31 Temmuz 2013 Çarşamba

1498

Benim uğurlu kuşlarım var, bilmezsiniz.

Biri mavi; rüyamda görürüm onu sürekli, hep pencere açık kalmıştır da korkudan yüreğim ağzımda çağırırım evin içinde adını, çıkıp gitmemiştir ama, rahatlarım masmavi, bir yere tüneyip bana baktığını görünce.

Biri pembe; pembe kuş olur mu diyenin ağzını kıracak kadar harbici pembe! Kocaman gözleriyle her yerde, kaçış yok meraklı bakışlarından. Öyle sevimli bir meret ki; en keyifsiz gününde al karşına konuş, gül...

Diğeri gümüş... Nasıl bir gazap, ne biçim bir afra tafra of! Pozlarını görmeyin, korkarsınız. Benim koruyucum o, her yerde boynumda, yeni bir işe başlarken, bir yere adım atarken yanımda, uykuya yatarken de koynumda...

30 Temmuz 2013 Salı

1497


Çiçek gibi naif, hafif, mis kokulu bir yaz sonu bizi bekliyor!

Bundan sonra yaz daha güzel geçecek...;)

29 Temmuz 2013 Pazartesi

1496


Şıkır şıkır bir Temmuz sonu akşamüstü...

1495

(28 TEMMUZ PAZAR)


Serin kuytu mayhoşu üzüm, ballı yaz güneşi incir, taze çakı gibi limon, iç ferahlatan gönlü açık fesleğen, iç gıcıklayan hafifmeşrep yasemen, nazlı ve ıtırlı huysuz lavanta; yazın aromaları etrafımı sardı...

27 Temmuz 2013 Cumartesi

1494

Seni hala
hala nerelerde arıyorum
yüreğim ağzımda
bulmaktan korkarak

1493

(26 TEMMUZ CUMA)

2 Laf


2 minik kurbağa çıktı yürürken yoluma, sarı-siyah puanlı

2 çekirge zıpladı sekti bacağımdan, şaşırttı beni

2 ateş böceği gördüm, ikisi de 2 gündür aynı yerde duran

2 uğur böceğinden dilek diledim, güneşlenirken kanıma konan

Tam 2 cırcır böceğinin serenatının son nefesini verip de

Ölürken tam tepeme düşmüş olması sizce tesadüf mü?

Ya 2 kolumu da çizen 2 defne dalına ne demeli?

Denizde 2 gündür aynı yerde karşılaştığım

Sarı çizgili balık da mı tesadüf yahu?!



25 Temmuz 2013 Perşembe

1492

Bak ben biraz yandım iki gündür, yazın ilk domatesleri gibi hafiften pembeleştim, omuzlarımı daha çok öpmek isteyeceksin geldiğimde...

Birkaç da kilo verdim ben, görüşmeyeli, yani yakından görmeyeli tenimi. Hani hemen incecik oldum diyemem ama, bir hafiflik geldi üzerime, belime sarılınca anlayacaksın...

Bak ben yüzüyorum iki gündür bir iskeleden öbürüne, kollarım çalışıyor, bacaklarım çok mutlu tuzlu suyun içinde, deniz kokusunu alacaksın eminim, sarıldığımızda...

Yazın en kötü günleri geçti sevgilim, bundan sonra bize parlayacak Güneş- gör bak!

1491

(24 TEMMUZ ÇARŞAMBA)

Ateş Böceği Sözü

Gece yine Fener'de aldım soluğu, en sevdiğim yeridir buranın. Issız, ürkütücü ve çok rüzgarlıdır hep.

Buradan atlasam, dedim kendi kendime, beni bulamazlar-toz olurum...

Bir seferinde, Almanya'ya gittiğinde sanırım, çıktığın tren yolculuğunda beni yanında istediğini, özlediğini yazmıştın-ne kadar mutlu olmuştum!

Sen beni çok üzdün be! Neden bu kadar harcadın ki beni, kolay bulunurum mu sandın?

Hah-şimdi "Hayır Rana, sade sen değil kimse kolay bulunmaz." dersin. Bok yersin!

Bazı insanlardan sürüyle var ulan etrafta, görmüyor musun? Herkes aynı be!

Işıldayan çok az insan var oysa, ara sıra karşımıza çıkarlar, nadide, kıymetli, nadir insanlar...

Sen benim kıymetimi bir türlü bilmek istemedin. Ne diyeyim, helal olsun!

Hep korktuğum şey oldu dün gece: yeni işin gün geldi seni senlikten etti. Haydi bakalım şimdi!

Dalga geçiyordun ya korkularımla- başıma geldi aha işte!

Ben harika bir adam tanımıştım, kendini harcıyor, önüne çıkana bol keseden dağıtıyordu.

Ben o adamı sevmiştim, dağıttığı boşa gitmesin diye sevmiştim-ne oldu ona şimdi?

Ölmediyse, bana ateş böceği yakalamaya söz verdi dün gece, sözünü tutsun!

Buradan atlasam, dedim kendi kendime, beni aramazlar-toz olurum...

1490

(23 TEMMUZ SALI)

Tekinsiz Gece


Bazen olur böyle talihsiz geceler; insanların en gergin günlerine denk gelen, hiç öngörülemeyen bir kıvılcımla parlayıp alevlenen tartışmalarda karşılıklı iki tarafın da saçmaladığı, bir yere varmayacağı belli, anlamsızca can yakan kavgalı geceler...

Bu gece de öyle mi dersin? Bizim böyle saçmaladığımız geceler çok olmuştur. Beni korkutan; ya bunlar görmek istemediğim bir şeyin işaretleriyse...?

Son 2 ayı doğru düzgün görüşemeyip alıştığımız rutinin dışında geçirmemizin zaten bizi uzaklaştırmasından başından beri korkuyordum, bunu defalarca söyledim sana, çoğunlukla senin daha iyimser yaklaşıp bana güven verdiğin kısa gerginlikler yaşadık bu konuda. Sık sık, kendime ısrarla saldırdığımı ve karanlık düşüncelerimin aksini kabul etmeye yanaşmayan katı bir buz dağı olduğumu biliyorum. Benim dipsiz kuyulara düşmem pek zor olmuyor, hep böyleydi bu, lakin en derin uçurumlardan kurtaracak dev kanatlarım da var.

Bu gece, saçma tartışmamızın bir yerinde bana "Bir tek sen mi uzaklaşıyorsun? Ben de ilişkimizin soğuduğunu düşünüyorum!" dediğini duyunca çok kötü oldum. Gizli gizli senle konuştuğum duvarın dibine çöktüm, ağlamaya başladım. "Bunu şimdi mi söylüyorsun? Şimdiye kadar hep sorduğumda benden uzaklaşmadığını söylüyordun, yalan mı söyledin?" diyebildim hayal kırıklığı içinde. "Ben senin teselli edicin değilim Rana!" diye bağırdın karşılığında. Defalarca umudumu yitirme eşiğine geldiğim, beklemediğin vakitlerde kötümser hislerimi anlatarak seni korkuttuğum, yorduğum doğru. Bütün bunlara göğüs germek, gerçekçi ama iyimser yaklaşıp bizi daha güzel günlerin beklediğini tekrarlamak kolay olmasa gerek. Daraldığım zamanlarda yanımda güçlü durduğun ve bana güven verdiğin için teşekkürler. Ben de hatırlarsan, 3 yıl evvel kendini duvardan duvara attığın günlerde, hayatında hiçbir şeyi başaramadığını bağıra bağıra ağladığın haftalarda, seni yalnız bırakmamıştım. Seni teselli etme borcum da yoktu, gerçekten değerli biri olduğuna inandığım için, başarısız ve zavallı olduğunu reddettiğim için yaptım bunu.

Bu gece söylediklerin, karnıma sert yumruklar gibi art arda indi, gördüğün gibi işte. Bütün bunlar nasıl başladı peki?

Bir türlü birlikte tatil yapamayan dünyanın tek çifti olan bizim, görüşemediğimiz için zor geçirdiğimiz 2 ayın sonunda kısacık bir tatile çıkma imkanımız doğduğunda sen bunu planlamaya vakit ayıramayınca başladı. Belki gerçekten anlattığın kadar meşguldün gün boyu ve benim mesajıma, mailime geri dönecek 1-2 dakikayı bulamadın, olabilir. Yine de üzdü beni, iş arkadaşlarınla iftara gidebildiğine göre, bana ayıracak vaktin de vardır, diye düşündürdü. Sitemle sarf ettiğim 1 cümleyi bana gece boyu bas bas bağırmakla, kendini kaybedip küfretmekle, telefonu hep yüzüme kapatmakla cevapladın. Benim sesim bile çıkmadı çoğu zaman, bıraktım sen kendi kendine huysuz çocuk gibi dövündün.

Öyle itinayla ve ısrarla bana istenmediğimi hissettiriyorsun ki, şaşıyorum! Neredeyse inanacağım.

Uzun süredir, sesini tanıyamadığım, ürkütücü ve sevimsiz bir yabancıya dönüştüğün böyle bir tekinsiz gece yaşamamıştık.

Ne bana kızmaya, ne bağırmaya, ne önemsenmediğimi hisserttirmeye hakkın yoktu. "Bir gün gelince bu gece yaptıkların için de özür mü dileyeceksin?" diye sorduğumda, yine bencil ve narsist tarafın cevabı yapıştırdı: "Ben artık senden hiç özür dilemeyeceğim Rana! Bundan böyle hiçbir şey için özür dilemeyeceğim ben senden!"

Vay vay! Demek hiç hata yapmayacaksın bundan sonra, öyle mi? Eh, sen şimdiye dek dilediğin özürleri de geri alırsın bir de! Aferin! Büyük adam olursun ne diyeyim!

Ben kendi adıma, seni gereksiz yere üzüp yıprattığım her bir dakika için ayrı ayrı, içtenlikle üzgünüm, sana saygısızca davrandığım oldu, çok özür dilerim. Kendimden utandığım şeyler yaptım ama senin de bu geceki kadar ergence davranmanı beklemezdim doğrusu, yakıştıramadım.

Bir sağ bir sol kroşelerle beni nakavt ettiğin bu berbat geceyi, ben kıvranarak, ağlayarak geçirdim. Beni hiç beklemediğim yerden vuran laflarını, kolaylıkla harcayan tavrını, açıkça ortada olduğu halde farkına varamadığım basit bir gerçeğin delili saymam gerektiğini hissettim: ben senin hayatında önemsiz bir detaydım. Senin zaten hiç benle yapmayı hayal ettiğin bir şey yoktu ki! Acıyla gördüm ki; ben hep senin hayatına ayak uydurmaya çalışıp, kendime bir yer açmaya uğraşacağım ve istediğimden çok çok azını bulacağım.

Senin hayatın, işin, arkadaşların, ailen, her şey benimkilerden hep çok daha mühim olacak. Benimkiler hep sana uyumlu, seninkiler hep bana karşı... En ufak bir sitem yahut itiraz ettiğim an: bencilin tekiyim!

Yok yok, düşündükçe kötü oluyorum, gerçekten çok fazla kırıldım ben, adaletsizliğine şaşırdım. Bu kadar hem suçlu hem güçlü olabilmene, kendinden başkasını gücün yettiğince ezmene şaşırdım.

Ertesi gün de, beni anlamamaya devam ettin, öyle ki; neredeyse kendi değersizliğime ikna olmam gibi, senin tam bir aptal olduğuna da kanaat getirecektim. Yaşadığım durum o kadar absürttü ki, senle konuşamıyordum bile. Güneşin altında yine de ter döktüm, yaptığın haksızlığı görmen için. Geçmişimiz göz önüne alınırsa, sana laf soktuğum şeklinde algıladığın o sitem sözü çok da acayip kaçmıyor, demek istedim. Sanırım görmedin hala.

İnatla seni benim çıldırttığımı iddia etmeye devam ediyorsun, çünkü bu daha kolay. Bence ikimiz de gerçeğin bu olmadığını bal gibi biliyoruz, eğer sarhoş değildiysen. Zaten son haftalarda fazlasıyla baskı altında kalmıştın ve normal hayatını yaşayamıyordun, sonunda bu gece gerginliğin patladı, o da bana denk geldi. Hiçbirinin sebebi asla ben değilim, bunu muhakkak biliyorsun.

Bir kez daha hakkımı yedin, bir kez daha ahımı aldın, ne diyeyim; canın sağolsun!




23 Temmuz 2013 Salı

1489

(22 TEMMUZ PAZARTESİ)

Yola revan olmanın en tatlı yeri; yolda her şeyin tek seferlik olması...
Kendiliğinden, öylesine, geçiveren, unutulan, akşam sefası gibi...

Bir tas çorba; tadının iyi olması pek mühim değil, çarçabuk içilecek, sıcak ve limonlu.
Bir iki sigara; sigara içmeyenler de içecek, zira yoldayız-Yak bir tane!
Bir kaç laf, söz; muhtemelen hafızaya hiç yazılmayacak, Efendim yolculuk nereye?

Yolda bulunan kitaplar ne kıymetlidir mesela; birer kayıp hazine misali sevindirir insanı-benim payıma bu defa Hemingway'in "Güneş de Doğar"ı çıktı.
Dolaptan, aklımda kalmamış eski hasır şapkamla atmaya kıyamadığım çocukluk deniz gözlüğüm, bir de hepsi yarım güneş kremleri çıktı.

Yol her şeyi nasıl da geride bırakıyor, yolcuyu da aslında, bir bakıma geride bırakıp değiştiriyor, dönüştürüyor.

21 Temmuz 2013 Pazar

1488


Arkadaşım; Şeytan...

Köhne barlarda üç beş çapulcuya çalan ezik genç rock gruplarının birinde, aslında çok kaliteli olduğu yıllar sonra anlaşılacak, değeri henüz bilinmeyen çirkin bir gitaristtim, sene 80 bilmem kaç. Şapkasız çıkmıyordum kat'iyen, zira söyledim ya; hakikaten de çirkindim. Bir gece vakti, her önünden geçişimde uzun uzun bakmaktan kendimi alamadığım vitrindeki gelinlikli taş manken ile dertleşiyordum ki, birden dibimde bitti. Kimdi? Siyah pardösü giyinmiş, ekose atkısını boynuna atıvermiş, çok sessiz, kurnaz ve uğursuz bir kedi gibi sessiz, komik denebilecek bir papyon takmış orta yaşlı gözlüklü bir beydi. "Satar mıydın gerçekten?" diye aniden sordu. Ruhumu, yani.

Faust'tan bahsettiğimi işitmiş, nasıl işitmiş bilemedim ama, içimden konuşurken beni dinliyormuş. Kafam hepten gidik, dedim kendi kendime, bırak allasen! Döndüm, baktım yok olmuş. Salladım başımı, ellerim ceplerimde mankene eyvallah, dedim.

Hop! - Bir an önümde bitti. Sakindi, kesilmeye götürüldüğünü bal gibi bilen bir koç kadar sakindi. Afalladım. Neydi? Ruhumu ona satmam karşılığında bana istediğim her şeyi vaat edebilecek Şeytanın ta kendisi miydi?

"Ruhun da beş para etmez gerçi ama, yine de işim bu benim!" dedi özür dilercesine. Ne diye beni böyle aşağılıyordu pezevenk?! Gülümsedi, "Vakti zamanında doktor Faust'un arzularının zenginliği ile seninkilerin sefilliğini kıyaslayınca..." diye yanıtladı dillenmeyen sorumu. Kaşlarımı çattım, çünkü korkmuştum.

"Seni 5 yıl içerisinde hayal bile edemeyeceğin yerlere getiririm, dünyaca ünlü, zengin olursun, her şeyin olur."

"Hayali bile güzel be abi! İnsanlar beni duysunlar istiyorum, anlasınlar istiyorum!" Heyecanlanmıştım.

"Duyacaklar! Sadece şu yumurtaya üfle..." Burnumun dibine yumurta tuttu.

"5 yıl sonra ne olacak?" O kadar kolay kabul edecek değildim ya!

"Hepsi senin olacak; para, şöhret... Yalnızca artık bir ruhun olmayacak."

Üfledim gitti!

Bey amca anında yok oldu, şaşkın şaşkın etrafıma bakınırken birden vitrin camı şangır diye indi, gelinlik giymiş bir kadın-bu taş manken değil mi lan?!- çıktı ortada dans etmeye başladı. Ulan kafayı hepten kırdık galiba!

Büyüleyici güzelliği karşısında ezildim de gerginliğimi gizlemek için çıkardım sırtımdan gitarımı, şarkı söylemeye başladım. Kadın döne döne yaklaşıyor, uzaklaşıyor, kollarını kaldırıp indiriyor arada bir de bana göz kırpıyordu. Rüyaya bak!

Şarkı bitince beni kolumdan çekti götürdü, kendi evime götürdü, demek bunca zaman ona içimi dökerken beni çaktırmadan dinlemiş, kim bilir belki ben giderken vitrinden çıkıp peşimden gelmişti...

Eve girer girmez, tek kelime etmeden, ama hep gülümseyerek yatağa attı beni- kendi yatağıma attı. 10 yıldır gerdek gecesini bekleyen kurtlanmış deli gelin gibiydi, azgınlığı ürküttü beni. Sabaha karşı uykuya dalmışım...

Uyanırken başıma deli bir ağrı girdi, ağır ağır hatırıma geldikçe o gece bar çıkışı meydanda, gelinlikçi vitrini önündeki bankta beliren papyonlu adamın suratıma tuttuğu yumurtaya ruhumu üfleyişim, kıkır kıkır güldüm kendime. Ne rüyaydı ama!

Zar zor doğruldum, bir bardak su içeyim istiyordum, kapı çaldı.

Açtım, karşımda o adam! Siyah uzun pardösüsü, atkısı, gözlüğü, tilki bakışları, papyonu da yerinde!

Gözlerim karardı, yumurtayı cebinden çıkardığını görünce. O günden sonra hiçbir şey aynı olmadı.








20 Temmuz 2013 Cumartesi

1487

Yaz başından beri yapabildiğimiz birkaç güzel şey var işte hepi topu; bu sabah da onlardan birini yaptık: Moda'da baş başa kahvaltı ettik.
Yazın şimdiye kadarki en yakıcı Güneşinin tadını çıkarabilmek için deniz kenarında gölgeye oturup esintiyi dinledik.
Karşılıklı gözlerimizi kısıp bakıştık, biraz gazetede okuduklarımızdan bahsettik, bolca yavru kedi besledik.
Kahvaltılar bitince birer ikişer çay daha içip evde kanepede olmayı dileyerek mayıştık.

O ara beklenmedik bir şey oldu; arkadaşlarla karşılaştık.

Birlikte sahilde ıslak olmayan çimenler aradık oturmak için, kareli piknik örtüsünü yaymak için fazla eğimli olmayan bir yer bakındık, derken yerleştik.
Yaz sıcağının herkese tatilde hissettiren, her şeyi yavaşlatan günlerinden birini hep beraber aheste geçirdik.
Ali Usta'dan limonlu dondurma aldık, tartısıyla yol kenarında oturmuş oruçlu çocuğa üzüldük.
Avare avare Kadıköy çarşısına yollandık da biraz tatilde okumalık kitap bakındık, şekerci vitrinlerinde baykuşlar beğendik.

Kısa sayılabilecek bir ayrılığın -ve yazın zor günlerinin son evresinin- eşiğinde, erguvan renkli bir belediye otobüsünde kaçamak öpücüklerle ayrıldık.

19 Temmuz 2013 Cuma

1486

Suçlu Çocuklar Ellerini Kucağında Kavuşturur

Bazen ne oluyor, bir sözünle, yok yok gerekmez, hatta ses tonunla hepsi geri geliyor; beni yıktığın güçsüzlük anları, kendimi pes edip yere çökmüş hissettiğim, midemi zor tuttuğum şüphe anları, intikam yeminleri dilimde uyandığım karanlık sabahlar, yerden göğe kadar haklı olduğuma eminken yitirdiğim haklar, birkaç günde hastayken verilen kilolar gibi beni küçücükleştiren yenilgi anları...

Hepsi bir sesinle geri geliveriyor ve sen yabancım oluyorsun, düşman oluyorsun-senden her şey beklenir işte, öyle oluyor.

Hafıza; sanırım en kindar düşmanımız bizim.

Çaktırmadan geliyor ha bu paslı titremeler; sana kızgın olmak için bir sebebim varmış gibi geliyor, ama yok bir yandan da sanki, sorun şu ki kendimi inandıramıyorum bir türlü buna! Böyle buruk kırık, seni görmeye isteksiz, kendi halime bırakılmaktan başka bir şey beklemeyen, hevesimi kaybetmiş ve korkak hissetmemin bir sebebi yok mu geçekten? Ellerimi kucağımda kavuşturmuş, hep büyüklerin haklı çıktığını çoktan bellemiş olgun çocuklar misali vaziyetim; suçlu rolünü ben mecbur üstlenmişim!



18 Temmuz 2013 Perşembe

1485

Efendim pek de güzel pek de keyif çatılası bir perşembe idi-
ne yapalım, mecbur değerlendirdik!

Öğle vakti tahminimizden uzunca bir yürüyüşle vardığımız kuaförde sıkılmadan saçlarımıza bakım yaptırdık, çayımızı kahvemizi içtik, içip de güzelleştik...
Sene sene hayatımızın saç yıllığını çıkardık, detaylı balyaj tarifleri eşliğinde kırmızılardan turunculara, mavilerden yeşillere hangi psikolojik vaziyette geçiş yapabildiğimizi sorguladık...
Saçlarını kısalttıkça sevinçten gözleri parlayan bir kadın ile saçlarını kısaltana en asabisinden gözlerini diken bir kadın, yan yana pek de iyi anlaştık!

Bu kadar güzel olunca, "eve gitmeyin bari!" dedi kuaförün çırağı.
Biz de Caddebostan sahilinde nemli çimlere oturduk, meyveli yoğurdumuz, kocaman yemyeşil armutlar ve parlak nektarinleri önümüze yayıverdik.
Arada bir gelip giden sinir bozucu çingene çocuklara aldırmadan pek de keyifli sohbet ettik, akşam güneşinde gevredik...

17 Temmuz 2013 Çarşamba

1484

Yol Muamması

Az kaldı gitmeme, yollar çağırıyor beni
Rüyalarımda bölük pörçük,
Akşamın çöktüğü alacakaranlık, serin, rüzgarlı yollar
Araba camlarından uzatılan eller, sallanan kollar
Az kaldı, hava yol kokuyor burnuma
Giderken geride bırakacaklarımla
Yanıma alacaklarımı biliyorum şimdiden
Yolda karşıma çıkacaklar ise;
Tam bir muamma!

1483

(16 TEMMUZ SALI)

Bazen insanların, hem de çok yakınlarımın salaklığına şaşıyorum!
Ne kadar kendini bilmez, ne dediğinin farkında olmayan, ne istediğinden haberi olmayan, yitik insan var...
Belki de ben de biraz böyleydim, bir zamanlar.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

1482

Ay bu gece öyle hızlı batıyor ki-tam karşımda!

Keşke birlikte seyredebilseydik Ay'ı, geceyi, karanlığı...

...

Bu akşam Güneş'i batarken Moda sahilinde izledik, ikişer bira içtik, kaybettiğimiz anları geri almaya çalıştık hayattan.
Birbirimize dokunamadan geçen geceleri geri çağırdık, birlikte çıkamadığımız yolculukları düşledik, beraber hazırlayamadığımız akşam yemeklerinden bahsettik, karşılıklı oturamadığımız masaları özledik, el ele yürüyemediğimiz yollara baktık uzun uzun ve kaybedilen zamanı, tüylerimizi diken diken eden bir öpücükle geri kazandık.

1481

(14 TEMMUZ PAZAR)


Bundan 100,hatta 50yıl evvel yaşamış olsaydım; dünyaca ünlü bir tasarımcı veya gizemli bir yazar olabilirdim. İlham veren karizmatik bir doktor yahut öğretmen olabilirdim. İnsanların hayatlarını değiştirebilir,hatta dünyaya kalıcı bir iz bırakabilirdim. Yeterince geçmişte yaşamış olsaydım, Amerika'yı keşfedebilir, Afrika'da henüz saf kabilelerle birlikte yaşayabilirdim. Tuthankamon'un mezarını kazabilir, Bizans altınlarını bulabilirdim.

Şimdi herşeyden o kadar çok var ki, herkes her şey olabileceği için kimse hiçbir şey olamıyor!

14 Temmuz 2013 Pazar

1480

(13 TEMMUZ CUMARTESİ)

YİNE Mİ?!

Bugün; Türkiye'nin kaotik gündemini mi yazayım acaba, yoksa kendi kişisel günümü mü?
Şüphesiz ikincisi daha sempatik, fakat ilki şüphesiz çok daha önemli.

Sansürden bıkan gazeteciler ile baskılara karşı direnmeye çalışan mimar ve mühendislerin yürüyüşüne izin vermeyen cici polisimiz, sevimli tomacıklarını insanların üzerine YİNE saldı, artık tam olarak neye ve kime müdahale ettiğinden iyice bihaber vaziyette önüne çıkana YİNE saldırdı, biber gazı ve kimyasal katılmış tazyikli köpüklü sudan kurtulmak için ara sokaklara kaçan halka bir kaç yobaz esnaf YİNE saldırdı, aralarında bizim okulda öğretim görevlisi olan bir hocanın da bulunduğu kim bilir kaç kişi sebebi belirsiz şekilde YİNE göz altına alındı, bu arada Ankara, Eskişehir ve Hatay başta olmak üzere bir çok şehirde mücadele ve çatışmalar YİNE devam etmekteydi, bütün bunlar olurken başbakan YİNE yaşamakta olduğu paralel evrenden gençlerin ölmediği anaların ağlamadığı huzurlu bir dönem geçirdiğimizi beyan etti.

Evet YİNE.
Beni sorarsanız; ben YİNE gelin ayakkabıları boyadım bir yandan, bir yandan olayları naklen izlerken YİNE sinirlendim, korktum ve üzüldüm-ama en çok nefret ettim!


1479

(12 TEMMUZ CUMA)

Son zamanlarda hep huzursuz uyanıyorum güne, biraz geç ama yine de uykumu tam almamış uyanıyorum, aklımın aymaya başladığı o ilk anlarda anında zihnime üşüşen onlarca sıkıntılı fikir uyutmuyor da uyanmak zorunda kalıyorum.

Bir zamanlar Güneş'ten evvel uyanırdım, ışık içimden taşardı uyanınca, pencereleri açardım.

Bütün gün sonra huzursuzluklarımı bir kenara itelemek için çalışıyorum, düşünmeden çalışıyorum, ta ki akşam gelip çatana ve bana inadına mutsuzluğumu hatırlatana kadar...

Akşamlar zor geçiyor, geceler imkansız...

Akşamlara katlanabilmek için kendimi dışarı atıyorum, nereye bilmeden yürüyorum çünkü yürümek iyi geliyor ve aslında ben duramıyorum.

Arada bir akşamı bir arkadaşla deniz kenarında buluşup iki bira iki sigara eşliğinde iki lafın belini kırmakla geçiriyorum; birkaç saat tatlı huzur buluyorum.

Eve dönüş fena, evde hapisim, yatağımda sürgün...

Korkudan hemen gözlerimi kapayıp uykuyu çağırıyorum.

1478

(11 TEMMUZ PERŞEMBE)

Ben ara sıra katillere şiirler yazarım böyle, bu yazın sonuna doğru da sanırım, yeni bir şiir eklenecek "katillere şiirler" arşivime...

Bugünün anısına, eski bir şiir şimdilik...

Şimdi sıra sende Karadžić;
Irzına geçilme
Kurşuna dizilme
Yüzüne tükürülme
Sırası sana da geldi
Gelmeyecek sanmıyordun ya?

Şimdi sıra bizde Karadžić;
Duydun mu tren seferleri başlamış
Bugün Belgrad'tan Sarajevo'ya?
Bir eski Sırp lideri gitmiş
Elleri ceplerinde Bosna'ya
Yeniden "Merhaba" demek için
Kimse gitmeyecek sanmıyordun ya?

Şimdi tam sırası Karadžić;
Mostar'a çıkıp Neretva'nın
Kanlı sularına bakma sırası
Bekleyip göreceğiz bakalım
Senin gibi soysuzları
Tarihin nasıl yazacağını...

10 Temmuz 2013 Çarşamba

1477

Kırık Umut Dalları Yeşerttim,Sular Mısın?

Arada bir yolculuğa çıkıyorum da hayatın aslında yol almak olduğunu hatırlıyorum, arada bir de yolda ilgi çekici birileriyle tanışıyorum, arada bir keyif aldığımı hissediyorum yaşamaktan ve arada bir daha güzel günler görecekmişiz gibime geliyor- ama yalnız arada bir...


1476

(09 TEMMUZ SALI)

Son haftalarını ıslak ve gaz kokulu geçirmeye alışan İstiklal caddesi üzerinde Ramazan'ın ilk akşamı, Galatasaray Lisesi önünden meydana varana dek kurulan halka açık yer sofralarında yanında yiyeceğini getirerek iftara davetli olanlara meydan okurcasına, yemeğin ardından çöpleri el birliği ile toplayanları küçümsercesine; "Belediye'nin düzenlediği topu topu 3 çeşitlik iftar lüks, bunların şehrin göbeğinde yaptığı iftar gösterisi mütevazi, öyle mi? Yersen!" şeklinde yorumlar yapan gazeteci bozuntuları mevcut.

Menü çeşitlerinden bahsederken allı tüllü masa örtülerinden söz etmeyi es geçen bu gibi tiplere cevap vermekle vakit kaybedecek olsam, herhalde etrafı polisle çevrili, bu elit belediye iftarına kimlerin davet edildiği ile "yeryüzü iftarı"na kimlerin geldiğini, gelebildiğini kıyaslamalarını söylemem yeterli olurdu.

Nefret çok sıvı bir şey olsa gerek; en ufak çatlaktan sızıveriyor. Ne kadar kıvransa tutamıyor, hapşırık gibi...

Tepkisi her ne sebeple olursa olsun, elinde sopalar ve palalarla, hatta ruhsatsız tabancasıyla yola fırlayıp yanından geçen insanlara saldıran haddini bilmez tipleri "Esnafımızın demokratik tepkisi" minvalinde korumaya kalkan daha beterleri de var elbette, ki bunu da sırf aptallıkla açıklayamayız. Nefreti burun deliklerinden tıslayan, her şeye gücü yetecek sanan gülünç bir kibirle kör olmuş bu "her devrin yalakaları"nın, gün gelip de devran dönünce, yeni bir devir başlayınca, nasıl bir vaziyete düşeceklerini seyretmeyi merakla bekliyorum...


1475

(08 TEMMUZ PAZARTESİ)

Nazar boncuklu, burma bilezikli filan..Epey Turkish bir düğün!

1474

(07 TEMMUZ PAZAR)

Yaz tembelliğinin en sevdiğim kısmı; dünyayı unutup bir kitaba dalmak...

7 Temmuz 2013 Pazar

1473

(06 TEMMUZ CUMARTESİ)

Bize bir masa ayır Yanaki mu
Aleksandra'mla benim için
Bir masa.
Üstü çiçeksiz
Örtüsü gazeteden
Şarabı aşktan
Hem hülyadan.
Aleksandra'm mızıka çalsın
Siyaha çalar parmaklarıyla
Güftesi bayağı şarkılar
Adi havalar.
Meyhane acı zeytinyağı koksun
Sen hoşnut ol Yanakimu.


SAİT FAİK ABASIYANIK

...

Bu akşam Burgaz adaya gittik, epeydir özlediğimiz şeyi yaptık; rakı söyledik, mezelerle sofrayı donattık, midye salma, ahtapot ızgara, tereyağında karides, levrek marin, Rum dolması, köz patlıcan, peynir, kavun... 

Küçük iki kişilik eğri bir masa bulduk kendimize, örtüsü kareli, ne güzel! Tam da bize kadar, bize göre...

Yan masa sohbetlerine kulak misafiri olduk, kocaman köpekle oynayan teyzeyi seviverdik, yeniden gelmeye karar verdik, hayaller kurduk bir de.

Vapurda el ele tutuştuk arada bir, aldırmadan öpüştük, eteklerim uçuşunca gülüştük, tam da bize yaraşır, aynı biz gibi...

5 Temmuz 2013 Cuma

1472

Bir akşam vakti, kafayı neden yedim?

Hiç bir şey olmamış da her şey gayet normalmiş gibi bana geçen gün yeni genel müdürünü evine dekoratif resimler satın alması için bir firmaya gezmeye götürdüğünü ve dönüşte kaza yaptıklarını anlatan erkek arkadaşıma söylemek isteyip de söyleyemediğim yaklaşık 132153468796856232116489 şeyi bir anda-hem de tam telefonu kapadıktan sonraki o anda-yüksek sesle kendi kendime dile getirmeye başladığım için olabilir diye düşünüyorum.

Sizce?

1471

(04 TEMMUZ PERŞEMBE)

Acayip Perşembe

Bir türlü havaya girip dans edemediğimiz, tam eğlenemesek de geceyi dışarıda geçirmenin getirdiği komik olaylarla hatırlayınca güleceğimiz, sabah içimi sökercesine ağlayarak yine en çok özlediğim iki adamı gördüğüm rüyalardan uyandığım, bütün gün üstümden tır geçmiş gibi hissederek hiç çalışmadığım, egzotik bir çöl macerası anlatan çok hoşlandığım bir kitabı okuduğum ve akşamüstü uyuya kalıp 20:00de gaz bombalı kabuslardan uyandığım, vapurda gerizekalı 7 erkeğin hafif tacizine uğradığım, bir sürü şey içip çakırkeyif bile olamadığım, insanların hep nedense yabancı geldiği acayip bir gün...

4 Temmuz 2013 Perşembe

1470

(03 TEMMUZ ÇARŞAMBA)

Yoğurtçu parkında önce birkaç masal dinledik,
ardından Mısırlı Zeyneb hanımın içli, ateşli, gözler dolu konuşmasını ellerimiz havada dinledik:
"Bu akşam Mısır için belirleyici bir gün, Tahrir Meydanı'nda tarih yazılıyor...

Ben birkaç gündür Almanya'da bulunuyordum, ülkeme dönmeden önce mutlaka İstanbul'a uğramalıyım diye düşündüm, dün Taksim meydanında sizleri göremedim ama bu akşam burada rastlamaktan çok memnunum...

Sizlerin son birkaç haftadır mücadele ettiği gibi biz 2 yıldır savaş veriyoruz, önce İslamcılardan kurtulduk, şimdi de ordudan kurtulacağız. Mısır halkı darbe istemiyor, kimse merak etmesin. zaten Mübarek faşizmini yaşadık...

Meydanlarda kadınlar tacize uğruyor, polis bir şey yapmıyor çünkü; kadınları meydanda istemiyorlar. Ama sokaklarda kalmaya direnmeye devam edeceğiz. Devrim kolay değildir, sabırlı olmayı ve umudu kaybetmemeyi gerektirir..."

Alkışlarla ve "Her yer Tahrir her yer direniş!" sloganlarıyla kesilen konuşmasını minnettar teşekkürlerle bitirdi.



2 Temmuz 2013 Salı

1469

Hayat, normalleşiyor, yavaş yavaş eski rutinim devreye giriyor gibi görünüyor...

Yine gelin adaylarını mutlu edecek renkli sürprizler yapıyorum, yeniden kitap okuyorum, arada birkaç satır yazabilecek vakti buluyorum, tekrar film ve dizi seyretmeye başladım, yine haftanın bir gecesini dans ederek geçirmeyi istiyorum ve hala yeni insanlarla tanışmaktan çok keyif alıyorum.


1 Temmuz 2013 Pazartesi

1468

Kedili, kırmızı kalpli, sevimli Paris düğünü konseptli ayakkabılar boyadım.
Bir çift de yumuşacık,romantik, toz pembe hayallere daldıran cinsten...

Biliyor musun, bugün gördüğüm en güzel şey bu ayakkabılar, dedi bir kız.
Sanırım epeydir yaptığım en güzel şey bunlar, dedim ben de.












1467

(30 HAZİRAN PAZAR)

Kekremsi Pazarlar

Kekre; acımtrak, ekşimsi ve buruk tat...

Akşam tam yalnız kalmış, çalışmaya oturmuş ve daha oturur oturmaz içim sıkılmıştı ki; sevindirici bir telefonla erkek arkadaşım buluşabileceğimizi söyledi. Apar topar giyinip çıktım, hem sevinmiştim, hem de sevinememiştim-böyle acayip hallerdeyim son haftalarda. İnsan bazen sevineceği yerde sevinemez ya, buruktur içi, öyle...

Neyse apar topar bir filme girdik, ne olduğumu alamadan kendimi zombilerin dünyayı ele geçirdiği bir aksiyon filminde buldum; belki iyi de oldu hani, kendi gerçekliğimizden sıyrıldık. Ama ben henüz atlatmakta olduğum sıcak durumu konuşmak, paylaşarak soğutmak istiyordum önce!

Filmde bir iki defa birbirimize minik kuru öpücükler kondurmamız ve el ele tutuşmamız, son 4 yılımın en zor günlerinde yalnız kalmış hissetmeme, mecburen ayrı geçirilen bunca zamana, yitirilen güzel günlere rağmen, sevgili olduğumuzu anımsatmaya yetecek mi?

1466

(29 HAZİRAN CUMARTESİ)

Bu cumartesi gecesi, direnişe veya Yoğurtçu forumuna giden gençlerden boşalan Kadıköy barlarının en  sık gittiğimiz 2sinden birinde, yine bir 70ler Türkçe pop partisine gitmeye karar verdik.

Bu kararımızda, son ayı beklediğimizin çok dışında, yazın geldiğinin farkına bile varamadan ve pek eğlenmeden geçirmiş olmamızın yanında, okulu bitip tatile girmiş küçük kuzenimi gecelerle tanıştırma niyetimizin de payı vardı.

Mekanda adeta çalışanlar ve arkadaşları haricindeki tek masa idik; başta biraz nazlandıysak da yavaş yavaş açılıp dans etmeye, içimizden geldiğince saçmalayıp 70ler Türkçe popun naif sevimli şarkılarına eşlik etmeye başladık.

Girip çıkan herkesin ilgisini çeken bir 3lü olmuştuk ki-birimiz ellerini ve gözlerini cep telefonundan ayıramaz olduğu halde-sonunda dj yanımıza gelip "Biz sizi izliyoruz başından beri buradasınız, yanlış anlamazsanız size istediğiniz birer içki ısmarlamak isteriz." dedi.

Yahu zaten biz de diyorduk; neden bütün içkilere para veriyoruz, ayıp değil mi?!

Böylece biralar, tekilalar ve votkaların karıştığı gece, tüm Kadıköy geceleri gibi erken sayılabilecek bir saat olan 2'de bitti. Biz de yandaki bir başka mekanı deneyelim dedik, kültür karmaşasına sebep olacak şekilde rock cover yapan bir grubu dinlemeye girdik.

Born to be Wild'tan Come Together'a uzanan geniş ve tanıdık repertuar, tatlı vokalin dilinden daha bir ballı oluyordu, üstelik aralarda alkış sesine eşlik eden "Hüloooğ!" nidaları biziz epey güldürdü. Hele son parçada Still Got The Blues For You girerken "Bu şarkıda tüm sevgililer öpüşsün, koklaşsın, sevişsin, 3 çocuk yapsın!" dediğinde birbirine sarılan çiftler arasında birden dımdızlak kalan bize bakıp "Sizin yok mu?" diye yüzünü buruşturup sorması, başımızı sallayıp kederli bir hava takınınca da "Amaan bee! Amaaan boşver!" deyişi pek bir tatlıydı.

Bir keyifli gecenin daha sonuna geldik; yorgunluktan gözlerimiz kapanıyor, ayak tabanlarımız zonkluyor, üstelik minibüs şoförü bize poz yapıyor-yine bekleriz!