasını görmüş geçirmiş bu şahane kadın ile tüm orkestrasını gönülden, avuçlara kuvvet, gönül taşkınıyla alkışladık.
















1116

(13 TEMMUZ CUMA)

Kendime gelmek için bütün bir günü ufak tefek alışverişler yaparak, ne bileyim kuaföre gidip saçlarıma bakım yaptırarak, kadınsal faaliyetlerde bulunmak adına saçlarımı kestirip dalgalı fön çektirerek, yaz sıcaklarında deri cendere içine hapsolmaya isyan eden ayaklarımın su toplayan ve nasırlaşan köşelerini itinayla, sabırla saatlerce törpüleyip kremlerle yumuşatarak, ardından kısa kestiğim tırnaklarımı tertemiz cilalayarak, yurtdışından getirttiğim yağlarla dakikalarca bacaklarıma masaj yaparak filan işte öyle geçirmek istedim- ihtiyacım vardı...

12 Temmuz 2012 Perşembe

1115

Sana söz veriyorum-bunu atlatacağız ve her şey yeniden güzel olacak.
Artık uzun süre sorun çıkmayacak, seni yormayacağım.

Sana güveniyorum, bundan böyle bu konu aramızda sorun teşkil etmeyecek.
İlişkimize dışarıdan kimse müdahale edemeyecek, izin vermeyeceğiz.

Bu haftasonu her şeyi ardımızda bırakıp mide kramplarıyla geçen gecelerin tadını çıkarmak, birlikte içip sarhoş olmak, sabahlara kadar dans edip öpüşmek istiyorum...

11 Temmuz 2012 Çarşamba

1114

Kendimi aptal, kullanılmış, kandırılmış, arkasından işler çevrilmiş, enayi yerine konmuş, dalga geçilmiş, aşağılanmış, gururum ayaklar altına alınmış hissediyorum.

Yine de ben RANA olduğumu biliyorum ve hakkımı yiyen bu insancıklara vakti geldiğinde bambaşka ortamlarda hiç tahmin etmeyeceğim şekilde cevap vereceğimden eminim.

Ant olsun-öyle ya da böyle, belki hiçbir şey yapmadan- öcümü alacağım!

1113

(10 TEMMUZ SALI)

Bu akşam
mideme öyle bir yumruk yedim ki
sevgili günlük;

sana bile
anlatamam

1112

(09 TEMMUZ PAZARTESİ)

Füsun ile Kemal'in gizli buluşmalarını, hesapsızca sevişmelerini, değil birbirlerine, kendilerine bile itiraf etmeyi erteledikleri yakınlaşmalarını okudukça ikimizi hatırladım...

8 Temmuz 2012 Pazar

1111

Uzun zamandır okumaya başlamak için popülerliğini yitirmesini beklediğim kalın kitabı sonunda elime aldığımda ne kadar kolay okunduğunu fark edip şaşırdım ve -biliyorum böyle deyince kızacaksın, sanki uzun zaman mı oldu yani bir hafta önce beraberdik diyeceksin ama- senle sevişmeyi çok özlediğimi hissettim...

1110

(07 TEMMUZ CUMARTESİ)

Yazın En Terli Gecesi


Kötü bir haberin şok edişiyle başlayan gün, muhtemelen hiç hoş geçmeyecekti-eğer evde durursam kafamdan bunu atamayıp hiçbir şeye kendimi veremeyeceğimi anladığımda pazar günkü programımızı erkene çekmek niyetiyle uzundur görüşmek istediğim arkadaşımı aramasaydım.

Ama aradım ve günün gerisi yine de güzel geçti!

Evlere sığamama dürtüsü ikimize birden musallat olmuş olsa gerek- erkenden evden çıkmayı kafaya koymuştuk bile. Beyoğlu'nun meydana yakın bir cafesinin arka balkonuna konuşlanıp buzlu kahveyle serinledikten sonra, abartan yaz sıcaklarına inat, Tophane'ye doğru indik ve epeydir istediğimiz Masumiyet Müzesi'ni gezdik.

Kriz anlarında aşırı doz olarak nitelendirdiğim arada bir dökülen uzunca yazılarımı topladığım bloguma Masumiyet Alametleri adını vermiş biri olduğumu hatırlayınca gülümsedim. Sonuçta, dolaplara kapatılmış-hep bir mesafeden bakabildiğimiz, uzaklaş(tırıl)mış-bütün bu kelebek tokalar, eski İstanbul fotoğraf ve tabelaları, kırık oyuncak bebek kolları, sevgilinin kıskançlıkla gözetlendiği pencerenin perdesi veya köpek bibloları...Hepsi birer masumiyet alameti değil miydi?

İş görüşmelerine verilen CV.lerimden birindeki ilgi alanlarım kısmına hatıra biriktiriyorum, yazdığımı anımsayınca tekrar gülümsedim. Birkaç sene evvel okulda bir proje olarak başladığım Labirent de gerçekte anı koleksiyonerliği değil de neydi??

Herşey elbette Ariadne ile başlamalıydı- bilmiyorum neden.




Ortadaki kırmızı yumak, bu bin-yıllarca eski Girit efsanesinde, ortasında boğa başlı canavar Minotauros'un yaşadığı labirente girmeye cesaret eden kahraman denizci Theseus'a yolunu bulabilmesi için Ariadne'nin verdiği ip ucuydu.




Kırmızı yumak bendim. Etrafımda; -her gün tarihiyle işlediğim- gittiğim semtler, şehirler ve görüştüğüm insanlar vardı. Bir bağ kurduğumu hissettiğim bu insanların, sokakların, kiliselerin veya kitapların da kendilerini anlatan birer küçük yumakları vardı, hepsi bana bağlanıyordu.

Böylelikle ben hayatımın bir yılının Köln'de, Sultanahmet'te, Boyacıköy'de, Taksim'de, Mimar Sinan'da, Edirne'de, Caddebostan'da, Gedikpaşa'da geçen günlerinin bir haritasını oluşturmuştum. Bu labirentte yolumu bulabilecek miydim?...

İşte ben girişteki onlarca izmarite- her biri tarihleriyle saklanmış, notlarla duvara tutturulmuş- bakarken, aslında ne kadar benzer bir hayalin peşinden gittiğimi anlayıp gülümsedim. Nostalji tutkunları için eşsiz bir iş!

Masumiyet Müzesi'ni arınırcasına gezdikten sonra Tophane yokuşlarında bir posta ter dökerek bir şeyler yiyip içebileceğimiz bir terasta aldık soluğu.

Yavaş yavaş teras da, masamız da doldu taştı.

Her birinin tanışmasına vesile olan ortak noktaları, artık görüşmedikleri salak bir adam olan beş kız hayal edin: biri çok yalnız olduğunu haykırıyor, yanındaki kurulu düzenini değiştirmeyi göze alarak İtalya'ya gidiyor, onun yanındaki asker yolu gözlüyor, karşısındaki aşkın öldüğüne inanıyor ve onun da yanındaki ben...

Şişe şişe biralar, roze şaraplar, ardından fallı Türk kahveleri eşliğinde sohbet uzadıkça uzuyor, Tünel şenliği bizsiz başlıyordu. Galata meydanına inmeye karar verdiğimizde bu kadar terli bir gece geçireceğimizi artık anlamıştık, Gevende'nin etnik ritmleriyle dans ederken hepimizin saçları ıslanmıştı. Nefes alamayınca kalabalıktan çıkıp yine Tünel civarındaki tanıdık küçük bara yürürken bir posta daha terleyip sırılsıklam olmuştuk. Yine de, vücudumuzdaki su miktarına doğru orantılı biçimde neşemiz eksilmemişti.

Sidikli arka sokakların tenha tekinsizliğinde son bulan gece, bizi öyle yordu ki...Ama çok da iyi geldi!




1109

(06 TEMMUZ CUMA)

İlk defa bu kadar çalışarak geçen yaz aylarında durmama fırsat vermeyen yeni heyecanlar...

5 Temmuz 2012 Perşembe

1108

Gençlik yıllarını yetişkinliğe bağlayan yaşlarda ortaya çıkıveren yaşam gailesi dertlerinin olağan depresyonuna kapılmış kızlar, şehir içinde bir cafede buzlu lattelerini içerken şehirde yazı geçirirken kuruyup ölmemek için küçük plaj planları yaptılar...

1107

(04 TEMMUZ ÇARŞAMBA)

Şimdiye dek istediğim yere gelemediysem, yeterince iyi çalışmadığım içindi.
Yapabileceklerimin yarısını bile yapmadığım içindi.
Artık çıtayı yükseltiyorum.

Yeniden yeni bir şeyler çizmek, okulun ilk günü paniğini her seferinde tekrar yaşamak, sahneye çıkmadan önceki anın gerginliğinde kıvranırken rüyalarında ayakkabılar görmek, boş kağıtla bakışma dakikalarında bilinç kaybı yaşamak...!

Yapabileceğimin en iyisini yaptım mı- gerçekten??
Hayır, henüz değil.
Yine değil!

Bugün, silkinip kendime geldim, başarısızlıklarımla yüzleştim, yetersizliğimi kabul ettim ve daha iyisi olabileceğimi göstermek için yeniden başladım, hırsla, azimle...

Masaya bir oturup bir kalktım, doğum sancılarımın sonunda birbirinden güzel modeller çıkardım ve ardından sahile inip bir bira içtim, öpüştüm.

3 Temmuz 2012 Salı

1106

Uzun, upuzun bir ara vermiş olduğumuz üniversite arkadaşımla yeniden buluşup sahile indiğimizde bu kez yanımızda bir minik canavar vardı, pusetinde...
Büyüyünce yine böyle birlikte birer bira içeceğimiz günleri görmek dileğiyle şişeleri tokuşturduk.

2 Temmuz 2012 Pazartesi

1105

Bugün, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü üzerindeki bakım çalışmaları ve Haliç Köprüsü'nün Merter istikametine kapalı olmasına ek olarak, Sultanahmet'teki şüpheli paket uyarısı sebebiyle İstanbul'un bütün ulaşım araçlarına bindim: Kadıköy'de şehir hatları vapurlarıyla Karaköy'e, oradan tramvaya, Eminönü'nden ileri gitmeyince mecburen Beyazıt'a yürüyüp orada işleri hallettikten sonra metroya, metrodan inip bu sefer Güngören'e otobüse, arada biraz tabanvaya talim ettikten sonra minibüslere, Topkapı'da inip Aksaray'da yeniden tramvaya...

Şaka değil, burası İstanbul!

1 Temmuz 2012 Pazar

1104

MODERN METROPOL İNSANCIKLARI

Bir de şöyle bir modern tip türedi: haftaiçi sabah 6da servise binip 2 saat yol teptikten sonra kurumsal bir şirkette 8de çalışmaya başlayan akşama pestili çıkan, dolayısıyla yemek içmek çalışmaktan başka aktivitelere vakti enerjisi kalmayan ve hafta sonunda yaşadığını hissetmek için son bir hamle yapmak gayretiyle ZAZa giden-çünkü iş arkadaşları da ona gitmişlerdi ve jazz dinleyicisi olmak da bu profili tamamlıyor-bir vuruş entellektüellikle kendilerini kandırmaya çalışan metropol insanı.