28 Şubat 2014 Cuma

1710

Hiç bu kadar yere düşmemişti adalet...
Hiç bu kadar ucuzlamamıştı doğruluk...
Ama gerçekten de hiç bu kadar dibe batmamıştık milletçe-sen de dahil kardeşim, birkaç yıl evvel ülkenden kaçmakla ne iyi ettiğinle övünen, sen de!
Bu kadar rezaletin sonucunda, en sonunda... Güneş elbet doğacak!

1709

(27 ŞUBAT PERŞEMBE)

Hafta içi epeydir ihmal ettiğimiz şehrin ana caddesine çıkalım dedik.
Bir arkadaşın birkaç aylığına iş icabı şehri terk etmesini de bahane edip Cihangir'in ara merdivenlerinde birer bira içtik.
Brad Pitt'in kalçalarından bahsedilmeye başlanınca kalkma vaktidir dedik, yukarı yürürken fazlasıyla üşüyüp titredik.
Birer kaşarlı dürümü pişmanlıkla mideye indirdik.
Yeterince kudurmadığımızı düşünerek arkadaşlara iyi geceler deyip, yeniden bir iki şey içip sohbet etmeye Tünel'e indik.
Bomboş barı görünce hayal kırıklığıyla karşı bara uğramayı akıl ettik.
Orada da aradığımızı bulamayınca ya nasip dedik, bir taksi çevirdik.
Bu perşembe akşamını dertten muaf eyledik!

27 Şubat 2014 Perşembe

1708

(26 ŞUBAT ÇARŞAMBA)

Memlekette kıyametler koparken kendi özel hayatımızdaki fırtınaları unuttuk...
Milyon avrolar ona dağıt buna ver bir türlü sıfırlanamazken üç kuruş kazanacağız diye ter dökmek anlamsızlaşıverdi son iki günde...
Kucağa nasıl olsa düşecek olan iş adamlarının yerinde olmadığımıza sevinsek mi bilemezken işler hep yarım kaldı...
Üzerine bastığımız toprak ayağımızın altından çekilirken bu kaygan zeminde bizler de savrulup duruyoruz, başımız döndü...
Peki nasıl oluyor da sana boş gelmiyor kardeşim, sevgilinle yaptığın ufak tartışmalar?
Nasıl oluyor da paralel evrende yaşıyor gibi bu skandala sessiz kalabiliyorsun?
Hiç olmazsa bir defa dünyada yalnız sen olmadığını fark et be güzelim!
Kimle nerede etiketlendiğin hiç mühim değil inan, şu günlerde...
Sonradan söz sahibi olmadığın bir yerde yaşamak istemezsin, bence...

25 Şubat 2014 Salı

1707


sale points /// satış noktaları

basic shoe models /// temel ayakkabı modelleri



1706

(24 ŞUBAT PAZARTESİ)

Canım sıkıldı biraz senle konuştuktan sonra, endişeler bastı...
Geçmiş zamanlar aklıma geldi, eski korkularımı hatırlayınca hala aynı yerde olup olmadığımızla yüzleşeceğimiz kritik bir noktaya geldiğimizi fark ettim.
Kötü düşünmek istemiyorum; güvenmek istiyorum bu zor günleri el ele atlatıp birlikte daha güzel günler göreceğimize.

23 Şubat 2014 Pazar

1705

Sır

"Geçmişi olmayan adam"ın komik hikayesini izlerken; gözlerimiz kapanıyordu, hava bulutlu ve soğuk, içerisi sıcacıktı.
...
"Sakın arkadaşlarına söyleme..." dedi, sonrasında.

1704

(22 ŞUBAT CUMARTESİ)

"E hadi o zaman-İnci'de profiterol yiyelim!"
"İnci'nin yeni yeri nerde ki?..."
"Mis sokakta ya!"

Kısa bir Beyoğlu cumartesi öğleden sonrası diyaloğu.
Kişiler: Hep en güzel fikirleri bulan erkek arkadaşım ve canı tatlı çeken ben.
Cepler: Bir parçası yenmiş çikolata...

"Biraz da Femen belgeseli gibi olmuş; her ülkede yaptıkları eylemleri takip ediyor."
"Evet ya-ben de biraz sıkıldım açıkçası. Bir de o evinden çıkartılan İspanyol adamdan biraz sıkıldım."
"Yani...Onun bir eylemi yoktu ki; insanlar onun için eylem yapıyordu daha çok..."
"Bazı şeyleri gereksiz tekrarlamışlar sanki; bir de ben Occupy Wall Street hareketini beğeniyorum aslında ama-burada yer verdikleri kadının organize ettiği hareketler fazla teatral geldi bana. Hani ben eylem yapmaya gelmişim oraya-modern dans performansı değil!"
"Aynen! O eriyerek yere yığılma hareketi ne öyle ya? Hoplamaya başlamalarını da sevmedim-çok naif..."

"Yalnız ben en fazla Ortadoğu'ya üzülüyorum... İran devrimi bana dünya tarihindeki en tüyler ürpertici olay gibi gelir."
"Tabi canım-onlar hep kandırılıyorlar zaten; en yakın örneği Mısır..."
"O hani rejim tarafından diğer özgürlük direnişçilerini öldürmek zorunda bırakıldığını ağlayarak anlatan adama içim acıdı."

"En çok sanırım Otpor üyesi olan Sırp adamı sevdim-ne kadar zeki ve espriliydi."
"Tabi canım; adamlar şiddet içermeyen sivil direnişin yöntemlerini çok iyi uygulamışlar. Hatta Gezi'nin arkasında Otpor var diye laflar dolanıyordu ya..."
Film sonrası hızla Galata'ya inerken sabırsız konuşmalar.
Kişiler: Bir çeşit toplama olan filmi yeterli bulmayan erkek arkadaşım ile aynı fikirde olduğumuza sevinen, filmden biraz bunalmış ben.
Cepler: Üşüyen ellerimiz.

"Yaaa! Niye çıkmamış bir kısmı ama?!"
"Olsun; ilk film için iyi bence. Normal zaten bu makineyle biliyorsun."
"Ya ama... Bu benim ilk analog deneyimim değil ki; Zenit'le çok iyi fotoğraflar çekiyordum, neden bu böyle oldu...?"

Sardalya kutusu makinemle ilk siyah-beyaz filmimin negatiflerini aldığımızda heyecanlı kısa diyalog.
Kişiler: Hayal kırıklığına uğramış ben ve sakin erkek arkadaşım.
Cepler: Fotoğraf cd.si.

"Mmmm...Bu keçi peynirli pizza cidden güzelmiş; beğendim burayı, fiyatlar da uygun."
"hmhm-cevizle kuru üzüm hoş bir dokunuş olmuş."

Galata'dan Tophane'ye doğru bir ara sokakta yeni açılan mekanda pizza yerken ağzımız dolu kısa konuşmalar.
Kişiler: Acıkmış ve yorulmuş bir çift.
Cepler: Kullanılmış sinema biletleri.



Film festivalinde izlediğimiz Everyday Rebellion belgeselinin fragmanını izleyebilir ve uluslararası projenin websitesine dünyanın her yanından şiddet içermeyen direniş görüntüleri yükleyebilirsiniz.

22 Şubat 2014 Cumartesi

1703

(21 ŞUBAT CUMA)

Dostoyevsky romanından uyarlama The Double; benim de çokça kafayı taktığım kim-lik-siz-lik vaziyeti üzerine zekice bir kara komedi.
Yalnız bir parça seyretmesi zor; atmosfer öyle bunaltıcı ve eksik olmayan makine gürültüleri, sis, uğultu son derece rahatsız edici.
Protagonist; kendini Pinokyo gibi hisseden silik bir genç adam. Ürkek ve ezik halleri insana fenalık geçirtirken, her türlü aksiliğin haksızlığın onun başına gelmesi seyirciyi güldürüyor.
Son derece distopik, Kafkaesk tabir edebileceğim bir ofiste çalışmakta; her şey denetim altında olup farklı bir makinede fotokopi çektirmek bile sorun çıkarabilmekte. Colonel denen albay üniformalı ulaşılması çok güç bir zat tarafından işler idare edilmekte.
Bu ruh karartıcı işten başka küçücük odasında yapacak daha iyi bir şey bulamayınca baş kahramanımız, karşı apartmanda oturan genç ve masum bir kızı gözetlemekte. Artık saplantılı hale getirdiği bu aşka tutunmuş ve kızın kırmızı mürekkeple çizip sonra yırtıp attığı illüstrasyonlarını çöpten toplayıp yeniden yapıştırarak saklamakta.
Derken iş yerine tıpatıp kendisine benzer görünüşte, fakat tam tersi baskın ve arkadaş canlısı karakterde yeni bir adam alınıyor. Herkesin ilgisini çeken bu karizmatik genç adamın kendi yüzünün aynısına sahip olduğunu nasılsa hiç kimse fark etmiyor.
Dublörü ile başta bir menfaat ilişkisi kurmaya başlayan baş kahramanımız; yazdığı başarılı raporları ona vermekte ve takdir görme kısmını ona bırakmaktadır. Çok hoşlandığı kızı tavlamak için utangaçlığını yenmesi konusunda taktikler almakta ve karşılığında dublörü yerine girdiği sınavları başarıyla vermektedir. Giderek köle-efendi ilişkisine dönüşen vaziyetleri; adamın ev anahtarını da dublörüne teslim ederek yersiz yurtsuz kalması ve hatta sevdiği kızı ona kaptırmasıyla çıldırtıcı hal alır...
"Yüzümü çaldın!" diye bağırarak bir protez kolla iş yerinde dublörüne kendini kaybetmişcesine saldırdığı sahneyi hatırlıyorum şimdi. Filmin girişindeki intihar sahnesinin sonunda tekrarlanmasını bekliyordum zaten; nedense bana Polanski'nin Tenant'ını anımsattı.

Psikolog bir arkadaşımla birlikte izlediğim filmdeki Protagonist ve Double kavramlarının psiko-dramada da kullanıldığını öğrendim. Birkaç yıl önce lunaparkta yaptığımız bir çekimi de hatırladım şimdi...

20 Şubat 2014 Perşembe

1702

Çalışmak bazen unutturuyor kendimi, tedavi ediyor- bu gece yarısına kadar bir yerlerde dans ettiğimi, elimde kokteyl kadehi olduğunu hayal ederek çalıştım.
Geleceğe bir umut çapalamak istercesine dur durak bilmeden çalışıyorum... Çalışıyoruz ve birlikte olduğumuz sürece biz daha güçlüyüz. Ben senin zor zamanlarında da yanındayım çünkü çok güzel zamanlarını da göreceğim, çünkü benim inancım senden- benden bile daha güçlü...

1701

(19 ŞUBAT ÇARŞAMBA)

Gogol'ün tüm müsveddelerini yaktığı delikteyim-kalemimden korkuyorum.

1700

(18 ŞUBAT SALI)

Haksızlık ettiğini bir gün fark edecek ve başkalarının iğrençliğini normalleştirmek için benim hatalarımı olduğundan daha kötü göstermeye çalıştığın için pişman olup enden özür dileyeceksin.
Ben kaktüs gibiyimdir, hamam böceği gibi... Göreceksin hepsini gömeceğim, hepsine dayanacağım ve sonunda bütün bu hayaletler geberip gittiğinde, sen her zaman olduğu gibi benim haklı çıktığımı teslim ettiğinde, ayakta kalacağım!

18 Şubat 2014 Salı

1699

(17 ŞUBAT PAZARTESİ)

Analog makine gibi bir şey hayat işte:

Ne güzel kareler çekiyorum derken bir de bakarsın film yanmış; yahut doğru takılmamış... Negatifi tab ettirince artık "eski sevgilin" olan adamla daha geçen ay çekilen yanak yanağa fotoğraflarındaki uzak mutluluğu görebilirsin...

17 Şubat 2014 Pazartesi

1698

(16 ŞUBAT PAZAR)

Canım İstanbul; arka sokaklarını keşfetmeyi sevenlere, tekinsiz merdivenlere tırmanmaktan korkmayanlara ne kıyaklar çekiyor!

Bu pazar sabahın biraz geçinde, hala gözlerimizle ellerimiz yatak keyfi mahmuru, Galata labirentlerinde kış güneşine karşı dolanmaya başladık. Galata'da bana öyle geliyor ki; her gittiğimde yeni sokaklar ürüyor, başka başka ama hep birbirine benzeyen mekanlar açılıyor...

Yokuşları tırmanırken acıktığımızı iyice hissetmeye başlamıştık, ilk denediğimiz yer hani şu "konsept cafe"lerden biriydi; turist ve yerli hispter mekanı gibi göründüğünğü fark edince hemen terk ettik. Aslında başka sefer bir kahvelik mola verilebilir hani, ama doyurucu bir pazar kahvaltısını o alçak masalarda o kibarlıkla edemezdik. Az ileride Aheste diye bir yerin önünden geçerken içeride sahanda bir şeyler yediklerini görüp bir şans verelim dedik. Sahan varsa güzeldir.

Menünün İngilizce olması, otlu İran omletinden British scone'lara uzanan tuhaf bir füzyon Dünya mutfağına yer vermesi filan başta bir parça ürkütmedi değil. Fiyatlar yüksek ve seçenekler hemen hiç tanıdık değil gibi geldi ama aralarında en yakın hissettiğimiz Alaçatı kahvaltısını sipariş verdik. Önümüzdeki masa yetişmeyince yanımıza minik sehpa çekip hepsinin üzerini legovari dikdörtgenli yuvarlaklı tabaklarla sanatsal bir kompozisyon oluşturacak şekilde donattılar. Kuşkusuz şimdiye dek denediğimiz en sanatsal kahvaltı masası.
Taptaze peynirler ve organik olduğu her halinden belli mini minnacık yeşil zeytinlerin yanına fesleğenli domateslerle gerçekten Alaçatı rüzgarı estiriyordu estirmesine ama; bu masa çok daha fazlası vardı: çırpılmış krema üzerinde küp doğranmış taze meyveler, tahin&pekmez, bal&kaymak, kireçte ceviz reçeli, Girit ezmesi, soka... Ve içeriğini çözemediğim fakat inanılmaz lezzetli gelen bir kaç şey daha. Evet; resmen ne yediğimi anlayamadığım bir şeyler yedim!
Beyaz katı bir cins köpüğü andıran o en tuhaf şey; ki ben Kos helvanın içindeki yapışkana benzetmiştim, meğer Zile pekmeziymiş. Üzümden ne şekilde yapıldığına hala akıl erdiremediğim bu yöresel nostaljik güzellik, pekmezden ziyade ballı kağıt helva tadındaydı bana göre. Boşnakların iyi tanıdığı kesik sütlü biber turşusu soka da bir Arnavut olarak hoşuma gitti, Girit ezmesini kendim de güzel yapıyorsam da; bunu yerken önce tatlı gelen, ardından ekşi ve en son boğazı hafif yakan acı tadını veren gizemli baharatına gerçekten bayıldım. Krema ile çırpılmış yoğurt olduğundan şüphelendiğim, üstünde ince kıyılmış kireçte turunç reçeli bulunan tabak da ferahlatıcı geldi. Ağzına attığın anda limon aromasıyla dolduran limonlu tereyağı(?) da enteresan bir dokunuş olmuş, azıcık getirdikleri keskin muz ezmesi de öyle. O kadar çok acayip ama nefis tabak vardı ki, hangisine saldıracağımızı şaşırdık resmen!

"Şimdiye kadar yediğimiz ilk 3 kahvaltı arasına koyarım." dedi erkek arkadaşım- ki İstanbul'un kahvaltı mekanları biz ayrılınca iflas eder denilebilir. Bu arada kendisinin tahammül etmesi zor bir "her şeyi bilen adam" olduğunu, elbette bu Zile pekmezi denen beyaz köpüğü de bildiğini ekleyeyim.

Aklımızı alan ve Alaçatı'nın çok ötesine taşan "kahvaltı deneyimi"nin ardından bolca yürüdük. Neredeyse benim Mimar Sinan'a girmemle tadilata girip kapanan ve İstanbul'un ayıbı haline gelen Resim Heykel Müzesi; bu cumartesi itibariyle 2 salonunu ziyarete açmayı başarabilmiş olduğundan, şöyle bir bakmak aklımdaydı. Osmanlı resim arşivinin bir tutamlık parçasını hemencecik gezip çıktık- müze konusunda ne düşüneceğimi pek bilemedim açıkçası; bitince yeniden görmek lazım.

"Kahve içsek mi...?" derken Karaköy kahvelerini gezerek Beyoğlu'na çıkıp bira içmeye karar verdik- zira Güneş açmıştı. Tabi "Tünel'de yeni bir butik açılmış", "Robinson'dan kitap alalım mı?", "Hani şu istediğim gözlüklerden deneyelim mi?", "Hayvanlara işkence kabahat değil suç sayılsın diye imza atalım mı?" diye diye birkaç durakta ara verdik biradan evvel. Tanıdık bir mekanda ikişer soğuk bira içerken birbirimize sarılacak biraz daha vakit kazandık...

Festivalden bilet aldığım filmin seansı yaklaşırken ikimizin de uykusu gelmişti bile; yerlerimize kurulup "Atlar ve İnsanlar"ın bize gösterdiği atlarla insanlar arasındaki komik vukuatları seyre daldık...

Bunları bir güne sığdırdığımız şehir İstanbul'dan başka neresi olabilirdi?
Hep söylerim: tahinli çöreği, kos helvası, bir de cezeryesi olmayan memlekette yaşayamam!
(Edit: Zile pekmezi eklendi.)

16 Şubat 2014 Pazar

1697

(15 ŞUBAT CUMARTESİ)

Biblio-libido

Arada sırada bana kitaplar alan bir sevgilim olması ne güzel!
Cemal Süreya çıkarıverir bir otobüs yolculuğunda paketinden, bana ilk Selim İleri'mi alır bir pazar Beyoğlu gezisinden dönerken, Yalom'u Almanca okuyabileceğime güvenerek Klimt kapaklı güzel bir cep versiyonunu ödünç verir Schopenhauer Kur'ün...
Ben de ona Paul Auster otobiyografisi alırım, Sait Faik'e hep benzettiğim Gogol'ün müthiş hikayelerinden bir derleme alırım, belki Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün esprili kapak tasarımı olan yepyeni baskısından bir tane hediye ederim, yahut hep bu günlerde karşımıza çıkmakta olan Ahmet Hamdi'nin Narmanlı Han'da yarattığı harikasını; Almanca'ya Seelenfriede olarak çevrilen Huzur'u götürüp sürpriz yapabilirim...

15 Şubat 2014 Cumartesi

1696

(14 ŞUBAT CUMA)

Bir çokları için çıldırasıya hediye aramalı, mantıksızcasına gerginlikli bu manasız "sevgililer günü", ikimiz için hoşsohbet bir meyhane akşamına dönüştü.
Moda Meyhanesi'nin çiçekli porselen minik tabaklarda sunduğu tek tük mezelerinden bir haydari ile bir Girit ezme, rakımızın yanına getirdikleri beyaz leblebiye arkadaş oldu. Tam da ayarında arkadan çalan yumuşacık sanat musikisi, sohbetimizin önüne geçmeden efkarımızın altına kareli masa örtüsü gibi serildi. Kalabalığın içinde yan masadakilerin ortasına oturmuşsun hissi veren popüler rakı-balık-fasıl mekanlarının çingeneli kırmızı gül hengamesinden uzakta, sessizlikte birlikteydik. Bir küçük çok da güzel yetti bize; ne bir damlası ziyan edildi, ne bir tek daha atsaydık dedirtti... Sonunda yağmur da yağdı; yağmur sesini özlediğimizden midir bilmem- pek güzel akşamdı!

14 Şubat 2014 Cuma

1695

(13 ŞUBAT PERŞEMBE)

"İkinci Yeniliyim ben abi!" diyeceğim soranlara nereli olduğumu,
Cemal'in sokağından, Edip'in mahallesinden, Turgut'un yöresinden...

Buralı olmak nedir, duyanlara sesleniyor Edip:

MENDİLİMDE KAN SESLERİ

Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.




Edip CANSEVER

12 Şubat 2014 Çarşamba

10 Şubat 2014 Pazartesi

1692

Kısacık boyuna bakmadan bir sürü sipariş ve 3 festival filmini şimdiden içine sığdıran Şubat; bakalım daha ne sürprizler saklıyor?
Muhtemelen birkaç pazar kahvaltısı, hava böyle giderse birkaç sahil yürüyüşü, pek çok öpücük ve yeni bir Cemal Süreya şiir kitabı, bir de şüphesiz; keşfedilecek İstanbul sokakları...
Haydi bakalım!

9 Şubat 2014 Pazar

1691

Bu sabah Güneş'e dayanamayıp çıkalım dedik, biraz Boğaz havası alalım.
Bastık arabaya gittik Beykoz'a kadar, Çengelköy'de börek molası verdik, Göksu'da sade kahve söyledik, Kuleli'de köfte yedik.
3 nesil; anneanne-anne-torun, kah taze fasulyenin ne kadar yağ kaldırdığından, kah yan masada yüksek sesli konuşan çocuktan bahsettik.
Komik ama; ben analog makinemle, anneannem dijital makinesiyle bir iki fotoğraf çektik.
Hava bozup rüzgar iyiden iyiye üşütmeye başladığında, anneannem büyük merakla boğazdan geçen tankerleri seyrediyor ve Çanakkale günlerini özlüyordu.
Dar yokuşlu mahallelerin çok yaratıcı sloganlar bulan muhtar adaylarını tanıyarak ve Beykoz ile Üsküdar Belediye Başkan Adaylarını ezberleyerek geri döndük. Eve girerken yağmur başladı...

1690

(08 ŞUBAT CUMARTESİ)

Biz hafta sonları erken uyanırsak, döner bir daha uyuruz
Evde kahvaltılık kalmamışsa yataktan kalkmaz, az daha uyuruz
Birbirimizin kokusunu özlemişsek; bir posta sevişir sonra gene uyuruz
Şanslıysak yağmur başlar, dinleyerek uyuruz
Hava soğuksa sarılır, sıcaksa terleyerek uyuruz
Biz kışları yazlardan daha serin, baharları yazlardan daha derin uyuruz
Çarşaflar ıslanmışsa kanepeye sığar, sıkışır uyuruz
Uyumaktan yorulunca hemen kalkmayız da-biraz öpüşür yine uyuruz

1689

(07 ŞUBAT CUMA)

Son haftanın günlükleri hep parantez içi tarihlerle başlıyor, çünkü tahmin edeceğiniz üzere hızlı yaşıyorum ve yazmaya vaktim olmuyor.

Bu cuma gününü de biraz dinlenmeye, öğleden sonra kendimi bakıma almaya ve akşamüstü arkadaşların atölyesine uğrayıp bir saat sohbet etmeye ayırdım. Tazelenmiş hissederek evden çıktım, Moda'nın sakin bir arka sokağındaki yağlı boya kokan atölyede bir kadeh sıcak şarap tattım.

Vapura koşarak yetiştim, beklettiğim için biraz bozulan erkek arkadaşımı Galatasaray'daki cafe'den alıp geçen hafta keşfettiğimiz şarap butiğine götürdüm. Bizden önce gidip masa kapan arkadaşımıza katıldık ve bir şişe şarap seçtik. Konuşa konuşa haftanın stresini unuttuk, şarapla hafif mayıştık...

Kalkınca, eve gitmeden bir yere daha uğrayalım dedik ve Pendor'da birer bira söyledik. Ama geceler buz gibi, bira da soğuk olunca fazla durmadık. Erkek arkadaşım ertesi gün bana "Aslında senin bu huyunu seviyorum." dedi, "Her seferinde oturduğumuz yerden kalkınca hemen eve gitmeyip bir yere daha uğramak istiyorsun. Sanki hayattan bir para daha çalalım demek gibi geliyor bana bu, biraz daha alalım..."

Hayattan bir öpücük daha çaldık!

1688

(06 ŞUBAT PERŞEMBE)

Dün akşam mezuniyetimden sonra ilk defa okula uğrayıp Tekstil bölümünün 75.yılı sebebiyle düzenlenen "Geçmişin Tanıkları" isimli retrospektif sergide mezunların işleri arasında kendi diploma projemi de görünce çok mutlu oldum. Yıllardır görmediğim ve nasıl olduklarını biraz merak ettiğim hocalarımı gördüğümde daha da memnun oldum; hayran olduğum bu cesur insanların yakınında olmak bile bana çok iyi geldi. Dünyanın güzel bir yer olduğunu ve neden buralı olduğumu bir daha hatırlamış oldum.

Çıkışta eski bir arkadaşla Karaköy civarında birer kadeh şarap eşliğinde sektörel dedikodular da cabası...

1687

(05 ŞUBAT ÇARŞAMBA)

Lise yıllarında, ben daha ben bile değil iken; bir yaz sabahı kalktım çıktım okula gittim. Bir cesaret kapısından girdim.


Heykelleri takip ederek yukarı kıvrılan uzun merdivenleri çıktım ve nerede olduğumu bilmeden resim bölüm başkanlığına vardım. İçeride boş oturan iki kişi vardı; girdim selam verdim: "Ben bu okula gireceğim de, önceden bir bakayım dedim"

Duraksadılar, yüzüme baktılar, sonra yavaştan gülümsemeye başladılar. Yanımda çizimlerimi götürmüştüm, çıkardım önlerine serdim. Birbirlerine bakıp gülümsediler. Uzun boylu, kır saçlarını at kuyruğu toplamış olan "Sen kesin buraya girersin." dedi.

Sonradan öğrendim ki; okulda tanıştığım ilk kişi İrfan Okan'mış. Adını sanını sormayı akıl edemeyecek kadar heyecanlıydım. O zamanlar resim bölüm başkan yardımcısı İrfan hoca, birkaç yıl sonra litografi dersini aldığım sırada, Dante Gabrielle Rossetti'nin bir resmini çalıştığımı görünce: "Biz yalnız kendimizden bir iz bulduğumuz yüzlere güzel deriz." diyecekti.

Henüz birkaç ay sonra tahmininin doğru çıktığını öğrendiğimde; kapıda asılı listeler önünde bekleyen kalabalıktan biriydim. Adımı 20 kişilik listede görünce sıyrılıp dışarı attım kendimi, Fındıklı sahilinde yürüdüm. Tarih 15 Eylül'dü; babamın ölüm yıl dönümü.

Ara sıra bir şeyler çizmekten keyif aldığını hatırladığım, erken kaybettiği babasının yerine ailesine bakma sorumluluğunu alarak Mimar Sinan'a girme hayalinden kendi kendine vazgeçmiş ve işte hemen okulun karşısındaki bankada yıllarca çalışmış babamın 11. ölüm yıl dönümü...

Bankanın yanından geçerken içeri şöyle bir gülümsedim.

***

Okula girmek ne kadar zor görünse de; çıkmak daha zorlu olacaktı.

Kaybolacak gibi oldum başta koridorlarında; yan yana asma katlara tırmanan merdivenlerin teki sekreterliğe çıkıyordu, diğeri atölyelere ve hep karıştırıyordum. Çatı atölyesine çıkayım derken grafik bölümünün kapısında buluyordum kendimi. "Bu okul" diyordum, "adamı kayıp eder."


İlk pazartesinin ilk dersini çok iyi hatırlıyorum: Çizim anlatım yöntemleri I, hocası Betül Atlı. Önümüze bir dal lilyum koydu, başladık çizmeye.

Karalaya saçmalaya, ortaya utanç verici bir lilyum çıkardım, hala saklarım. Hoca masalar arasında dolaşırken hepimizi eleştirdi; güzel sanatlar fakültesine hazırlık kurslarında öğrendiklerimizi toptan unutmamızı salık verdi. Tekstilde araştırma çizgisi makbul sayılmıyordu; derinlik vurgusunu tek çizgide vermemiz gerekliydi. Sandalyemde şöyle bir doğruldum, son derece gergin, yeni bir lilyuma başladım.

Birkaç dakika içinde hoca yanıma geldi, aldı kağıdı önümden, kaldırıp gösterdi.

"Şimdi bunu sen benim eleştirimi dinledikten sonra mı çizdin?" diye sordu. Yemin ediyorum korktum.

"Söylediğim her şeyi anlamışsın. Beş dakika öncesinden buraya bu kadar gelişmen, hayret doğrusu!" Rahat bir nefes aldım. Bundan böyle en sevdiğim ders, eskiden hiç beceremediğim sulu boya tekniğini kullandığımız Betül Hoca'nın dersleri oldu.

***

İlk seneyi ortak derslerde hafif başıboş geçirdikten sonra bölüm dersleri almaya başlayınca bir nebze başımıza sardığımız belanın farkına vardık.

Artık mesela; doğadan bulduğumuz amorf yapıda bir objeye büyüteçle bakarak görebildiğimiz her detayı 3H kalemle resmetmemiz bekleniyordu. "Bakınca fotoğraf mı, çizim mi anlaşılmayacak." şeklinde tarif etmişti İsmet Hoca.

İkinci derste hepimiz aptal gibi okul bahçesinden aynı turuncu toplu çalıdan koparıp karıncalı böcekli halde sınıfa getirdiğimizde, epey sağlam bir azar yedik. Yarım günlük ders boyunca hoca karşımızda sessiz oturup yüzümüze dik dik bakma cezası vermişti.

Ertesi hafta boyunca parklardan, bahçelerden, yol kenarlarından türlü bitkiler kopardım. Sonunda dayım bana patlayıp saçılmış gibi duran bir çeşit meşe palamudu bulup getirdi. Ben o meşe palamudunu 1 değil 3 defa çizdim. İlkine "yaprakları bu kadar hassasken dalı neden odun gibi?!" demişti hoca, ikincisine "bir kere daha çizsen daha iyi yapabilirsin." Üçüncüsünde tutturdum; sınıfta beğenilen tek tük kağıttan biri benimkiydi. Rahatlamanın keyfi içinde o akşam fotoğraf bölümünde düzenlenen yılbaşı partisine gitmeye karar verdim. Eğlenmek herkesten çok benim uykusuz gözlerimin hakkıydı!

Partide tanımadığım biri yanıma yaklaşıp, "Seni neden yalnız bırakıyor bu aptal öğrencilerim?" diye sorunca birden irkildim. Sonradan sohbetini çok seveceğim bu komik adam fotoğraf bölüm başkanı ve Resim Heykel Müzesi eski müdürü Tunç Tüfekçi imiş. Bana "Herkesin gözünden kaçan, kenarda kalan güzellikleri çekmeyi severim." demişti. "Mesela soyulmuş bir duvar köşesi, yahut yosun tutmuş bir ağaç kavuğu..."

Velhasıl; parti eğlenceli geçti. Gece yarısı eve dönmek için toparlanırken, içinde 3. meşe palamudu çizimim duran dosyamın yerinde olmadığını fark ettim. Arkadaşlar seferber oldu epey arayıp taradık, kimsenin haberi yok gibiydi ve zaten herkes biraz sarhoştu. "Acaba yanlışlıkla etrafı temizleyenler çöpe mi attı?" diye düşünüp çöpleri bile karıştırdık- yok! Ben hep derim; "Bu okul, adamı sarhoş eder."

Teslimine 2 hafta vardı. Yemin ediyorum ağladım.

Ertesi gün kızarmış gözlerle İsmet hocanın karşısına çıkıp tüm cesaretimi topladım ve "Ben dosyamı kaybettim." dedim. "Aylardır üzerinde çalıştığımı biliyorsunuz ve son derste desenimi beğenmiştiniz..." Hoca "Olur böyle şeyler." dedi, "2 hafta içinde yine yaparsın."

Ben onu 2 ayda çizmiştim.

***

Aralarda rıhtıma çıkmak dünya değiştirmekle eş değerdi inanın; kafamız hep dağınıktı, İstanbul da bize uyar rüzgarlı olurdu.

Rüzgara verirdik içimizi sıkan diyagonel soter desen teksirlerini, bir türlü aksları tutmayan çini mürekkebi renk ayrımlarını, üstesinden gelemediğimiz guaj renk skalalarını, 1 dolu 3 boş dimi örgülerinin kumaş yapı bilgilerini biz hep rıhtımdan denize attık.

İstanbul; gün geçtikçe daha bir cisimleşiyor, aramızdan biri gibi oluyordu, yahut nasıl desem- hepimizin gördüğü ama hiç birimizin dokunamadığı bir hayalet...

Baskı tasarımı 4 dersinde İstanbul temalı döşemelik desen koleksiyonu çıkarmamız gerekiyordu. Haftalarca buralı şairleri okudum, sokaklara girip kayboldum, meyhanelerde fotoğraflar çektim, çaycılarda laklak eden insanlara baktım, simit kağıdına notlar aldım, vapurlara bindim ve Galata Köprüsü'nde balık tutanlardan perdelik kumaş tasarlamaya çalıştım. Yemin ediyorum deli çıkacaktım.

Her gün uyandığımız ve utanmadan kaldırımlarına tükürdüğümüz bu şehir, anlatılacak ne hikayeler saklıyordu?

İlk derslerde hiçbirimizden işe yarar bir desen çıkmayınca Zeki hoca bize epey bir ayar verdi. "Düşünmüyorsunuz!" dedi, "İstanbul'u anlatmak için sembolik yapılarını çizmek en kolayı- bana köprüyü, camili silueti, Galata Kulesi'ni, Kız Kulesi'ni çizmeden bu şehri anlatın. Mesela İstanbul sizce ne renk?"

Sahi- İstanbul ne renk olabilirdi? Birileri mavi buldu onu; denizi boldu, birileri turkuaz sandı, zümrüt yeşili diyen de vardı, fakat hiçbirimiz eflatunu yakıştıramamıştık. Oysa; "erguvanlar açarken purpur kumaşlara sarılı doğan Konstantin"in kurduğu şehirdi burası. Onu süslemek uğruna pek çok şehri talan eden Konstantin'in asaletinin simgesi mor olabilirdi ancak İstanbul.

Üç Hür-el'in davulcusu, eski hippilerden Haldun hocanın dersinde gezdiğimiz İstanbul, gizli hikayelerine kulak verince daha bir güzelleşiyordu.

O gezilerde birden farkına vardım: bin yıllarca üstü üste birikmiş dev bir yığıntıdan başka neydi İstanbul? Öyle ki; ortadan kessen dünyanın merkezine kadar katman katman görebilirdin pasta gibi tarihi, yaşanmışlıkları...

Romalılar, Ermeniler, Grekler, Türkler, Osmanlılar, Cenevizliler, Latin istilacılar, Süryaniler, Araplar ve daha nice 72 millet bin yıllardır türlü isim takmıştı bu şehre- bu isimler de üst üste binip kümelenmiş, birbirine karışmıştı. Bundan bir şeyler çıkarmaya karar verdim.

Dönemin sonunda benim koleksiyonumdan bir desen seçildi ve basıldı.

***

İstanbul'un labirentlerine dalmadan önce son durak; rıhtımda bir saatlik sessizliğin tadını çıkarmak... Şarkı söylemek serbest, küfür serbest, kahkaha serbest...

Bu okul; neysen, ne olmak niyetindeysen onu çıkarır karşına- adamı adam eder.



Önceki OKUL yazımı okumak için: http://ariadnevademecum.blogspot.com.tr/2012/03/okul.html