29 Kasım 2015 Pazar

2350

Hala iyileşemedik, yorgunuz, birimiz kusuyor diğerimiz öksürüyor-ama birlikteyiz, koyun koyuna mutluyuz!

İnsanların nasıl da beş para etmez olduklarını görüyoruz yaşadıkça, hem de en yakınımızdakilerin bile.
Kendi zavallılıklarına etrafındakilerin egolarını bahane edenleri görüyoruz.
Hatalarını bile bile sonucunu başkalarına yıkmaya çalışanları görüyoruz.
Birini sevince o güne kadarki sevdiklerini bir kalemde silenleri görüyoruz.
Çıkar ilişkilerinin -şimdilik- pek güzel yürüyor olmasına gülüyoruz.

Herkes hak ettiğini yaşıyor.

2349

(28 KASIM CUMARTESİ)

 Bu geceyi aylardır bekliyorum-bu kadar coşkulu adamları bir araya getirmek kolay değil!
 Ortam biraz alışılmadık; tabi açık hava festivallerinin tadı yok-yine de keyfim yerinde. Tüm hastalıklara yağmura çamura rağmen kalktık geldik burdayız!
Tanju Eksek "Seni çok istiyorum"u orjinalinden güzel söyleyip beni hemen tavlıyor...
Cem Köksal çok iyi, Gür Akad zaten ağır abi-bayılıyorum ben bu uzun saçlı deri pantolonlu heriflere!
Mekanı çok sevemedim, ama dağda olsa gelirim bu adamları dinlemeye-iyi müziğe hasret kaldık yahu! Abidik bar gruplarından sıkılmışım, sağlam gitarı özlemişim.
Ortalık bira içinde deli saçması dans eden ergen kaynıyor! Grupların yaş ortalaması dinleyicinin 2 katı.
Kurtalan Ekspres'in sahnesi beni büyülemişti geçen sene, repertuar aynı, solist farklı bu kez. Düşündüm de; solist biraz zayıf kalıyor ama onun haricinde 10 numara bu grup. Cem Karaca gibi, Barış Manço gibi bir frontman lazım bunlara-nerde?-yoksa mükemmeller.
Bulutsuzluk Özlemi de sanki aynı repertuarla çıkıyor, ama her seferinde çok lezzetli! Eşlik etmeye bayıldığım şarkılar...
Gecenin duygusala bağladığı an; Yavuzcan'ın "Benimle Uçmak İster misin?" solosunu babası gibi çaldığı dakikalar oluyor...

Gurur duydum-babasının oğlu!

2348

(27 KASIM CUMA)

Yeni bir şey ortaya çıkarmak heveslendiriyor beni! Bu kez bir anne oğul için tatlı bir hatıra yaptım...
Ezgi Hanım'ın düğün ayakkabılarını da ben hazırlamıştım, şimdi oğlu olmuş-çok sevindim!
Hem oğlunun mevlüdü ile sünneti, hem de ilk çıkan dişinin anısına bu babetleri hazırladım.
 Tekinin önüne leyleğin taşıdığı oğlan bebek boyadım ve doğum tarihini ekledim. Diğer tekine ise sevimli bir diş figürü çizip dişinin çıktığı tarihi yazdım.
 Dış yanlara ismini rengarenk oyuncak harflerle yazmaya karar verdik: "Mert Balıkçı."
 
Soyadı ilham kaynağımız oldu; arkaya kayıkta olta atan tatlı bir çocukla tombik balık yapalım dedik.
İç yanlara ise; Mert'in doğum saati ile kilosu ve boyunu mavi kurdeleler üzerine ekledik.
Diğer ayakkabıya da sevimli bir sünnet çocuğu ile "Maşallah" yazısını koyduk.


Şans getirsin, nazar değmesin!

26 Kasım 2015 Perşembe

2347

Geceleri biraz boğazım yanıyor gibi, hafiften bir halsizliğim var iki gündür.
Hasta olmadan toparlasam!

Bugün öğlene kadar yeni modellerin fotoğraflarını düzenleyip satışa koymakla geçti, sonrasında mali müşavirle görüşmek için Yeldeğirmeni'ne yürüdüm gri nemli havada.
Görüşmenin ardından bir kahve ısmarlayıp kendime, balık pazarına uğradım.

Son baharın kendine özgü puslu romantizmi çöküverdi bugün şehre, ateş başında şarap içme akşamları yaklaştı...

25 Kasım 2015 Çarşamba

2346

Pastırma yazını çekiştirip uzattık, sabahları Mayıs sisine uyanıyoruz, montları yürürken çıkarıyoruz.
Kış gelince de motivasyonumu kaybetmeden, hevesle devam etmek istiyorum...

Bir ev hayali kuruyorum son günlerde; şehre biraz uzak, ufak bahçesine naneler maydanozlar ekeceğimiz, merdivenle yatak odalarına çıkacağımız, şöminesini yakıp kestane yapacağımız ve köpeklerimizle yürüyüşe çıkacağımız göle bakan bir ev...

24 Kasım 2015 Salı

2345

Biraz sıkıntılıyım iki gündür nedense, yorgun uyanıyorum ve huzursuzluk duyuyorum halletmem gereken işlerle ilgili.
Şöyle bir rahatlasam ve yeniden ileri atılacak ilhamı yakalasam!
Sanki kendimi kastıkça, kafamı ufak sorunlara taktıkça daha zorlaşıyor işler.
Bir elimi sallasam hepsinden kurtulup hafiflerim aslında.

23 Kasım 2015 Pazartesi

2344

FERİDUN NADİR
Bu hayatta bilumum iyilikler ve fenalıklar birlikte yürürler. Maalesef böyledir bu. Batı da bir yandan başımızdaki musibetlerin kaynağı ama diğer yandan da hakikaten uygarlığın beşiğidir.
Bunun da farkındadır. Bu yüzden Paris’te ölen 100 kişi ile Ankara’da ölen 100 kişi ve Suriye’de ölen 100 kişi farklı farklı 100’er kişidirler. Cumhuriyet Gazetesi, Sivas katliamı davası için manşet atmış ve manşetinde “aydın yakmak” için verilen cezayı az bulmuştu. Ayakkabı tamircisi yahut amele yakılsa neyse? Bu da öyle bir şey. İnsanlar eşittir, batılılar biraz daha eşittir. Türkiyeliler hikayedir. Suriyeliler, Iraklılar toplama çıkarmada teferruattır.
“Dün 12 Ezidi genç kadını sattılar, 50 kişi Irakta, 80 kişi Suriye’de öldürüldü.” Bu haberin “Londra’da Camden’da bir ses bombası patladı.” haberi kadar haber değeri yoktur. Bütün dünyada.
bati-neden-raki-icmez-90233-1.
Ama bir yandan da o Batılılar Ortadoğulular gibi birbirlerini yiyip durmuyorlar. Bir şekilde birlikte yaşama kültürünü geliştirmişler. İrrasyonel kavga gürültülerini Ortaçağ’da terk etmişler.
Yani beğenmesek de benzemek isteyeceğimiz yer hiç kuşkusuz Batı. Hatta mümkünse İskandinavya filan. Açık adres vermek gerekirse Kopenhag, Christiana diyelim.
Hoş ben kişisel olarak San Cristobal/Meksika yahut Uruguay’dan yana oy kullanırım. Ama bu kadar iPhone’u kim bulacak, filmi kim çekecek değil mi? San Cristobal’de üşenirler nitekim.
Yabancılara boşuna yabancı denmiyor. Kültürleri farklı. Hela temizledikleri leğende çamaşır da yıkayabilirler. Ve Akdeniz ülkelerini tenzih edelim kibirlidirler de. Tek eliyle çekirdek yiyemeyen bu insanlar eşit ilişki kurmayı bir türlü beceremezler.
Ben, Hindistan’da, Jodhpur’da iki ABD’liyle 3 gün çölde kaldım. Tek kelime İngilizce bilmeyen Triballerin arasında. Dünyanın en güzel insanlarıydı. Ve bu 3 gün boyunca bu iki ABD’liyle sabahlara kadar muhabbet ettik, kafa çektik. Birbirimize anlatmadığımız şey kalmadı, bunlar hala kız arkadaşımın fotoğrafını görünce “Aaa, bu bizim gibi yahu, başı açık” diyorlardı. İkisinin toplam genel kültürü ortalama bir BirGün okurunun yarısı dahi değildir, bana sürekli akıl öğretiyorlardı. Şarabın mayalanarak yapıldığını benden öğrenen bu insanlar bana içki içme dersi vermeye kalkıyorlardı.
Bütün bunlar hep kibirden. Geçmez bu kibir. Durum şu kadar vahim: Bir Alman arkadaşım, onu Almanya’dan ABD’ye otostopla geldi zanneden ve aradaki okyanustan haberdar olmayan bir ABD’liyle alay ediyordu. Ve o Alman, Karl Marx’ı Rus sanıyordu. Karl yahu bu. İgor neree, Karl nere?
Velhasıl demem şundandır. Ortalama bir Batılı önündekini bilir sadece. Ne iş yapıyorsa onu bilir. Bir gram öteye gidemez. Bizde hayat entelektüel anlamda çok daha zihin açıcıdır. Ve çok daha az tutucudur.
Bu yüzden bizler şampanya içmeye yakın insanlarızdır. Ama Fransızlar rakı içmeye kolay yaklaşmazlar. Çünkü rakı, bir Avrupalı için “uzaklarda bir yerden etkileyici bir içkidir” ve içilmese de olur.
Ha bir de cehalet var tabii. Maalesef yabancılar rakıyı ya bilmiyor yahut yemek sonrası alınan bir aromalı içki muamelesi çekiyordu. “Ana içki” olmaya doğru sınıf atlayamıyordu. Bu şimdi ince ince değişiyor.
Oysa bir yabancıya rakıyı tane tane anlatması ne zevklidir. Herşeyi şok edicidir onun için.
Bir İspanyol ne yapar? Kurar sofrayı, doldurur porron’u, koyar masanın ortasına, döndüre döndüre içerler. Saatlerce. Ne kolay? Her gün aynı sofra şarabı.
Yahut bir Alman ne yapar? Açar birasını, içer. Bira içmek için açmasıyla dudağı arasına gitmesi arasındaki birkaç saniyeye ihtiyacı vardır sadece.
Bir Fransız en fazla yemeğine göre şarap seçmek için zahmet eder. O da zaten üç beş çeşit şarap evinde zaten bulunur, çeker birini açar işte.
Her şey “zaman kaybetmemek” üzerine kuruludur ya, bütün olay ondan. Batılı insanın zamanı küçük partiküller halinde planlıdır. Daha bir sene sonraki tatil mekanını planlamıştır. Adam aylarca öncesinden ne zaman tatil isteyeceğini bilmekle kalmıyor nereye gitmek isteyeceğini dahi biliyor düşünsenize. Bu adam nasıl rakı içsin? Rakının bir ucu naif bir belirsizliktir çünkü. Hafif anarşisttir rakı. Muhabbet gelişinedir. Kolektif ama bireyseldir. Nezaket zarafet dahilinde herşey serbesttir o masada. Sürprizlere açıktır çilingir.
Hem rakı bir batılı için kolay da değildir. Önce karın doyurmakla rakının arasındaki ilişkiyi koparacaksın. Önce yahut sonra yapılabilir karın doyurma işi. Ama bir yandan da yemeye devam edeceksin. Evet. İşin bu kısmını Akdenizli olmayan bir Batılıya anlatmak çok zordur.
Velhasıl bugünler geçiyor. Bir süredir Batı dünyasında rakı hızla yayılıyor. Hele Avrupa ülkelerinde her geçen gün biraz daha fazla insan tanıyor rakıyı.
Tamam, rakı içmek bir batılı için zordur. Ama tadını bir kere alınca bırakması da aynı şekilde zordur.
Neden Batılıların bizlere göre daha çok canı sıkılır? Her şeyin bu kadar planlı olur, sürprizlere bu kadar kapalı olursan sıkılırsın tabii güzel kardeşim.
Batı’ya “şöyle bir rahatlamayı”, sakin olmayı, “bi durmayı”, kafasını çıkarıp bilmediği suları merak etmeyi ancak rakı öğretebilir.
Nitekim öğretiyor. Rakı, Batı’da hızla ilerliyor.
Şerefe!

2343

(22 KASIM PAZAR)

Dün geceden arta kalanları silip süpürdüğümüz, evi temizledikten sonra baygın yattığımız yorgun ama mutlu pazar günü...
 Gecenin akılda kalan komikliklerine tekrar güldüğümüz mayışık bir öğlen kanepesi...
Birlikte yeni dostlar edindikçe, zamanı beraber paylaştıkça kalbimiz giderek büyüyor gibi hissediyorum...

2342

(21 KASIM CUMARTESİ)

 Efsane doğum günü!
Ecnebi peynir çeşitlerinin yerli bal&kaymakla buluştuğu, haşhaşlı çörek ve patlıcanlı böreklerin çarçabuk bitirildiği dev kahvaltı masasıyla başladı...
 Kişi başına 1er şişe şampanya düşerken 1 şişe artıyordu...
 Mutfakta bir kadeh, girişte bir kadeh, koltukta bir kadeh, salonda bir kadeh derken şişeler patlatıldığı gibi boşalıyordu...
Bu şaşaanın sebebi elbet; çifte doğum günü kutlamamızdı: ikimizinkinin ortasında bir günde buluşturduk arkadaşlarımızı...
"Yine mi şampanya!?" cümleleri kurulmaya başlayınca sütlü Rus arası verdik bir sürahi, en sağlıklı içkiden birer çay bardağı aldık...
30 ve 40. yaş dönümleri elbet sağlıksızlığı hak ediyordu! Bohemya diyarından getirilmiş yeşil otlu votkanın mentollü tadına baktık...
Doğumgünüdaşıma aldığımız Jack de yarının altına inmişti o sıralarda- Şişede durduğu gibi durmuyordu...
Bir yandan koca yanaklı şaşkın gözlü pıtırcığımız yeni teyzesine flörtöz bakışlar atıp, yeni dayısıyla oyunlar oynuyordu...
 Hediyelerimizle ciddiyetli pozlar vermeye çalıştık...
 Ama ciddi olmak giderek zorlaşıyordu-Luxus koyduktan sonra yerimizde duramadık...
Evimiz akşam tanıdık tanımadık dostlarla doldu taştı ve şanına yakışır bir 30. yaş günüm oldu!

20 Kasım 2015 Cuma

2341

Doğum günümün aile ayağı bu akşam.
Öğlen yeni yaşımda güzelleşmek için kuaförümün yolunu tuttum; lacivert yansıyan kuzguni saçlarımı pek sevdim!
Akşamüstü eve geri döndüğümde hazırlıklara giriştim: kuzenimin gyrbetten sipariş verdiği kakaolu mozaik kek, yarınki ortak doğum günümüz için mozaik pasta, kahvaltıya mis gibi haşhaşlı çörek ve patlıcanlı börek...
Şarap da getirmişler, haydi öyleyse buyurun!
Mumları kim aldı?

19 Kasım 2015 Perşembe

2340

Bugünü kendime ayırdım!
İstanbul'da yaşadığımız halde İstanbul'a kaç ayda bir inebiliyoruz... Boğaz havası almak için belki son şansımız soğuklar gelmeden önce; değerlendirelim dedik.
Yeniköy'de kahvaltı ettik denize nazır, yanımıza motorlar yanaştı, martılar ekmeğimizi çaldı, rüzgar saçlarımızı savurdu...
Güneş vuran sokaklarda gülümsememiz iyice yayıldı, sararıp dökülmeye başlamış çınarlara baktıkça yüzümüz aydınlandı.
Kahvaltımızı iştahla silip süpürdükten sonra Emirgan'a yürüdük, birkaç fotoğraf çektik balıkçılar arasında.
Sabancı'nın getirdiği Zero sergisini gezmeye karar vermiştik; bizi bu altın mozaikli dev sütunlar karşıladı.
 İçeride saf pigmentten yapılmış masmavi gözümüz aldı. II.Dünya Savaşı sonrasında devrim ruhuyla ortaya çıkan bu fütüristik yeni sanat akımı, rengi figürden özgür kılmayı başarmış.
 Absürt şişme palmiyeler arasında çocuklar gibi eğlendik!
Kinetik-hareketli sanatı denemeyi sevmişler bu Alman amcalar...
Resmi tuval üzerine fırçayla yapma tekdüzeliğinden çıkarıp yeni teknikler keşfetmiş ve anlaşılan, uzaya pek merak duymuşlar.
Dokulandırmaları gerçekten başarılıydı, dalgalı camlar ardından yansımalarla oynadıkları ve isle şekillendirdikleri işleri çok enteresandı.
Ama bizim en çok bu ışık oyunları hoşumuza gitti, masal dünyasında gibi büyülendik kaldık bu küçük odada...
 "Işık yağmuru"ndan geçerken beyazla ıslandık...
Sergi bizi yorunca Arnavutköy'de kahve molası verelim istedik.
Birkaç ay evvel açılmış tatlı bir sokak arası cafesine oturup garson kızla sohbete daldık. Hafta sonu planları yaparken bir yandan dans etme hayali kurduk.

Dünya önümdeki 30 yılda daha güzel bir yer olur mu?
Ben yaparsam olur değil mi?
:)

18 Kasım 2015 Çarşamba

2339

Erken konuşmayı sevmem, bilirler.
Heyecana kapılmam hemen öyle kolay kolay, geri çekerim kendimi hep biraz.
Soğuk gözüksem de benim gücümdür bu...

Şimdi ama tam zamanı, söylemek için: Biz o kadar yol aldık öyle ilerledik ki inanamıyorum!
Bugün olduğumuz yere geleceğimizi biz bile bilmiyorduk.
Şimdi durduğumuz yerden geriye dönüp baktığımızda ardımızda neler neler bırakmışız:
Eski evlilikler, sevgililer, arkadaşlar, hayatımızdan rol kapmaya çalışan insanlar...

Yalanlara rağmen biz ayrılmadık, araya girenlere rağmen birlikte kaldık, zaman zaman kendi bilinçaltımızla çatıştık ve bak neredeyiz.
Savaştan çıkmış gibiyiz; mağrur, güvenli ve umutlu.

"I'm so glad we made it...Look how far we've come baby..."

17 Kasım 2015 Salı

2338



Hediyemi heyecanla bekliyorum!

2337

(16 KASIM PAZARTESİ)

Kasım güneşi bana bahar getirdi!
Yeşile, maviye çağırdı; sahile, parklara koşturdu...
Son-bahar bu, en sevdiğim "pastırma yazı".
Doğduğum ay mandalinaları, narlarıyla bereket getirdi yine...

16 Kasım 2015 Pazartesi

2336

(15 KASIM PAZAR)

Tersten başlayalım mı bu sefer?
"İstanbul’da Boğaziçi’nde
Bir fakir Orhan Veliyim,
Veli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde."
"Ben Orhan Veli" geçen seneden aklımda kalan bir oyundu, bu seneye kısmetmiş: Orhan Veli'nin 65. ölüm yıl dönümünde Ortaköy Afife Jale sahnesinde, birer tabak profiterol ardından sıkışık bir salonda...
Müşfik Kenter kadar olmasa da; Kemal Kocatürk bu tek kişilik oyunlarında şairleri güzel canlandırıyor, belli ki çok değer veriyor.
Orhan Veli'nin Oktay Rıfat ve Melih Cevdet ile birlikte yaratmaya çalıştığı "yeni şiir" belki Van Gogh ile empresyonistlerin ortaya çıkardıkları "yeni resim" kadar devrimci. Ahmet Haşim'in göllerdeki sazlıklarıyla dalga geçip Süleyman Efendi'nin nasırını meşhur eden bu garip adama hayran kalmamak elde değil!
"İmkansız şey
Şiir yazmak,
Aşıksan eğer;
Ve yazmamak,
Aylardan Nisansa."
Sanırım en çok bunun için seviyorum onu: Kimse Orhan Veli kadar güzel anlatamaz bahar sarhoşluğunu! Bu bahar ben de boğazı gören bir tepedeki çimenliğe uzanıp mavilere dalmak istiyorum, belki bir iki sigara da sararım ve her şey birdenbire oluverir...
Geriye saralım mı? Sabah Şile'nin virajlarında araba sürdüm. Ondan önce yeryüzü pazarından patlıcanlı börek ve çay alıp kahvaltı ettim. Ondan da önce Zeki Müren caddesinde yürüdüm.
Kasım güneşini görünce bu sabah Şile'ye gitmeye karar verdik ve Sünger Bob'a benzetilen kaleye karşı birer kahve içtik.
Pazarda rengarenk dünya: kuzu kestaneleri, ekşi maya ekmekler, çeşit çeşit börekler, balkabakları, reçel ve bal kavanozları, lale soğanları, kudret narları, ısırgan otları, ebru salyangozlar...
Tertemiz bir nefes aldık bu pazar!