30 Ağustos 2012 Perşembe

1163

Bazen, planların gerçekleşmese de o gün güzel geçiyor, hatta hasta olsan, yorgun düşmüş bile olsan kötü diyemiyorsun o güne...

İşte bu gün de böyleydi-geçmişi hatırladıkça parça parça, bugüne şükrettim; ardımızda bıraktıklarımıza bakınca ne kadar yol aldığımızı idrak ettim...

1162

(29 AĞUSTOS ÇARŞAMBA)

Engellenemeyen Mutluluk

Kendimi çok güzel hissetmeme belki de benle beraber otobüs bekleyen şık teyzenin önce "ceketimin arasının gelişini", sonra "boyumu posumu" ve "saçımı başımı" beğenmesi sebep olmuştu, bilmiyorum-gerçek şu ki bu gece göbeğimi açıkta bırakan dapdar kot korsemin altına giydiğim büzgülü pudra eteğimle çok güzeldim.

Kendimi çok güzel hissetmeme İstiklal'in üzerime akan umutsuz ve aç kalabalığı bile mani olamadı-yanına gelene kadar yine bir dizi maceradan geçerek dolmuş şoförlerinin kavgasına tanık olmuş olmam ve telefonumun azizliğine uğrayarak sana ulaşamıyor olmam bile yüzümdeki gülümsemeyi bozamadı.

Sonunda buluştuğumuzda adeta duramayıp İstiklal'in sonuna kadar inip ücra ve tenha bir Galata sokağında kimsenin bilmediği bir yermiş gibi duran, dışarıdaki bir iki masası haricinde boş bir cafeye oturup menüde yazmayan bir kadeh kırmızı şarap ve bir bardak soğuk bira söyledik.

Ardından bir parça daha medeni bir yere oturmak arzusuyla girdiğimiz minik İspanyol barında içeriğinde fazlasıyla nohut olan birkaç meze seçip sangria söyledik. Bugünün tuhaf lanetinin devamı olarak-yani arabayı çekmelerinden, dolmuş macerasından, telefonumdaki dakikaların bir anda sıfırlanmasından ve aklımdaki iki mekanın da hayal kırıklığına uğratmasından sonra-birden senin sangrian üzerine döküldü.

Kendimi çok güzel hissetmeme bütün bu aksaklık ve küçük kazalar bile engel olamadı. Saatler ilerledikçe orada öyle kırmızılar arasında senin karşında oturmanın, gülen gözlerine bakmanın, eve gitmekten bahsederek oynaşmanın, öpüşüp kıkırdaşmanın beni ne kadar mutlu ettiğini hissettim. Ama eve gitmek yerine yine o tanıdık Tünel barına uğradık.

Ve orada arkadaşlarla karşılaştığımıza daha da çok sevinip hafif sarhoş halimin neşesiyle bol bol konuştum-bir çocukla seramik fırınları hakkında-iki mojito daha içtim ve geceyi nasıl eve vardığımızı hatırlamayarak yine senin kollarında bitirdim. Ayakkabılarımı çözüşünü anımsıyorum, beni soyuşun hayal gibi...

Kendimi çok güzel hissetmeme gecenin ikinci yarısını kusarak-kovaya, lavoboya, klozete...-geçirmek bile mani olamadı! Kıvranıyordum, uyuyamıyordum, çok bitkin hissediyordum, susadığım halde su içemiyordum ve sangrianın içinden yediğim limon kabuğu aklıma geldikçe öğürüyordum ama mutluydum işte içten içe!



28 Ağustos 2012 Salı

1161

Eylül Planım:

Eylül yaklaşınca hep okula geri dönmek istiyorum...
Sanırım kendime ekoseli kumaştan pileli bir etek dikip, önü püsküllü süet ayakkabılarımın içine çektiğim dize kadar çoraplarımla giyecek ve kalın çerçeveli siyah gözlüklerimi takacağım. Koluma da bir kitap sıkıştırıp boş bir bankta oturup saatlerce, başka hiç bir şey düşünmeden okuyacağım!

1160

(27 AĞUSTOS PAZARTESİ)

Yağmurla Randevu...


Bunaltan nemli, sıkıntılı hava birden sanki çoktandır öfkeliymiş de tam da şimdi sabrı taşmış gibi boşalıp hırslı hırslı yağmaya başlayınca, yeri dövercesine sinirli, telaşlı... Kendimi hemen sokaklara atmak için yakıcı bir arzu duyuyorum; beni sıkıştırıyor-epeydir göremediğim eski bir dostla karşılaşmış gibi özlem dolu, yağmurla buluşmaya çıkıyorum. Kararlı adımlarla yere sert bastığımı fark ediyorum ve bir yere varacak gibi, hatta yetişir gibi, hatta ve hatta yetişeceğim yerde birini vuracak gibi yürüyorum. Su birikintilerine şap şap giriyorum-hiç çekinmem kalmamış! Değil mi ki gök kararmış, bunca zaman güler yüzünün güneşi ardında insanlara sinsice kin biriktirmiş de kimsenin haberi olmamış-bu akşamı beklemiş gibi adeta, öcünü almak için... Ben de gök gibi kapkarayım, efkarlı fakat daha ziyade nefret doluyum, gazabımdan ötürüdür ki güçlüyüm, hepinizden güçlüyüm. Zevkle çizmelerimi geçirmişim, müthiş bir haz duymuşum bağcıklarımı tek tek son bir dirhem sabırla bağlarken de sonunda atıvermişim kendimi soğuğa, rüzgara-siz iyisi mi yoluma hiç çıkmayın, çıkacak olursanız yana çekilin de seyredin-ben yürüyeceğim! Ağustos sıkıntısı günler, gecelerce saç diplerimde hissettiğim ve sabrettiğim... Şimdi yıldırımlar, yol yol aydınlatıyor gök yüzünü! Şimdi şimşekler kafamın içinde çakıyor birbiri ardına bir anlık ışık patlamaları-ani ve kör edici! Açın yolları, çünkü ben yağmurla buluşmaya gidiyorum, siz güneşli havaların sersem çocukları!

26 Ağustos 2012 Pazar

1159

Hmm.. Bugün ne yazsam?
Bazen etrafımdaki pek çok insanın salak olduğunu fark ediyorum.
Sonra işime geri dönüyorum.

Bir de-amma çok yalnız insan var etrafımda!
Aslında, ben de onlardan biri olabilirdim, çok da garipsemiyorum.
Yalnızlıktan her gördüklerine sarılıp tutunmaya çalışmalarına üzülüyorum sadece...

25 Ağustos 2012 Cumartesi

1158

Kötü rüyalar görsem de yanında mutlu uyandığım bir adam bulmuş durumdayım-galiba en çok ben şanslıyım! Hemen her sabah, ne kadar erken de kalkmış olsak, üşenmeden kahvaltı sofrası kuruyoruz-bu kez çeşit çeşit peynir var, incir var... Kahvaltı sonrası kanepeye yayılmak en güzeli!

Göbekli bir baykuşum vardı benim- bu kez baykuşlu bir göbeğim oldu, diye düşünüp gülüyorum.

14000 yaşında bir adamın hikayesini izliyoruz ve son yorumum şöyle oluyor: "Yeterince yaşayan herkes bir gün dinsiz olacak!" Çünkü adam hayata bir taş devri ilk insanı olarak başlamış, fakat bir şekilde yaşlanmayıp ölmeyince, 14000 yıllık ömrü boyunca türlü dinlere bağlanmış, hatta bir ara İsa bile olmuş! Evet-Hristiyanlık onun Buda'nın öğretilerinden etkilenip batıya yaymak istemesiyle başlamış, fakat fazlasıyla saptırılmış ve sonunda İsa'nın kendisi ateist olmuş. Hiç şaşırmadım!

yazın son deli sıcaklarından birini yaşamakta olduğumuz bir öğleden sonra kendimize fazlaca güvenip Ataşehir'deki botanik bahçeyi gezmeye gidiyoruz... beklediğim kadar çiçek göremesem de, şehir dışında hissetmek hoş... Nilüferlere, yıldız çiçeklerine bakınıp tünellerden geçip bir ağaçtan topladığımız incirlerden yiyoruz.









Hayat keşke hep böyle rahat ve keyifli olsa!

Ayrıca; kavunlu-muzlu-limonlu dondurma mükemmel ferahlatıcı bir üçlü oluyor...

1157

(24 AĞUSTOS CUMA)

AŞKIN YAŞI YOK!

1. İleri Yaşlarda Aşk Arayışı:
Caddebostan sahilinde gün batımına doğru bir vakitte biraz yüzmeye karar veriyoruz... Yosunlar ve teyzeler ile amcalar arasından mümkün olduğunca hızlı şekilde yolumuzu bulup açılacağız... Başta biraz tereddüt etsek de Sabri Amca'nın desteklemesiyle atlayıveriyoruz! Birkaç kulaç ıspanak gibi yemyeşil büyük yapraklı yosunlar arasından iğrenerek geçtik mi tamam-kızaran Güneş ışıkları altında birbirimize gülümseyerek sakin sakin yüzüyoruz... Çok güzel!

Yavaştan çıkmaya karar verdiğimizde bir sohbete kulak misafiri oluyoruz: 70lik bir ihtiyar delikanlı 40larında yeni yüzme öğrenmiş bir hanımla tanışmış, sosyalleşiyor... Önce yüzme stiline iltifat ediyor, ardından kendisinin 4 yaşındayken yüzme öğrendiğini anlatıyor. Moda plajında eskiden 10 metrelik bir tramplen olduğunu, atlarken hep kızlara hava attığını da ekliyor. "İşte hep böyle kızlara hava atarak geçirdik yıllarımızı, ama yanlış kişileri seçtiğimiz için de bu yaşta yalnız kaldık. Hala aynı şekilde, hala arayış içindeyim- Hahahaa!"

Kıkırdayarak çıkıyoruz. Karizmatik amcanın arada bir getirdikleri teypten number1 f.m. çalıp dans ettiklerini anlattıktan sonra kahkahalar atarak kendisine eşlik etmesini istediği hanım da çıkıyor.

2.Genç ve Orta Yaşlarda Aşk Yaşayışı:
Bazıları geç yaşlarına kadar boşa arıyor- bazılarıysa aramadan buluyor!

Kısa deniz seansı sonrası erkek arkadaşımın Sabri Amca ile çimenlerde dinlenirken frizbi oynayışlarını izliyorum. Sabri Amca hepimizden genç- uzaktan iyi fırlatıyor!

Ama frizbiye de fazla vakit yok; çünkü bu akşam açık hava sinemasına biletimiz var... Gittiğimizde düşünüyorum: "Aslında...Buraya zenginler arasında sosyalleşmek amacıyla spora, güzellik salonuna filan gelen orta yaş kasıntı kitlesi olmasa, Ataşehir'deki bu açık-hava sinemasında film seyretmek epeyce keyifli olabilir-sonuçta İstanbul'da elimde birayla şezlongşara uzanıp rahatça sevgilime sarılarak film izleyebileceğim başka kaç yer var ki?"

23 Ağustos 2012 Perşembe

1156

Bugünü rengarenk, ışıl ışıl, büyük küçük, yuvarlak, kare, kalp ya da yıldız şeklinde, yanar dönerli, aynalı, yamuk biçimli yüzlerce çeşit kristal taş arasında seçim yapmaya çalışarak geçirdim...

22 Ağustos 2012 Çarşamba

21 Ağustos 2012 Salı

1154

Utangaç ve sevimli bakışımla soruyorum: "Bu sabah da kahvaltıya gidelim miii?"
Gülümseyerek "Dışarı mı gitmek istiyorsun?" diyor. "Nereye?"
"Hani... Dün kahve içtiğimiz yer vardı ya..."
"Tamam olur-ben giyineyim o zaman."
Seviniyorum.
"Neden öyle çekinerek söylüyorsun?" diye gülümsüyor, "Zaten dün akşam konuşmuştuk ya gideriz belki diye..."
Kıkırdayarak "Ama iştee... Şımarık gibi olmak istemiyorum..." diyorum.
"Şımarıksın zaten!" deyince gülüşüyoruz.


1153

(20 AĞUSTOS PAZARTESİ)

Soru: Bir çift bir tatil gününe ne sığdırabilir?
Cevap: Mutluluk!


BİR İSTANBUL MASALI:

Sabah mutlu mutlu uyanıp oyalanmadan Anadolu Kavağı istikametine doğru yola koyuluyoruz. Anadolu kavağı miniminnacık bir yermiş; bir kaç pastahane ve dondurmacı, bir waffle tezgahı, 4-5 balıkçı ile köy kahvesi, hepsi aynı şeyleri satan turistik dükkanlarda sergilenen kilim desenli çantalar, pinokyolar...

"İnsan burada yaşlanmaz herhalde..." diyor erkek arkadaşım.
"Zaman durmuş gibi; hiçbir şey değişmiyor sanki!"


Tepeye çıkıp müthiş manzarayı seyredebileceğimiz bir masaya oturuyor ve kahvaltı söylüyoruz: bizi akşama kadar tok tutacak çeşit çeşit peynirler, bal kaymak, vişne reçeli, çırpılmış yumurta-açık havada iştahla yiyip bitiriyoruz...


Karadeniz'e giren gemileri seyre dalıyoruz, kahvaltımıza ortak olan kedilere peynir atıyoruz derken bir de bakıyoruz ki arkadaki dağlarda gölgeler birbirini kovalıyor!


Bu dev kahvaltıyı hazmetmek için biraz yürümemiz gerek: hemen yukarıdaki Yoros Kalesi'ne tırmanıp etrafa bakınıyoruz, Bizans duvar örgüsünü fark ettiğim bu kaleyi önce Cenevizliler, sonra Osmanlılar ele geçirmiş.


İçeride arkeolojik bir kazı devam ediyor, fakat kalenin tarihi hakkında herhangi bir açıklama bulunmuyor. Biz de yavaştan aşağı inmeye başlıyoruz...




Buraya sırf panoramik fotoğraflar denemek için bile gelinir!


Dönüş yolu üzerinde Göksu Deresi'nde durup ahşap bir tekne içinde birer fincan Türk kahvesi içiyoruz. Burası bir bardak çay eşliğinde sessizce gazete veya saatlerce kitap okumak için mükemmel bir yer!


Sakin bir gün geçirmek, dinginliğe kavuşmak istiyorsanız tercih edilecek en güzel durak burada, Göksu deresi üzerinde hafif hafif sallanan eski ahşap tekne...


Bütün gün hava tam istediğim gibi bulutlu, arada bir yağmur çiseliyor. Öyle mükemmel bir gün ki, öyle huzur içinde oturmuşken konuşmaya ihtiyacımız bile kalmıyor!


Birkaç fotoğraf çekip etrafa göz atmak için oradan ayrılıyoruz, mezarlığın yanından yürüyüp dere kenarındaki evlere bakıyoruz...


Gün burada da bitmiyor-bir film alıp evde izlemeye karar veriyoruz. Eve dönerken önceden yediğimizde tadı damağımızda kalan şu nefis kurufasulyeciden birkaç porsiyon paket yaptırıp yanına turşu koyduruyoruz. Pilavı her zamanki gibi eli lezzetli erkek arkadaşım yapıyor, bana da afiyetle yemek kalıyor!

Sonrasında evdekilerden bir Hitchcock seçip yolda köylülerden aldığımız bembeyaz tazecik kavak incirlerinden tadıyoruz. Mutlu bir yorgunlukla uzandığımız kanepede düşünüyorum: "Mükemmel bir güne neler neler sığdırılır..."










1152

(19 AĞUSTOS PAZAR)

"Bu yaz yine burada güzel vakit geçirdik değil mi?" dedi, memnun olduğumu duymak ister gibi, kucağıma uzanmış yatarken. Sahildeydik.

Burası herhalde en rahat hissettiğimiz, birbirimize ilk yakınlaştığımız, kışları özlediğimiz, yazları piknik yapıp arada denize bile girdiğimiz, geceleri bira içip öpüştüğümüz ve çok sevdiğimiz yerdi.

19 Ağustos 2012 Pazar

1151

(18 AĞUSTOS CUMARTESİ)

Caddebostan sahilinde güya dilek feneri festivali vardı bu akşam.

Pembeli kırmızılı mavili, hatta üzeri dolar işaretli ve adı "dilek feneri" konmuş bu ısınan havayla dolup epeyce yükselen, sonunda bir yıldız gibi olan fenerler birden fazlasıyla popüler olmuştu. İki yıl kadar önce bana da bir adam yine bu sahilde, rüzgarsız bir havada "Sana Ay getirdim!" diyerek beyaz bir fener yakmıştı, hatırlayınca gülümsedim. Yanımızdakilerin defalarca kere beceremeyip denize düşürmelerine hem güldüm hem de sinir oldum.



Derken baloncu geçti-elinde ipte bir sürü balon- hem de çocukluğumdaki uçan balonlardan rengarenk! Yanımdaki çocuk gidip aldı benim için turuncuyu, hemen bileğime bağladım, uçmasın diye sımsıkı...

Gece yarısına doğru bir baktım; zabıta balonları topladı arabaya soktu, içim acıdı. Balon toplanır mı, balon candır, balon hayattır! Neyse ki en güzelini ben kapmıştım da, kucağıma saklayıp karanlıkta eve götürdüm...

17 Ağustos 2012 Cuma

1150


Daha dün sizlere burada Meleklerden bahsetmiştim ya...
İşte bugün bir tanesi karşıma çıktı!

MELEK...

Dün gece epeydir istediğimiz bir kurtları dökme gecesi yapamadıysak da-5 yıldır fırsat buldukça perşembe geceleri dinlemeye gittiğimiz ve şüphesiz en çok dans ettiğimiz grup çıkmayınca-hoş sohbetli hafif alkollü sakince bir gece geçirerek yine sabahı leş gibi Beyoğlu sokaklarında ettik.

Sabah uykuları pek dinlendirici olmuyor-hele de daracık sokağın karşısındaki binada tadilat erkenden başlıyorsa ve birden itfaiyeler yan sokaktaki yangını söndürmek için bangır bangır geliyorsa-üstelik ev adeta kapalı kaldığı birkaç günde terlemiş gibi, paspaslar sırılsıklam ve duvar kağıtları ıslanıp dökülmüştü...

Akşamdan kalma gece gündüze varınca sıkı bir kahvaltıyla başlayalım dedik ve kendimize Van kahvaltısı dopingi yaptık, ardından o taraflara yakın işleri halletmek için Nişantaşı'na gidip beklerken birer limonata içtik.

Derken bizim tarafa geçmemiz akşamüstünü buldu, dolmuş son durağa yaklaşıyorken yeşil beyaz çizgili tshirt giymiş biri dikkatimi çekti-saçları beyazlamıştı gerçi ama hemen tanıdım onu-çok sevdiğim, hayran olduğum, borçlu olduğum hocam!

Apar topar inip arkasından hızına zor yetiştim, "Hocam!" deyip elini sıktım. Şaşırdı, gözleri ışıl ışıl "Seni gördüğüme gerçekten çok sevindim!" dedi. Neler yaptığımızdan ayak üstü bahsederken yanımdaki ayakkabılarımı gösterdim, onun da hediye olarak yaptığı resmine baktım. "Böyle güzel şeyler yapmana hiç şaşırmadım." dedi, "Hocalarım sağolsun!" diye cevapladım. Gerçekten ama, borçlu olduğum bir kaç kişiden biridir o- bunalımı ergenlik yıllarımda okul-aile ekseninde nefes alamaz olmuşken hafta sonlarımı renklendiren, böyle insanlar da varmış dedirten, bana ilham veren, insanlığa dair bir umuttu o...

Çok mutlu oldum!













16 Ağustos 2012 Perşembe

1149

(15 AĞUSTOS ÇARŞAMBA)

Unutulan gün-

(16 AĞUSTOS PERŞEMBE)

İNSAN SEVMEMEM MESELESİ...

Bana insanlara uzaksın, soğuksun dediler hayatım boyunca. Ben hiç anlayamadım neden yakın olacakmışım? Bana daha 17 yaşımdayken insanlardan fenalık geldi!

"Yeterince yaşayan herkes, insanlardan tiksinmeyi öğrenecektir."

Bana 17 yıl yetmişti, öyle söyleyeyim.

İnsanlığın yarısından çoğu aptal, duyarsız, mantıksız, zayıf, pis, hayvani, iğrenç, işe yaramaz, boş, sığ, elde etmesi fazlasıyla kolay ve çok da zavallı...Bu konuda anlaşalım-başka türlü bekleyen hayal kırıklığına uğrar.

Ama arada bir iki, tek tük çıkıyor orada burada ilgi çekici, tanımaya değer birileri, çoğunlukla hiç tahmin edilmeyen yerlerde, hiç beklenmeyen vakitlerde böyleleri melek gibi karşımıza çıkıverip bize umut veriyorlar-insanlık adına, yaşam adına.

14 Ağustos 2012 Salı

1148

Bazen sadece bir yapıştırıcı beni delirtmeye yetiyor... Ama o bir yapıştırıcı değil-Ayakkabılarıma gecelerce tek tek özenle yapıştırdığım kristal taşları ben arkamı döner dönmez dökmeye çalışan bu sevimli miniminnacık tüpü içerisinde aslında hain ve gaddar şeffaf ve yapışkan bir düşmanım olduğunu biliyorum!

13 Ağustos 2012 Pazartesi

1147

Aptallığa tahammülüm yok!

Aptal insan, saçma sapan konuşmalarıyla karşısındakini de aptal yerine koymuş gibi oluyor. Bana saygısızlık ettiğini hissettiğim için, inanın onun seviyesine inip cevap veresim bile gelmiyor...

1146

(12 AĞUSTOS PAZAR)

"Fırtınalı havalarda oysa ki ben beraber olmayı çok seviyorum!" diye bağırdım isyanla.
"Evde bir film koyup izlemeyi, birlikte yağmuru dinlemeyi, hava sakinleyince belki yürüyüşe çıkmayı çok istiyordum..."

Yaz sıcaklığının bir günlük ara verdiği bu karanlık ve serin pazar gününün keyfini dilediğimce çıkaramadığımız içindi sinirli konuşmam.

"Neden fırtınalı havalarda birlikte olmak istiyorsun- ilişkimiz fırtınalı olduğu için mi?!" deyiverince kendi kendine gülmeye başladı. Dudaklarının gülerken aldığı şekil çok tatlı geldiğinden ben de güldüm, sonra öptüm onu.

Ayrıldıktan bir iki saat sonra deli bir fırtına koptu, gök üstümüze boşaldı. Balkondaki saksıları son anda zar zor içeri sokmayı başardık ve yağmurdan göz gözü görmeyen İstanbul'u seyre daldık.

Sonrasında, yağmur sonralarını hep çok sevdiğim için, sahile inip bir kahve içmeye karar verdim, yanına sigara yaktım. Arkadaş sohbeti eşliğinde, yaz sonu gökyüzündeki fırtına bulutlarının aldığı tuhaf şekilleri, giderek kararan lacivert derinliğin içinden yer yer süzen ışık huzmelerini, aniden beklemediğimiz bir yerde patlayıveren asabi dalgaları hayretle ve hayranlıkla, kendimi buraya ait hissetmenin huzuruyla izlerken, yanımızda duran bir kurt köpeğinin başını sevdim.



1145

(11 AĞUSTOS CUMARTESİ)

Araya hiç olmadığı kadar uzun zaman girmiş olsa da, bazı şeyler hiç yabancılaşmıyor...

Çocukluğunda yaşadığın mahalleyi ziyaret etmek yahut yıllar sonra neşeyle bisiklete binmek gibi; ayrı geçen 2 haftanın ardından sana sarılmak, sanki hiç bir şey olmamış gibi tekrar yemek masasına oturmak, sofranın karşısından birbirimize kaçamak gülüşler atmak ve uykuya yatarken mis kokulu kocaman sırtına usulca sokulmak...

11 Ağustos 2012 Cumartesi

1144

(10 AĞUSTOS CUMA)

Uzun Sessizliğin Ardından...

Sahilde oturup ikişer bira içtik, her zamanki gibi- ama her zamankinden apayrıydı bu; hiç olmadığı kadar uzamış bir sessizliğin üstüne oturmuştuk sanki...

Ayrı geçirdiğimiz tatillerde neler yaptığımızdan bahsettik biraz önce, sonra bir an geldi-omzuma minik bir öpücük kondurdu. İşte en ince yerinden kırılması gibi buzun; ben de oradan başladım söylemeye, nasıl öfke duyduğumu, nasıl yaralandığımı...

"Kızgınken söylediklerinle ne çok kırıyorsun bilsen!" dedi. Kırmak istiyordum; çünkü kırılmıştım. En çok yaralı hayvandan korkmak lazım.

Ama kırılmak ayrı, sevmek ayrı. "Ben seni çok özledim." dedim, yüzünü severken. "düşündüm de; yine beni evine çağırsan bir akşam, bir şişe şarap açsan, biraz peynir kessen, üzüm koysan... Ne güzel olur, yine ilk geceki gibi olsak..." Yüzü aydınlandı, "O zaman seni yarın akşam yemeğe davet edeyim ben!" dedi.

Gülümsedim.

10 Ağustos 2012 Cuma

1143

(09 AĞUSTOS PERŞEMBE)

Daha kaç gece
göreceğim rüyamda
seni öldürdüğümü?
...

İlk gece bıçaklamıştım seni karnından,
gözlerinin içine baka baka
sonrakinde ittim aşağı
merdiven boşluğuna
ve işte geçen gece daha
ellerim boğazındaydı
boğdum seni tüm gücümle
dün geceyse ter içinde uyandım
döve döve morartmıştım yüzünü
son darbeyi ensene indirince
baktım, yere yığıldın
korktum bir an biliyor musun,
sarstım omuzlarından, açılmadı gözlerin
her sabah inanır mısın
her sabah dişlerimi sıkarak, acıyla
gözlerimde öfke yaşlarıyla uyandım
seni öldürdüğüm kabuslardan
ikimiz fazlayız diye düşündüm hep
senden ayrılsam bile ben
bu dünyada hala nefes aldığını bilerek
yaşayamam-
anlıyor musun?

şimdiye kadar kimseden nefret etmemişim
bir de onu anladım
meğer ne güçlüymüş kin, aşktan güçlü





















8 Ağustos 2012 Çarşamba

7 Ağustos 2012 Salı

1141

"İçim nefretle dolu, öcümü alacağım."

Böyle başlıyordu değil mi Anna Karenina?
Şu- gençliğimde bir yaz Ayvalık'ta haftalarca okuduğum, kendini trenlerin altına atan kadın böyle diyordu...

6 Ağustos 2012 Pazartesi

1140

Tehlike...

Dibi görünmeyen bir uçurumun kenarında yürüyorum günlerdir artan tedirginliğimle... Adımlarımı tedbirli atıyorum; biri öncekinin hemen önüne, yavaş yavaş... İçten içe biliyorum gayet iyi-düşeceğim-kaçış yok. Yine de teslim olmuyorum kolayca, dikkatimin yettiği ana kadar yürüyorum... Aşağı bakmayı erteliyorum, belki baksam daha iyi olacak-bana ne olacağını görsem önceden belki daha az korkarım-ya da daha az umut ederim. Paramparça olmaktan beni kurtarabilecek en ufak dal parçası yoksa görünürde, hala yürümek niye?! Bırakayım kendimi gitsin- ama yapamıyorum. Korkuyorum. Korktuğumu şimdiye kadar hiç düşünmemiştim, ama hep biliyordum. Deli gibi korkuyorum! Düşeceğimi bile bile yine korkuyorum. Düşmeden attığım her bir adımda rahatlamak yerine daha bir geriliyorum. İnsan adı gibi bildiği şeyi erteler mi sırf korktuğu için? Ertelemesi neyi değiştirecek ki, alışabilecek mi birkaç adım sonra düşme fikrine?... Hayır- hiç alışamayacak ve hep deli gibi korkacak, bunu biliyor- peki öyleyse?? ... Yürüyorum, günlerdir, gecelerdir, rüyalarımda da durmuyorum- hep yürüyorum. Bir adım daha atabilirim, diyorum kendi kendime, bilge hissediyorum o zaman kendimi, hatta güçlü bile... Ne kadar budalayım! Bir adım daha pekala atabilirim, diyorum, tek ihtiyacım gözlerimi kırpmamak, hiç sendelemeden özenle, bir adım daha atmak. O bir adımlık anda kurtulmuş sayıyorum kendimi, bir adımlık kaçıyorum kaçılmaz düşüşten. Düşmeyi düşünmekten belki de, diyebilirim ki ben, düşmekten beter korkuyorum. Düşeceğimi bilmesem, düşmekten bunca korkmazdım diyorum kendime. İşte- bir adım daha, öncekinin önüne... Bir adım daha, hiç duraksamadan-ki dursam düşeceğim. Bir adım, bir adım daha, uçsuz bucaksız uçurumun kenarında bıçak sırtı yolda kıvrıla kıvrıla, tutunacak tek şey bulamadan... Nereye kadar?
...
..
.

1139

(05 AĞUSTOS PAZAR)

YILDIZLI GECE

"İşte bak, Antares imiş bunun adı!"

"Her seferinde ilk Büyük Ayı'yı görebiliyorum-çok belirgin."

"İlk defa Kutup Yıldızı'nı tam buldum! Bak- orada tepedeki!"

"Aaaa! Tam karşımızda Akrep burcunun takım yıldızı varmış, Scorpius!"

"Yanındaki Libra, üçgen gibi olan, iki ucundan kollar iniyor."

"O zaman Oğlak da yan tarafta, Güney yönünde olmalı..."

"Bak- Ay!"

"Karşımızda Venüs ile Mars! Gezegenleri de gösteriyormuş!"

"Arkaya dönünce Jüpiter'i gördüm- Doğu'da kalıyor."

"Dur Kutup Yıldızı'nı bir daha bulalım- hah işte Küçük Ayı'nın kuyruğundaki!"

"Yıldız kayar mı acaba, denk gelir miyiz?"

"Meteor yağmuru ne zamandı, gazetede yazar..."

"Temmuz'un son haftasından Ağustos'un ortasına kadar sürecekmiş. Şanslıysak kayan bir yıldız görebiliriz, dilek de tutarız."

4 Ağustos 2012 Cumartesi

1138

Yazlık disko gözlemlerimi, dönüşte anlatacağım.

1137

(03 AĞUSTOS CUMA)

Demek böyle olacaktı ha...?
Daha geçen hafta başbaşa adada yemekler, yürüyüşler, öpüşmeler, akvaryumları gezmeler filan, sonra birbirimize sarılarak huzurla uykuya dalışlar...

Derken birden bire-adını koyamadığım, düşünmeyi her gün ertelediğim, geceler benim kontrolümde olmadığından-rüyalarımda görmekten kurtulamadığım bu tuhaf, gergin sessizlik...

Şimdiye kadar HİÇ olmamıştı bunca gün konuşmadığımız.

3 Ağustos 2012 Cuma

1136

(02 AĞUSTOS PERŞEMBE)

Upuzun bir aradan sonra şehrin hiç kurtulamayacağımı sandığım bütün o berbat yapışkan koşturmacasını bir anda geride bırakıp,- hatta fazlasıyla çabuk unutuverip- sabahtan batana kadar bembeyaz vücudumu hediye ettiğim yumuşak Ağustos güneşinin altında yavaş yavaş iliklerime kadar ısındığımı, hafiften pembeleştiğimi hissederken, kederli olmam gereken durumları boşverebildiğimi, hatta utanmazca - kendimden başka kimseye ihtiyaç duymadığımı, örneğin arkadaşlarımı hiç aramadığımı ya da sevgilimi zerre kadar özlemediğimi, adeta arsızca tek istediğimin burada günün sonuna dek uzanmak olduğunu, arkamda zeytin yapraklarını hışırdatan rüzgarı duydukça ve önümde arada hafif dalgalanan alabildiğine masmavi denizi izledikçe başka bir şey istemediğimi, hatta ve hatta kendimi fazlasıyla sevmeye ve beğenmeye başladığımı, evet- kızaran bacaklarım nasıl da uzun, kollarım daha bir incelmiş, saçlarım simsiyah buklelerle sırtımdan aşağı dökülmekte ve gözlerim elaya çalıyordu- zevkle fark ettim...

1135

(01 AĞUSTOS ÇARŞAMBA)

EKSİK

Yarım günlük dalmadan biraz yüzülüp çıkılmış buz gibi deniz, pek de yakmayan öğleden sonra güneşi, henüz tam delirmemiş Ayvalık rüzgarı, hepsi tam hatırlanamayan çocukluk anıları, daha fırsat bulunmamış yazlık disko geceleri, önünden bile geçilmemiş açık hava sineması, tutulmayan şarkıların çalınacağı boş sahil barı, yenmemiş kağıt helva arası karadutlu dondurmalar, başlamamış gibi gelen -yahut belki çoktan bitmiş gibi-yaz tatili...

1 Ağustos 2012 Çarşamba

1134

(31 TEMMUZ SALI)

Yolculuğa çıkmanın verdiği aidiyetsizlik hissini özlemişim; bomboş uzanan karanlık yollar kıvrım kıvrım, arada tek tük ışıksız evler, insansız ıssız sokaklarda köpekler, yol üstü duraklarda içilen demli çaylar, uyku sersemi bölük pörçük ve asık suratlı sessiz sohbetler, camdan bana bakan ısrarlı ve durgun yüzümün sükuneti, ardımda bıraktığım düşünceler ile peşimden gelenler... Hepsini özlemişim!