30 Eylül 2014 Salı

1925

Son baharın keyfini şehirde sürmek için yakın vadeli planlar: arkadaşlarla kahvaltı sofrası, belki arabayla bir gün ormana yolculuk, bir gece dansa çıkmak, film festivalinde bilet bulamadığımız birkaç filme son anda girmeye çalışmak, adanın son mevsimini kaçırmayıp Aya Yorgi'ye tırmandıktan sonra köfte yemek, bol bol öpüşmek...

Benim en heyecanlı mevsimin bu!

29 Eylül 2014 Pazartesi

1924

Ortalama bir otelde kaldık ama; kahvaltısı kesinlikle ortalamanın üzerinde: kesikli biber ve poyla memleket esintisi, tazecik kaymak ve cömert kesilmiş peynirler, dayanamadığım kızılcık ve incir reçelleri, acı biberli zeytinyağı ve bildik domates, salatalık, maydanoz, zeytini kızarmış ekmek...

Kahvaltı salonu epey soğuk yalnız, rüzgar camların aralığından üfürdükçe üfürüyor ve tam ayrılmaya hazırlanırken tekrar yağmur başlıyor...

1923

(28 EYLÜL PAZAR)

Memleket dolaylarına kısa bir kaçamak yapmak niyetiyle Kırklareli'ne yola koyulduk bu pazar sabahı... Kahve demlemiş ve yanında birkaç poğaça getirmişti erkek arkadaşım, yolda kısacık kahvaltı içimizi ısıttı.
Kıyıköy; kahvede bile bira içen, Atatürkçü Trakya insanını tam yansıtıyor! Türkiye'nin muhafazakar olmayan nadir köylerinden, bunun dışında pek bir özelliği de yok aslında. 
Koyun otlatan amca selam veriyor uzaktan, mandalar biraz ürkütücü bakıyor gözlerimizin içine...
Bu haftasonu hava tüm yurtta yağışlı ve soğuk; burada daha yağışlı ve çok soğuk! Fırtına korkutucu, rüzgar çocukları yere düşürüyor. Akşam limanda dolaşalım derken sırılsıklam olup otel odasına kendimizi zor atıyoruz.
Fırtınada doğanın içinde vakit geçirmenin apayrı bir keyfi var! Lokantalarda sobalar yanmış, üstünde çaydanlık kaynıyor. Yaşlı kadınlar, çocuklar, herkes sigara içiyor. Rakı içmeyene Tekirdağ'da zaten adam denmiyor.
Aya Nikola manastırından geriye kalan taş yapıyı su basmış, sütunları yosun tutmuş ve önünde bulunan ahşap yapının yerinden artık yol geçiyor. Dişleri dökük bir Çingene abi kendi kendine bu 6.yy. kilisesinin bekçiliğini üstlenmiş. Biraz dertleşip içeriyi geziyoruz...
10dk. arabayla gezerseniz aynı yerin önünden 4 defa geçeceğiniz söylenen Kıyıköy'de tuttuğumuz otel tam yamaçta, rüzgarı cepheden alıyor. Fırtınadan balığa çıkamayan balıkçıların dün getirdikleri palamutlardan büyük bir tanesini ızgaraya attırıp, bir porsiyon da tekir söylüyoruz.
Roka salatası, midye dolma, köz patlıcan mezesi, balığı öldürmek için olmazsa olmaz soğan ve elbette bir ufak rakı... Taze, lezzetli, hoş sohbetli, yan taraftaki ocakta yanan ateşin mayıştırıcı etkisiyle keyifli bir erken akşam yemeği yedik. 
Dönüşte yol üzerinden manda yoğurdu, keçi peyniri ve köy yumurtası almak için yer yer durmayı ihmal etmedik. İstanbul'un canavarlaşan yeni kule-semtlerine tiksintiyle bakarken 2. köprüye geliverdik-sonrası şehir...


27 Eylül 2014 Cumartesi

1922

Yağmurlu, soğuyan, kasvetli bir gün... Dışarı çıkasım gelmedi, sergiye boş verdim. Kimseyle konuşmak bile istemedim, telefonlara çıkmadım. Evde sessiz geçti-Morrissey'in yeni albümünü döne döne dinledim çalışırken... Kendime aynada çıplak baktım...

26 Eylül 2014 Cuma

1921

Yeni bir arkadaşla Moda'da bir kahvecinin arka bahçesine attığı banklara kurulup kahvemizi içerken sakince sohbet ettiğimiz, Kadıköy'e suların kesildiği, akşamsa yağmurun fena bastırdığı bir cuma günü...

(latte değil- sütlü kahve.
Hele chai latte nedir yahu!?
Sütlü çay-normal çay dururken?)


25 Eylül 2014 Perşembe

1920

Bugün otomatiğe bağlamış gibi akşamüstüne kadar hızla çalıştım, oturduğum yerden pek kalkmadığımdan sırtım ağrımaya başladı öğleden sonra. Kim olduğumu ne yaptığımı hatırlamaya fırsat kalmıyor bazen elimdeki işi bitirmeye çalışırken...

Akşama doğru dışarı çıkmaya karar verdim, Fenerbahçe Parkı'na gidip yürürüm dedim ama park da çok küçül geldi. 2 tur atıp sıkıldım, çıkıp marina boyunca yürüdüm. Batan Güneş'e çevirdim başımı, öbür tarafımda çünkü sıkıcı Midpoint müşterileri oturuyordu. Baktım da; kimse yürümek veya koşmak istemiyordu. Herkesin ortak talebi sadece oturmak, boş konuşmak ve aynı yemekleri yemekten ibaretti-üstelik hemen hemen aynı kıyafetleri giymekteydiler. Eminim benzer işlerden az önce çıkmışlardı ve arabayla gelmişlerdi Fenerbahçe sahiline. Yol boyunca valeler dolu zira.

Parka tekrar girip birkaç tur daha döndüm, yürürken de asırlık sakız ağacının altında, bundan yıllar yıllar evvel ilk öpüştüğüm geceyi anımsadım. Hatırlamamak mümkün mü?

O vakitler park çok daha büyük gelirdi bana, hayat çok daha enteresan ve keşfedilecek şeyler çoktu. İnsanlar yine uzaktı belki ama, bir tanesi bana benden yakındı. Bir Yavuz Çetin konseri çıkışı gelmiştik Fenerbahçe Parkı'na. hangi elbisemi giydiğimi bile hatırlıyorum 13 sene önce bir Haziran gecesi... Yaz esintisini anımsıyorum, başımı nasıl omzuna yasladığımı ve göz kalemimin aktığını...

Bu akşam parktaki masalarda piknik yapan birkaç insana bakarak yürürken seni özledim. Sanki bu yaz hiç sahilde oturmamışız gibi geldi bir an-sanki yeterince tadını çıkaramadık. Bilirsin; benim huyum bu. :)

En sevmediğin huyum; hiçbir zaman elimdekiyle yetinmeyişim. Eve dönünce senle konuşmak istedim ama yarına erteledim; hissettiklerimi anlatsam saçma geleceğini düşündüm çünkü. Derken sen arayıverdin-o zaman söyledim işte; "Birlikte yarın akşam sahilde veya parkta oturup uzun uzun öpüşelim mi?" 

Bu kez de hava muhalefeti- nazını çok sevdiğim Eylül girdi aramıza: "Yarın hava 10 derece birden soğuyacakmış, yağmur yağacakmış." 

Olsun varsın-kısmet değilmiş!
Ne diyelim, belki o ilk öpüşme ilk ve tekti... Belki de büyüdükten sonra, yıllar sonra da biz seninle en az o ilk seferki kadar güzel öpüştük... Yine sahilde, yine sahilin olduğundan daha büyük geldiği bir sarhoş gecede, dudaklarımız buruşana kadar öpüşmüştük... Sigara içtikten sonra bile-benim için bir istisna yapmıştın-limanın burnundaki duvara dayanıp öpüşmüştük...

1919

(24 EYLÜL ÇARŞAMBA)

Eylül




Beni bu eylül öldürecek
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.
Akşam rüzgarları; tene dokunan bir kamçı kadar şehvetlidir.
Ben her yıl ölümü ve aşkı bu ayda beklerim.....

Ve eylülün çıplak ayaklarına bir yazı bırakırım.
Eylül sabahları; kılıçlar kadar keskin ışıltılarıyla
tenimi kanatarak uyandırır beni.
Ben eylüle akarım.
Bir hüzün gibi akarım ben eylüle kanayan bir aşk gibi,
siyah şallara bürünmüş,genç bir ölüm gibi akarım.
Sevişerek,ağlayarak ve ölerek akarım ben eylüle.
Her yıl,hep aynı vakitte,geniş bir ırmak gibi
bütün hayatı berrak sularında yıkayarak gelir,
beni ve herşeyi koynuna alarak,
bir meçhule hüznüyle emzirerek götürür hep.
Kadınları ve hüznü eylülde severim...

Keman konçertolarını,
akşam saatlerinde bir bir ışık yangını ile kıpkızıl tüten
yalnız ağaçları,ürkek tebessümleri ve edepsiz kahkahaları severim.
Lacivert bir deniz benim ellerimde oynaşır.
Sahiller,yaşlı bir kadın gibi kendine terkedilir
Şarkılar,incecik bürümcükten acılar vaad eder her dinleyene
Bitenin başlayana dokunduğu yerdir eylül...

Onun için yanık yanık tütsü kokar,
Onun için değdiği yeri kanatır.
Eylülde aşk,eylülde acı,eylülde yalnızlık zordur,
eylülde herşey zordur,ben eylülü onun için severim.
Eylül ışıklarında çırılçıplak ruhlar yıkanır
Herkes herşeye kapısını aralar 'bir aşk oluverir aşinalık'.
Ölüm kıvırcık saçlarını hayatın göğsüne dokundurur.
Aşkı ve ölümü ben hep bu ayda beklerim.
Nasıl da mahsun ve nasıl da tehditkardır.
Ben eylülde bütün aşklardan ve kadınlardan korkarım...

Ben her yıl eylülün çıplak ayaklarına bir yazı adarım.
Ve ben eylüle akarım
Bir hüzün gibi akarım ben eylüle,
kanayan bir aşk gibi akarım,
Siyah şallara bürünmüş bir genç ölüm gibi akarım...

Ahmet Altan

23 Eylül 2014 Salı

1918

Ekinoks

Barışalım, uzlaşalım, kaynaşalım ve ikiliklerimizi birleştirip güçlenelim diyordu...

Hades'in kaçırdığı Persephone'nin yer altına girdiği bu gece; soğukları başlatıyor, son baharın tarihini işaretliyor. Akşamüstü fırtına koptu, bulutlar toplandı, biraz yağdı ve epeyce esti. Hades'in harala gürelesi kızını kaçırdığı Demeter ananın başını şişirdi. Çok geçmeden hepimize birer olgun nar sunulacak; kanıp yememiz ve yer altından bir daha çıkamamamız için. Ama şimdilik; kısa bir süre için her şey dengede, yerli yerinde. Işık ile karanlık berabere bu gece...

Erkenden uyanıp sana geldim; barıştık, uzlaştık, öpüştük.

1917

(22 EYLÜL PAZARTESİ)

Biraz huzursuz bir gün başladı
En zoru uzaktakilere sarıldığım rüyalardan uyanmak

Sabırsız bir gece bastırdı
Yağmursuz yağmur sıkıntısı
Ağustos sonu bunalımı nemli saç diplerimizde
Bir ölüm maskesi düştü yatağımın yanına
Kaldırmaya çocuk gibi korkuyordum



22 Eylül 2014 Pazartesi

1916

(21 EYLÜL PAZAR)

Bir arkadaşın düğünü: stresli olduğumu gizlemek için koyu kırmızı ruj, kendimi güçlü hissettiren bir deri etek, biraz kendimi unuttuğum dans pistleri, tek tük konuşmalar, rüküş kadınlar, garsonlar, fotoğraf çekilmeler, hızla terk edilen düğün mekanından sonra çıkılan yollar, yoldan dönmeler, kenara çekilen eski bir araba, biraz kavga ve bağırışlar...

Çalkantılı bir gece-hayatımın bugünlerdeki hali...

21 Eylül 2014 Pazar

1915

(20 EYLÜL CUMARTESİ)

Kendimi en iyi hissettiren şey bu işte: her sabah kendiliğimden dinlenmiş ve dinç, erken uyanıp yürüyüşe çıkmak. Sahili boydan boya yürüdükten sonra eve döndüren yokuşu yorgun argın tırmanırken kahvaltıda neli yumurta yapacağımı düşünmek. Sağlıklı başlayan bir sabahtan daha güzel yok gerçekten!

Gece hayatı güzel hoş ama, bu zinde sabahların enerjisini hiçbir şeye değişmem...

1914

(19 EYLÜL CUMA)

"Hayatta mıydın sen ya?!" diye sordu şakayla karışık sitemkar, eskiden sık sık gittiğimiz barın sevdiğim barmeni.
"Birkaç aydır çıkmıyordum geceleri dışarı, İstanbul'da yazın gece hayatı leş oluyor zaten..."
Bir cin-tonik kendime, bir tane de kuzenime söyledim.

Barın önünde dikilirken görüşmeyelileri konuştuk tek tük, biraz da buralardan gitmeye aniden karar veren arkadaşımızdan bahsettik.
Başka bir arkadaşın eski sevgilisi, daha geçen sene bu aylarda hep birlikte takıldığımız çocuk, bu gece garsonluk yapıyordu. Biraz gergin ve saçma bir ortam olabilirdi, selam verdim yine de, hal hatır sordum.

Neyse gitme kafasına giren arkadaşımızın vedası niyetine toplanmıştık neticede; epeydir partilerden uzak kaldığımdan karşılaşmadığım tanıdıkları görmek iyi geldi. Bir de-herkesin yaptıklarımı takip ediyor olduğunu duymak, hayranlarım oluştuğunu görmek pek iyi geldi.
"Ranaaa! Sana sürünelim biraz ki bize de bulaşsın... Kendi işimizi kuralım biz de!"
Hepsine itinayla süründüm, bir arkadaşın kahveci açma hayallerini destekledim.

Biraz "neler yapıyorsun bakalım" sohbeti, arada bir İstanbul'dan gitmek hevesinin sebepleri derken kendime belki de o grupta en yakın hissettiğim bir arkadaşla yakın zamanda buluşup beraber işler yapmak üzerine konuşmaya karar verdik.

Belirsiz süreliğine veda etmek üzere o gece orada bulunduğumuz arkadaşımızın Antalya'nın bir köyünde dağcılarla birkaç ay yaşama kararı, geçen sene kurumsal işlerinden ayrılmış birkaç arkadaşın başka hayatlara savrulmuş olmaları; birinin Bursa'ya yerleşme planları, öbürünün Amerika'da aşçılık hayalleri devam ediyormuş.

İstanbul'un hepimizi gömüp de asla tükenmeyeceğini,; ne imparatorlar ne padişahlar gömmüş olup tükenmemiş olmasından anladığımı belirterek bana ziyadesiyle saçma gelen bu İstanbul düşmanlığına son noktayı koydum. Dünyanın dört bir yanından hayatını bırakıp buraya gelmiş insanlarla tanışmak için de sanırım dünyanın en doğru yeri olabilir. 72 milletin gelip geçtiği, kiminin kalıp kiminin terk ettiği eşsiz köprü: İstanbul!

"Bol şans!" dedik, sezonu açtık, geldik.



18 Eylül 2014 Perşembe

1913

Sabah 7'yi biraz geçe uyanınca yatakta fazla oyalanmadan attım kendimi dışarı; bir avazda indim sahile, yürüdüm sahil boyunca nefes nefese kalana kadar, serin sabahın taze havasını içime doyasıya doldururken "Başka neye ihtiyacım var ki?!" diye düşündüm, gülümsedim.

1912

(17 EYLÜL ÇARŞAMBA)

Yeni sezon için planlar; serin bir akşamüstü Muaf'ta konuşuldu: Bu sonbahar görülecek pek çok film, yağmurlu akşamlarda içilecek birkaç şişe şarap, kışa doğru hareketlenen İstanbul gecelerinde dans edilecek bir sürü şarkı, her zaman keşfedilecek yeni mekanlar ve tanışacağımız farklı insanlar bizi bekliyor!

16 Eylül 2014 Salı

1911

Bir iki yıldır gitmiyordum Büyükada'ya; fazla kalabalık ve turistik diye pek de sevmiyordum. Bu akşamüstü bir gidelim dedik, havanın acayip rüzgarlı olmasına aldırmadan spor ayakkabılarımızı giyip Aya Yorgi'ye tırmanmaya kalkıştık. Kan ter içinde sahile geri inerken yine sanki daha önce hiç bilmediğimiz yollara saptık ve dehşet güzel ahşap köşklere rastladık.

Birer köfte, ortaya bir piyaz söyledik çarşıda yeni açılmış olduğunu tahmin ettiğim küçük köfteciye oturup. Yan masaya gelinle damat geldi, acı biberlerden konuştuk. Son motora yetişip karşı kıyıya geçerken kışı aratmayacak kadar üşüyüp rüzgarda tutulduk.

Şimdi tam sıcacık bir kahve zamanı, yatmadan önce, kitabı da bitireyim...

1910

(15 EYLÜL PAZARTESİ)

Visit my facebook page to take a closer look. 
You can order customized shoes at my shop. :)
Yakından bakmak için facebook sayfamı ziyaret edebilir, kişiselleştirilmiş ayakkabılar sipariş vermek için ZETTARZIMON , EMEKSENSİN veya SOPSY dükkanlarıma uğrayabilirsiniz. :)


14 Eylül 2014 Pazar

1909

Yolluk

Birlikte bir kahvaltı; memleketten getirdiğin mis gibi dağ çileği reçeli, kendi yaptığın ekmek, çökelekli yumurta- hatırlamak için ayrı kaldığımız zamanlarda bu güzel sabahlarımızı...

Unutmamak için birlikte yapacağımız daha pek çok şeyi; birkaç öpücük, yola çıkmadan...

1908

(13 EYLÜL CUMARTESİ)

Mevsim değişiyor, yepyeni bir dönem önümüzde açılıyor...
Umarım her şey istediğimiz gibi olur, yenileniriz.

12 Eylül 2014 Cuma

1907

Baykuş plajını bir daha ziyaret edelim dedik, yaz bitmeden.
İşe girmeden önceki son haftalarımızı güneşlenerek değerlendirelim, son bir pembeleşip, sonbahar rüzgarında gazetelerimizi karıştıralım istedik...


Kireçburnu Fırını'nın üzümlü kıymalı böreğini özlemişiz ama!

1906

(11 EYLÜL PERŞEMBE)

Sürpriz

Gündüz mesaj attığında bir heyecanlanmıştım zaten: "Öğlen yemek yeme, akşam birlikte yeriz."
Bir şeyler planladığını anlamıştım bu akşam için ve içten içe sebebinin tam da vereceğin bu güzel haber olduğunu ummuştum, sorunca: "Arabayı alabilir miyiz?" diye.

Akşama doğru buluşuncaya kadar bir yandan elimdeki ayakkabıyı hızla bitirmeye çalışırken düşünüp durdum; sesin pek de neşeli gelmiyordu aslında: "Yoksa olumsuz bir cevap aldı da bambaşka şeyler mi planlıyor?" Kendimi alamadım birkaç saat umutlu-umutsuz ikircikli hislerden...

Arabaya binerken yüzüne bakmaya çekiniyordum, özellikle de yolda insanların ortalama 6 ayda iş bulduklarından filan bahsettiğinde umutlarımı bastırmam gerektiğine karar vermiştim artık. Belki de, hayal kırıklığını ağır yaşamamak için hoş bir akşam geçirmeye ihtiyaç duymuştun?

Yolun bizi nereye götürdüğünü fark ettiğimde biraz da çekinerek, "Nereye geldiğimizi anladım..." dedim. "Ama işe girince getirirsin beni demiştim Tokat Kebabı yemeye..." 
Bir sessizlik anında bana döndün, "Girdim." dedin.

İnanamayıp tekrar sordum: "3 saniye içinde doğruyu söylemek zorundasın!" dedim.
3 saniye sonra aynısını tekrarladın: sonunda 5 aydır birkaç kez görüşüp cevap beklediğin işe kabul edilmiştin!

Önden 2şer fındık lahmacun ve 2 kişilik olduğu iddia edilen dev Tokat kebabı söyledik. En az ilk yediğimiz kadar enfesti; domates sosuyla ıslanmış lavaş üstüne dizilmiş kuyuda pişmiş kuzu eti, resim gibi sıra sıra patlıcanlar, biberler, patates dilimleri ve yumuşayıp tatlı tatlı olmuş 3 baş sarımsak...

Parmaklarımızı yalayarak yerken bir yandan, yeni işinin senden neler beklediğinden ve ayrı kalacağımız zamanlarda nasıl birlikteliğimizi koruyabileceğimizden konuştuk arada. Akşam eve şişmiş ve mayışmış halde dönerken endişeleri bir kenara atmış ve bu güzel haberin tadını çıkarmaya başlamıştık bile...


10 Eylül 2014 Çarşamba

1905

Hayatımızı biraz açmak, genişletmek ve zenginleştirmek gerek, ama nasıl, göreceğiz. Hayat hep en çıkmaza girdiğini sandığımda en fazla açıldı önümde, bu yaşıma dek...

Artık yabancı olmuş arkadaşların rüyaları yahut eski sevgililerden miras takıntılar, hepsinden sonsuza dek arınmak için ne güzel bir mevsim!

Yepyeni bir sayfa en temiz Eylül'de açılır elbet; toprağın altına giren tanrı Dionysos misali derinlerimize gömelim bu son bahar tüm ezilmişlikleri.
Yeni bir hayat için yeni umutlar biriktirelim ve dünyayı yeniden gezelim bu kış, pencere kenarı olsun her seferinde yerimiz. 

Kahkahalarımız bizi güçlü kılsın en korktuğumuz masalarda yan yana, sarhoş sansın izleyenler dansımızı...

Var mısın?
Hadi gel!
Eylül'de gel.

1904

(09 EYLÜL SALI)

Ayrılık Provası

Aylardır, belki yıllardır geçirdiğim en kötü gün...
Benden nefret ettiğini düşünmeye başladığım bu berbat gün geçmek bilmedi ve defalarca her şeyi düzeltmeyi denememe rağmen rahatlamama izin vermedi.
Neyse ki sonunda her çekilmez gün ve gece gibi sona erdi ve yerini yeni bir sabaha bıraktı.
Fakat adeta bir provaydı benim için; son birkaç yıldır kurduğum en güzel şeylerden birini kaybettiğimde neler hissedeceğimin, nasıl haksızlığa uğramış ve bomboş kalacağımın bir provasını yaşadım ben bugün.
Garip bir rahatlama geliyor insana, çok üzüldükten ve kırılma noktasını geçtikten sonra...
Hani her kavgamızda ayrılık nasıl olacak, diye düşünüyormuşsun ya-böyle olacakmış gibi geldi bana.
Ama o gün bugün değilmiş, sevindim.

8 Eylül 2014 Pazartesi

1903

Karasız Yaz Sonu-İkircikli Güz Başı Sendromları

Erken başlayan ve kısmen daha az kalabalık bir Eminönü turuna çıkmak üzere vapura bindik. Hava kapalı, her an yağacak yahut da birden açıp ısınıverecek gibi, gitti geldi bütün gün. İkimiz de dün çıkan huzursuzluğun kalıntılarıyla biraz suratsız ve keyifsiz çıktık yola. Yol boyunca da ara ara hep açılacaktı aynı konular, kopuk kopuk ortaya dökülen bastırılmış duygular.

Kah elini tutmak istemeyerek, kah elini belime atmana çok sevinerek, bir acayip gelgitli hallerde tırmanıp kıvrıldım ara sokaklarında Mahmutpaşa'nın. Kimsenin aklına gelmeyecek köşelere sıkıştırılmış onlarca dükkanın tavana kadar raflarına dizili yüzlerce çeşit gelinlik danteller, top top işli gipürler arasından belli bir tanesini aradık 2 saat boyunca. Uzakdoğu'dan getirilen ve satıcının tabiriyle çelik kasada saklanan elimizdeki gipürün aynısını biraz zor da olsa bulduk.

Baktık yorulmuşuz ama daha boncuk ve boya almamız gerekiyor. İşte yıllardır uğramadığım meşhur Hakikat yerli yerinde duruyor. Okula yeni başlayan çocukların sırt çantaları, güzel sanatları kazanan yeniyetme çizerlerin fırçaları ve trilinleri hep raflarda yeni okul sezonunu bekliyor. Birkaç şişe renk doldurup poşetimize, çıkıyoruz hemen karşıdaki köfteciye oturmak için. Birer porsiyon köfte, ortaya bir piyaz söylüyoruz.

Söylenecekler tükenmeyince bir türlü, Karaköy'de oturup birer çay içiyoruz. Çaylar bulanık ve pahalı, konuştuklarımız tedaviden ziyade yaralayıcı.

Birden pişman olup çok üzülüyorum seni böyle dert sahibi yaptığıma, karşımda kendini anlatmak için nasıl çırpındığını görünce. Yoksa bütün sorunların kaynağı ben miyim? Acaba ben sandığımdan fazla zor biri miyim, çekilmez miyim? Kadıköy vapurunu yakalarken yağmur atıştırıyor.

Moda tarafında birer bira içmeye oturuyoruz geçen senelerde çok popülerleşen mekanlardan birine. Weihenstepaner bulunca hemen birer bardak istiyorsun. 11. yüzyıl Hristiyan keşişlerinin tadı siniyor damaklarımıza. "Ben eve gidince düşüneceğim bu akşam biraz" diyorsun pek de hazzetmediğim şekilde. Zira o düşüncelerin pek iyi olmuyor genelde-"Sana hak vermek istiyorum çünkü" diyorsun. Umarım hak verirsin, çok da haksız sayılmam çünkü biliyorsun. Ben sadece fazla aklımda tutuyorum her şeyi ve katlanamıyorum herkesin katlandığı küçük şeylere-ne kadar beyaz olduğumu ve alerjik doğduğumu da biliyorsun.

1902

(07 EYLÜL PAZAR)

Ben sadece arkadaşların arasındayken de çok sevildiğimi ve herkesle yakın olsan bile, benim yerimin özel kaldığını hep hissetmek isterdim. Söylediklerimin hepsi aslında bu basit cümleden fazlası değil.

Bir sürü insanla hep beraberken de biz birlikteysek, benim için en güzeli. İşte burada ayrılıyoruz: sana göre zaten hep böyle, bense bir iki sefer kendimi kötü hissettiğimi hatırlıyorum...

Sanırım bütün bunların hala konuşuluyor olmasının aslı sebebi; temele yerleşmiş bir güvensizlik meselesi. Tekrarlanan sorunlarla baş etmek için fazladan bir azim gerektiği doğru; hak veriyorum senin isyanlarına. Kendime de hak veriyorum ama bir yandan, benim yerimde kim olsa böyle meselelerle boğuşurdu gibi geliyor bana bu ilişkide.

Her neyse- umarım çözeceğiz. Umarım zamanla her şey değişip bu pürüzler düzelecek...


6 Eylül 2014 Cumartesi

5 Eylül 2014 Cuma

1900

Hava çarptı bu sabah bizi; bir gölgelenip bir Güneş açan tuhaf, bunaltıcı yağmur sıkıntısında yürümek, zaten biraz dar gelen elbisemin göğsüme yapışması, saçlarımın ensemi ıslatması...Bir an için hayat çekilmez oldu.

Aslında hava da azcık rahat verse ne tatlı başlamıştı gün; evde dün geceden yoğurup mayalanmaya bıraktığımız muhteşem bir köy ekmeği yaptık: sert kabuklu, doygun, mis gibi ekşi maya kokan bu nefis şeyi bitirmeden duramadık...
Her seferinde kurutulmuş acı biberi kavururken biber gazından öksürüp aksırdığımız, bol domates biberli, sevgilimin kaslı önlüğünü takıp hazırladığı özel menemeni sıyıra sıyıra yedik...

Sonra hoş bir film seçtik; biraz buruk ve naif, Hint filmlerinin şen şakrak şamatasından arınmış Lunch Box... 

Öğlen dışarı çıkıp biraz hava almak istedik ve bir süredir yolumuz düşmediğinden özlediğimiz Yaşar Usta dondurmalarından almaya gittik. İncirli&karamel muhteşem ikili oluyormuş, bunu keşfettik.

Umarım yağmur çabuk gelir ve uzun süre kalır bu şehirde bu sonbahar...

1899

(04 EYLÜL PERŞEMBE) Yapılacaklar Listesine Eklenenler ve Tik Atılanlar

Arkadaşlarla komik komik konuşmak, bir şeyler içip kızartmaları ketçaba banarken ağzımız yanarak hararetle bir şeyleri tartışmak, aramıza yeni katılan bizim okuldan mezun bir heykeltraşla sohbete hemen ısınmak eğlenceliydi. Erken başlayınca içmeye, aç karna çabucak çakırkeyif olup rahatlamak güzeldi.

Birlikte tatile çıkmak için umutlarını hala taşıyor olman beni çok sevindirdi, denize gittiğimiz günü anlatman ve evde kokteyller hazırlamayı planlaman içimi ısıtıverdi. Bir de bağ bozumu hayali ekledin listemize üstelik-ne tatlı!


3 Eylül 2014 Çarşamba

1898

Schopenhauer Papağanının Düşündürdükleri

Schopenhauer-Kur'ü okurken düşündüm de geçen gece yarısı; aslında insanlarla iletişime geçmekten kaçınan Philip karakterinin çok da terapiye ihtiyacı yok-insanlığın kalanını tedavi etsek yeridir.

Sonuçta; ruh hastalarıyla kımıldanan bir kalabalık içinde kabul edilmek pek de sağlık göstergesi sayılamaz.

Elbette hemen her soruya cevap verirken Schopenhauer'den alıntılar yapan Philip'in papağan vaziyeti pek sevimli değil, sindirmemiş gibi henüz yediği yemeği.

Hele de; hayatının ikinci yarısını inşa ettiği bütün bu prensipler sırf sevilmeyen çocukluğunun getirisi, incinme korkusundan kaynaklanıyor ise durumu pek zavallı olur.

Yok eğer sevilmeye ihtiyaç duymuyor, belki de insani ilişkileri ekseriyetle menfaatçi ve tiksinç buluyorsa ne ala-insanı aşmak için bir adım atmayı başarmış demektir. Çalışan her kafanın temel hedefi değil mi zaten, insanı aşmak?

Böyle bir gücü "topluma kazandırmayı" amaçlayan tedavi Clockwork Orange misali bir lobotomi olur ancak.

Tertemiz, buz gibi dağ havasının tadını çıkarabilmek için biraz daha büyümemiz gerek...

2 Eylül 2014 Salı

1897

Neredeyse 10 sene okuduğum ve bırakmak istemediğim okulumun Baykuş Plajı'nda keyifli, sakin bir gün geçirmek, demek mezuniyetimin üstünden 2 yıl geçmesine rağmen öğrenci kimliğimden hala vazgeçemediğim bu Eylül mevsimine kısmetmiş...

Yazın bitmekte olduğunun farkına erkenden varan göçmen leylekler ve dökülen saçlarıma inat; biz bir süre daha güneşlenmekte ısrar edeceğiz!
Herhangi bir Avrupa ülkesinde bu kadar araba sürdükten sonra mutlaka ülke dışına çıkmış olacağımız kadar uzun bir şehir içi yolculuktan sonra, bulamayalım diye iyice gizlenmiş Baykuş Plajı'na varıyoruz.

Hafta içi çocuklu ailelerden arınmış, boş kumsallarda uzanmaya bayılıyorum-dalga seslerinden başka pek bir şey duymadan, yumuşamış Güneş ışınlarına zaten yanık vücudumu rahatça bıraktığım, adeta Güneş'in beni okşadığını hissettiğim zamanlar bunlar...

Piyasa yok-huzur var. Kalabalık yok-insandan başka şeyler görebiliyor gözlerimiz; arkamız sazlık, önümüz alabildiğine Karadeniz. Arada bir iki at kumlarda yürüyor... Cıktıs müzikli gündüz diskosuna gelmiş tipler yok-okunacak güzel bir dergi var, her ay heyecanla beklediğim.
Birkaç kere denize girip dalgalarla oynuyoruz; dalga gelirken tam kırılma noktasında önüne yatıp kaymaca, yahut tam içine atlamaca. Ben pek beceremiyorum bu sinsi Karadeniz oyunlarını.

Akşamüstü hafif pembeleşmiş ve pek tatlı yumuşamış vaziyette dönüşe geçiyoruz; yolda filmlerden filan konuşuyoruz, bir R.E.M ve bir U2 şarkısına eşlik ediyoruz. Trafik Maslak'ta yoğunlaşınca kenara çekip birer kahve içiyoruz.

Sonbahar gelmeden tekrarlamaya karar verdiğimiz, keyifli bir son yaz günü...


1 Eylül 2014 Pazartesi

1896

Sahil boyunca yürümek, uzun uzun konuşmak; nereye vardığımızı tam bilemesek de rahatlattı ikimizi de.

İçme sindiremediğim pek çok şey olsa da; seni sevdiğimi hissettim yine, yüzüne bakınca.
Biraz üzüldüm hatta bu kadar çok yüklendiğime sana, ama lazımdı biliyor musun böyle bir oturup, yaşadıklarımızı önümüze koyup tek tek ele alıp bakmak...
Sinirli açıklamaların ve anlayışa yanaşmayan hallerinin arasında, elini hafifçe belime koyduğunda beni sevdiğini hatırladım.
Bu ilişkinin bir anda seni hazırlıksız yakalayıp çok fena bir şekilde bitivereceğinden korktuğunu, bu endişeyi her tartışmamızda yaşadığını söylediğinde bana verdiğin değeri anladım.
Bir haftalık ayrılığımız süresince "Peki şimdi ne yapacağım?" diye düşündüğünü ve hayatını fark ettiğinden fazla doldurduğumu söyleyince ise; hem şaşırdım, hem sevindim hem de içim burkularak "Yeni mi fark ettin?" diye sormak istedim.