30 Eylül 2013 Pazartesi

1558

(29 EYLÜL PAZAR)

Bazen bir lanet çökelir de o gün bir türlü "olmaz" ya...

Gittikçe daha sıkıcı daha iç karartıcı olmaya başlamıştı bu gün, sabahtan beri.
Adını koyamadığım bir huzursuzluk, bir odaklanamama hali, bir tuhaf isteksizlik, her hareketimi yavaşlatan acayip bir tereddüt içindeydim...
Neyse ki öğlen vakti bu sıkıntılı güne son verip çıktık; ben eve geçtim ve sinir bozucu gerçekliğimden uzaklaşayım diye uzun uzun gazete okudum. Bir ara uykuya daldım, dinlenmiş uyandım; yenilenmiş ve umut rezervlerini doldurmuş...

Annemle alışverişe çıkmak işte tam da böyle günler için; basit, fazla kafa yordurmayan ve eğlenceli bir aktivite!
Dayıma hediye almaksa beni sevindiren, bir çeşit borç ödeme...

Taze bir sabaha hazırım, daha uyanık; hayatımdaki her şeyi severek, kabullenerek, tadını çıkaracak şeyler bularak...

1557

(28 EYLÜL CUMARTESİ)

Evde kendime vakit ayırmayı ne çok özlemişim! Ve evet; bunu evde çalışan biri söylüyor!
Tuhaf ama evde çalışsam da, kendi işim benim o kadar zamanımı alıyor ki epeydir şöyle dolabımı toplamaya, kıyafetlerimi elemeye, ne bileyim yeni bir grup keşfedip müzik dinlemeye fırsatım olmamıştı. Akşamları çok yorgun olmazsam yatmadan evvel kitap okuyabiliyorum sadece.

Bu cumartesi beni geren haberlerden uzak kalmaya ve maillerimi kontrol etmemeye karar verdim.
Filmekiminde gösterilecek filmlere tek tek göz atıp aralarından bir kaçının altınız çizmek, birkaç yeni şarkı açıp fonda dinlemek, bienal üzerine bir iki yazı okumak ve okumayı istediğim kitapları unutmadan bir deftere not düşmek beni pek mutlu etti!
Tırnaklarıma oje sürmek, ayaklarıma bakım yapmak ve dinlenmek...

Akşam Kadıköy'de bir iki bira içip erkek arkadaşımla sohbet etmek için keyfim yerinde, dinlenmiş ve hastalığın izlerini silmiş vaziyette dışarı çıktım, uzun zaman sonra makyaj bile yaptım.

28 Eylül 2013 Cumartesi

1556

(27 EYLÜL CUMA)

Biraz lanet bir güne benziyordu başlangıçta; habire beli tutulan annenin siniri, çok beklediği işe kabul edilmeyen arkadaşın üzüntüsü, bir türlü ulaşamayan kargonun gerginliği, son güzel havaları hastalıkla kaçırıyor olmamın sıkıntısı...

Yine de can sıkıcı başlayan bu günü, sevimli bitirdim: tatlı bir pastacıya gelin ayakkabısı boyayarak ısındım.

Tatlı yesinler tatlı tatlı geçinsinler;)

1555

(26 EYLÜL PERŞEMBE)

Sonbahar Rapsodisi

Kışlıkları şöyle bir gözden geçirip, yavaştan yazlıkları kaldırırken, bir takım kıyafet için "önümüzdeki günlerde acaba giyilir mi?" diye düşünmek...
Sabun kokan çekmecelerin pembe pötikareli örtülerini alıp silerken, dışarıdaki Güneş'e inat tiftik, angora kazakları katlamak...
Bir günü boşa çıkarıp mesela, yağmurlu kasvetli bir gün olsa, hiç bilgisayarı açmadan kitap okuyarak ve Yeşilçam seyrederek geçirme hayaller kurmak: Her akşam üç meze bir salata koyup mütevazi sofrasına, batan Güneş'e karşı İstanbul çatılarına bakaraktan iki tek atan, efkarlanıp da bir türkü tutturan, incecik bıyıklı Sadri'yle içlenmek mesela...
Hasta olacakmışım hissine kapılmak, tam hasta değilken henüz boğazımda bir kuruluk, bir acayip huzursuzluk duyarak limonlu ıhlamurlar, ada çayları yudumlamak ve sakinleşmek...

Baylar bayanlar-açın kulakları! Yumun gözleri, çekin nefesleri!
Zira; sonbahar geldi.

26 Eylül 2013 Perşembe

1554

(25 EYLÜL ÇARŞAMBA)


Hepimizin hayalini kurduğu harika hayat: sizi taparcasına seven köpekler, canınıza okuyan kediler, kırmızı şirin bir karavan ve aşk şarkıları söylemek için kıpkırmızı bir gitar!

25 Eylül 2013 Çarşamba

1553

(24 EYLÜL SALI)

KUŞ

Kendine acıyan biri gibi görünmek istemem, ama uğradığım tüm haksızlıklar boğazımda düğümlenmişti sanki bu sabah.
Güneş yeni doğmuştu da belli olmuyordu pek, kapalıydı hava, yatağımdaydım ve canım acıyordu.
Beni en çok kıran sen oldun, diyorum hep; çünkü öyle, fakat ne yazık ki senin hayatındaki rekoru ben kıramayacağım!
O güzel aklın, diyorsun sık sık benle konuşurken, aklıma hitap ediyorsun, neden hala yaşadıklarımızı geride bırakmıyor?
Sinirlenmeye başlıyorsun o arada, neden hala taşıyorum diye sorarken ve eklerken: hoşuma mı gidiyor acaba bana borçlu kalman?
Bu hiç bir zaman bir ego savaşı olmadı; hem kimsenin de hoşlanacağı bir şey olduğunu sanmam birine borçlu kalmanın yahut birinden alacaklı olmanın.
Yaptığım onca şeye rağmen birine, bu dünya üzerinde yalnız bir tek kişiye çok borçlu hissediyorum ve senden ise; yaptığın onca şeye rağmen hala alacaklı!
Bu ikisi inan ki; içimde sızlayan, kıvrandıran ama belli etmediğim birer yara, ara ara kendini unutturan...
Ama bir hatırladım mı; her şey yalan dolan! Herkes gibi gamsız olamayacağımı ve bütün acıları, haksızlıkları görüp kahrolayım diye dünyaya geldiğimi filan sanıyorum. Kimse bundan hoşlanmaz,demek sen bunu bilmiyorsun.
Sen anlam veremiyorsun; nasıl oluyor da birlikte mutlu görünürken ertesi gün değişiyorum, sana öfkeli bir mesaj yazabiliyorum?
Anlayamadığın şu; ben senle mutluyken bile o öfkeyi, küllenmiş ama sönmemiş öfkeyi kaybedilen birinin fotoğrafına bakar gibi anımsıyorum, söylediğin güzel sözlerde bile bazen içime bir kor düşüyor da senin hiç haberin olmadan ben belli belirsiz dudaklarımı büzerek gülümsüyorum, kendimi sıkıyorum.
Sımsıkı sıkıyorum, taş gibi sert ve yanmaz oluncaya dek içimi sıkıyorum.
Sonra yeniden gülmeye, konuşmaya, etrafa bakmaya ve yaşamaya başlıyorum, hemencecik, sanki gamsızmışım gibi!
Bazı günler kutsal bir hafıza kaybı yaşıyorum, kendim bile inanıyorum mutlu olduğuma.
Bana gerçekten çok ağır haksızlık ettiğine inanıyorum, bu bir yerde hep duruyor.
Bir yandan da sana eskiden saf bir nefret hissederken, suratını dağıtmayı arzularken bugün bir şefkat duyabiliyorum. Bu da hep duruyor.
Yaptıklarının bir çoğunu belki benim bile, başka koşullarda düşebileceğim hatalar olarak görmeyi başardım- yine de; bu kadar çok hata yapan birine artık tanıştığımız ilk günlerdeki kadar saygı duyamıyorum. Hayranlık duyamıyorum.
Oysa ben sana hayran olmuştum tanıdığımda.
Bu affetme sürecinde; kendimce üstesinden en zor geldiğim engel de bu oldu zaten: affederim elbet bir gün, ama affettiğim bu adamı artık sevebilir miyim?
Affetmek bir büyüklük; affetmeye karar verdiğin insandan sen büyüksün aslında, halbuki çok takdir ettiğim bir arkadaşımın bana birkaç yıl evvel yazdığı gibi:
"Aşk, asimetriktir."
Sana aşık olma şansım kalmadığına göre, seni sevebilecek miydim? Arkadaşım olarak değil ama, yakınımdaki biri, içime sokacağım biri olarak yani seni kabullenebilecek miydim?
Beni en çok zorlayan; mesela başkalarından fazlasıyla kolayca etkilendiğini gördüğüm senin, bir başka kadını beğenmeni kıskanmak değildi; sen burayı kaçırıyorsun işte: beni en çok zorlayan, bana bu ilişkide tat vermeyen, heyecansız bırakan; bu kadar kolay elde edilebilen bir adamın benimle olması beni mutlu edecek miydi?
Anlıyor musun?
Sen benden o kadar çok şey alıp götürdün ki; tahmin ettiğini sanmıyorum. Şimdi zaman zaman ortaya benim hala acı çektiğim, hala bir şeylerin üstesinden gelmeye çalışırken ağladığım çıkınca görüyorsun yaranın derinliğini ve korkuyorsun. Oysa ben başından beri bu yara ile baş başayım. Bu korkuyla ben tek başımayım.
Sen sıkılınca terk edip gidebilirsin, ama ben hep onunlayım.
Belki kıyas doğru değil, ama şunu unutma ki; senin travman ne kadar derinse, benimki de kendi hayat ölçüme göre o kadar derin.
Ben de hazmedemiyorum, ben de hak etmediğimi düşünüyorum, ben de gereken tepkiyi veremediğim için pişmanım ve ben de bundan sonra hayata bakışımın, insanlara ve ilişkilere inancımın asla eskisi gibi olamayacağını biliyorum.
Şimdi bu son cümleyi tekrar oku ve kendin bende bir daha konumlandır lütfen: ne görüyorsun? Nasıl görüyorsun kendini?
Ateşkes yapılmış bir düşman? Hayal kırıklığına uğratmış bir sevgili? Asla kapanmayacak bir hesap?
Seni, lekesiz sevebilmeyi ne çok isterdim!
Geçen pazar kahvaltımızda bana suratında hiç hazzetmediğim bir bıkkınlık ifadesiyle "Ne kadar gereksiz..." gibi laflar gevelediğin olaylar silsilesi boyunca, sen de yıprandın elbette; sana güvenebilecek çok değerli bir kadının güvenini kaybettin.
Ben; hem sana hem kendime güvenimi kaybettim; öyle ki 26 yaşımda ilk defa sadece o zamanlarda, kendimi değersiz, çirkin, aptal, uyumsuz, yeteneksiz ve zavallı görüyordum.
Sen, bilmeyerek söylediklerinle, sana gereksiz gelen tepkilerimi tetiklemekle kalmadın; o tartışmalar, ağlamalar içimde açtığın uçurumun kenarından bakmak gibi bir şeydi-uçurumun kendisini sen hiç görmedin.
Bir iki gece, bir iki gün var hiç aklımdan çıkmayacak.
Ölümü çok sevdiğim, çok istediğim, yıllardır görmediğim sevgilim gibi hasretle beklediğim bir iki gün ve gecem oldu.
Çocukluğumdan beri ilk defa, hiçbir yaratıcıya inanmasam da dua ettim; ölmek için.
Neyse ki; bir tanrı gerçekten yok.
Ve neyse ki; benim kanatlarım var!
Bugün bir daha o dibe düşmeyeceğime inanıyorum, inandığım için de kenarından bakabiliyorum aşağıya, karanlığa.
Hala ürpertici, derinliği, dipsizliği...
Şimdi daha güçlüyüm evet, daha sert değil daha esneğim; kırılmaktan yorulduğum için esnemeye karar verdim.
Bazı mevzularda adalet aranmaz demiştim sana, bir de örnek vermiştim: biri çocuğunu öldürse sen de onunkini öldürmeden onu affedemezsin, diye.
Sen benim çocuğumu öldürmedin ya, yine de yakın sayılır: içimdeki pırpır küçücük kuşu ezdin.
Her dem heyecanlı, her şeye rağmen yine de yeniden başlamaya hevesli, zayıf belki ama ölü değil kesinlikle; kıpır kıpır bir kuş vardı içimde, senle tanıştığımız günlerde.
Ben o kuşu bir caninin kafesinden kurtarmıştım, biliyor musun?
Tam diyecektim sana; aman dikkat et çok değerlidir o küçük kuş, neler gördü geçirdi de hala kırılmadı kanatları diyecektim ki...
Çat! Ezdin.
En çok o kuş bir daha uçamayacak diye düşündüm ağlarken. En fazla inandığımda onun uçmayacağına, ölmeyi istedim.
Ben rüyalarımda çocukluğumdan beri hep bir kuş görürüm; o kuş benmişim gibi görürüm ama; kendime dışarıdan bakar gibi...
Kuş hep kaçacak gibi yapar, açık kalmış pencereden veya kapılardan çıkar, şöyle bir dolanıp gökyüzünde gene bana döner. Gülümser.
Gülümser gibidir kuşun yüzü ve ben onu kaybettim sanarken ölümden korkar gibi korkarım, rüyalarımda, ama hep bana geri döner.
Benim uğurumdur bu kuş, çocukluğumdan beri beni ziyaret eder ve kaçmayıp geri geldiği zaman her şeyin güzel olacağını söyler.
Tesadüf olmasa gerek; bana telafi etmek ister gibi gittiğin yerden, uçurumun diplerindeyken ben henüz, bir küçük kuş getirmen.
Yani bana, farkında olmadan neredeyse öldürecek kadar yaraladığın kuşumu geri getirdin.
Lisede bilek içlerime yazılar yazar, kelebekler çizerdim; yalnız kalmamak için.
Cebimde bir fotoğraf yahut bir kitap taşırdım, yanımda olsunlar diye.
Artık bir kuş taşıyorum boynumda, geldiğim her yere gelmek isteyen, koynumda yatan ve hep ama hep kaşlarını çatan.

Son cümlede gülümsettim, değil mi?
































23 Eylül 2013 Pazartesi

1552

Daha kış gelmeden, hatta dışarıda mükemmel bir hava bizi sokağa çağırmakta iken, bence çok yersiz ve gereksiz biçimde sezonun ilk hastalığına yakalandığımı kabul ediyorum bugün ve şimdi Nurofenli, pastilli, saat başı limonlu yeşil çaylı saatlerime başlıyorum...

1551

(22 EYLÜL PAZAR)

Önceki geceye göre dinlenmiş uyandığıma sevindim; zira ayaklarım zonkluyor ve varlığını unuttuğum bütün eklemlerim tek tek ağrıyordu uykuya dalarken. Deli gibi bir titreme tutmuştu; ateşim var gibi hissediyordum, neyse ki sen sarılınca sıcacık oluverdim örtünün altında.

Rahatsız gecenin sabahı beklediğimden güzeldi, dinçti ve biz yataktayken yağmurun bastırdığı anı gülümseyerek hatırlıyorum; ne hoş sürprizdi!

Fazla gecikmeden giyinip çıktık ve epeydir hayalini kurduğumuz Kireçburnu Fırını'na henüz kalabalıklaşmamış pazar sabahı trafiğinde çabuk vardık. Fırın yine tıklım tıklım doluydu müdavimleriyle, yine de bir masa bulabildik kendimize köşede ve hemen kıymalı kol böreği ile mantarlı su böreği söyledik. Nefis börekler yalnız kalmasın diye de domates-salatalık, peynir, zeytin, tereyağı, bal aldık. Sabah yorulduğumuzdan mı, gece boyu acıktığımızdan mı yoksa haftalardır heyecanla beklediğimizden mi bilinmez, hapur hupur yedik bitirdik hemen.

Haydar Aliyev'e selam verip yürüdük sahil boyunca, hava bir anda açan güneş ile ardından çıkan sert rüzgarın baş döndürücü hızıyla, tam bir son bahardı. Balık tutanlara baktık, ağ atan ve toplayan tekneleri izledik, İsmail Abi'yi andık.

Bu tarafa geldiğimizde Anish Kapoor sergisini görmek istiyorduk, kapıda sıra beklerken yağmur bastırdı. Bir takım hastalıklı vücut uzuvlarına benzettiğim ve bana nedense hep dişil izlenimler veren taş heykellerin yanı sıra, pigment kullanılan etkileyici işler gördük.


Sanırım kahvaltı sonrası yürüyüş ile sergi gezmek beni peyce yormuş olacak ki; eve kendimi zor attım ve akşam çıkan ateşimden mütevellit, hasta olduğumu kabullenmek zorunda kaldım.



1550

(21 EYLÜL CUMARTESİ)

Üstümde bir kırgınlık, halsizlik olsa bile, ağırdan ağırdan çalışarak günü akşama keyifle vardırdıktan sonra akşamın tadını çıkarmak niyetiyle Kadıköy'de birer bira içmelik buluştuk. Pek içesim yoktu ama değişiklik oldu; biraz işteki son haberleri konuştuk, biraz da birlikte yapmak istediklerimizi...

Sinemaya gitmeyi, tiyatro seyretmeyi özlemişiz, sergiler var gezilecek ve bir sürü yer var hala kahvaltıya gitmek istediğimiz-sonbaharı iyi değerlendirelim!

20 Eylül 2013 Cuma

1549

Bu akşam istediğim gibi olmadı, bir türlü olamadı; zira:
annen mi var derdin var!

Bir yaşa kadar sen onun çocuğusun, bir yaştan sonra o senin çocuğun...

Neyse-olsun bakalım, bu seferki partiyi uzaktan selamlayalım, ama yarın akşama umutları taze tutalım ;)

1548

(19 EYLÜL PERŞEMBE)

Saatlerle Perşembe

Bu hafta da yine, hayattan bir perşembe çaldık...
Hikayemiz uykusuz saatlerin, tiktak dakikaların, gizemli tıkırtıların, pencereye vuran araba farlarının sayıldığı ve son olarak sabah ezanını müteakip uykuya dalınarak yarım saat sonra alarmla uyandırıldığım serin bir perşembe sabahı başlıyor.

Ben yokuşu tırmanıp, sevgilime iyi işler dileyip otobüs durağında Üsküdar minibüsü beklemeye başladığımda, saat henüz 6 buçuktu.

Sabahın köründe nasıl da tıklım tıkış minibüsten trafikte kalmaktansa yürürüm, diyerek indiğimde muhtemelen 6:45...

Bir sürü merdivenden inip çıka çıka sonunda jetgiller gibi havada gezdiğimi hissederek Altunizade metrobüse vardığımda 7 olmuş, şehir hepten uyanmıştı. Neyse ki, köprü üstünden şöyle bir bakıp, "İstanbul, kuzum, günaydın!" demeyi unutmadım.

Metrobüsün Mecidiyeköy'de durmayıp çoktan Çağlayan'a gelmiş olduğunu fark edip telaşla inerken en fazla 7:15 idi saat, aksi yönde giden metrobüse binip kaçırdığım 1 durağı geri gittiğimde ise olsa olsa 7:25 olmuştur.

Mecidiyeköy metrobüsten arkadaşımın evine aşağı yukarı 20dk. yürüyüş mesafesi olduğunu düşünürsek, bir de buna yol üstünde uğradığım fırında börek-poğaça-simit seçme süremi ekleyecek olursak; ter içinde ve uykusuzluk sersemi vaziyette kapıyı çalmam 8'i buldu bulmadı.

Sabahlığı içinde şaşkın gözlerle bana sarılan güzel arkadaşıma, dün öğleden beri yemek yemediğimden açlıktan ölmek üzere olduğumu, bir de planladığımız gibi bienal gezecek gücü kendimde bulamadığımı söyleyip, kahvaltıya oturduğumuzda 8'i geçiyordu sanırım.

Kahvaltı esnasında saatler durduğu için, ötesini sayamadım.

Birkaç peynirli poğaça, birkaç ıspanaklı börek sonra bienali ertelemek için organize mesajlar atılarak pek davetkar görünen battaniyeli kanepeye yayılındı- böyle bir fiil yok sanırım- ve çaydan devam edildi.

Kendini sevdirecek fazladan bir insanın varlığından pek memnun gözüken kediyi de ortamız alarak, sohbete başlayınca bir saat sonra hala duramadığımızı, demek ki konuşacak çok detay biriktirdiğimizi ve belki de filmi bir iki saat daha ertelememizin iyi olacağını fark ettik.

Fıstıklı, cipsli, dedikodulu kanepeye biz sonbahar niyetine yattık, dışarıda ısıtan güneşe inat biz Eylül niyetine uzandık.

Gün akşama varırken yatmaktan, yemekten ve konuşmaktan yorgunluk çöktü de yatağa kendimizi zor attık.

18 Eylül 2013 Çarşamba

1547

Eylül Kuşu

Bugün sıkıntılıydı hava, erkence uyandım, akşamüstü serinleyip bulutlandı, kapandıkça kapandı gök yüzü ve hatta biraz çiseledi.
İlk defa Eylül'ü kokladım bugün havada, ohhh mis gibi!
Balkonda her şey uçuştu bir ara, rüzgar çıkıverdi ve İstanbul'un Anadolu yakası sahil manzarası ardında adalar hepten sislendi.
Küçücük, belki cılız ama kıpır kıpır bir kuş var cebimde...

1546

(17 EYLÜL SALI)

Bilinmeyen Not

Günlerden birinde bir iki satır düşmüşüm defterime, ne zaman bilmem, neden bilmem, ne düşünmüş idim, ne maksatla yazmış idim, ne manası vardır, bilemem.

"Denizdeki şişe, şişedeki mektup, mektuptaki söz
tuttuğun günlüğe düşen gölge..."

17 Eylül 2013 Salı

1545

(16 EYLÜL PAZARTESİ)

Hızlı geçen bu yoğun iş günlerinde yavaşlayabilmeyi özlüyorum...

(...)
Yer çekimini aşk yoksunlarına bırakıp
bir bir çıkardım giysilerimi
ve kapısını araladım uyuduğun odanın
sonra açılmak için dokunmamı bekleyen
pembe gülleri gezdirmeye gittik
ağaçların gözlerini yumduğu küçük koruda
gök yüzümü sarsıyordu ıslak kelebek kanatların
ve geceyi
su ısırıp durduğun geceyi
gitgide derinleşen karanlıkta gitgide sertleşen geceyi
yıldızların gökfişekleri gibi içimizde patladığı geceyi
çiğlenmis sabahla birlesen ve küçülen geceyi

her güne böyle başlayalım sevgilim
böyle, ateşböceklerine teşekkür ederek... *



*Akgün Akova'nın Ateş Böcekleri şiirinden alıntıdır.

15 Eylül 2013 Pazar

1544

İlerisi için daha güzel günler umalım;
şehre sergiler gelmiş, mahallemizde festivaller, sinema gelmiş, kahve sigara mevsimi, şiir kitapları, sohbetli iş çıkışları, Eylül gelmiş!

1543

(14 EYLÜL CUMARTESİ)

Bazı günlerde bir lanet vardır ya hani, ne yapsan bir türlü düzelmez, bir uğursuzluk sinmiştir, her şey yolunda üstelik hava da güzeldir, fakat yine de bir sebepsiz sıkıntı, kasvet...

Bugün öyle bir pis gündü, geçti.

13 Eylül 2013 Cuma

1542

Bugün eğlenceli bir toplu siparişimi bitirdim! :)

Gelin adayı, gelinin annesi ve damadın annesi için el boyama özel tasarım babetler; ABD'ye yola çıkmaya hazır!


Sanırım rahatlamak için biraz hareketli bir haftasonuna ihtiyacım var...

12 Eylül 2013 Perşembe

1541

Neler neler...

Mahallemize kadar geldiler, sokağımıza kadar girdiler...

Camdan bakanlara taş attılar, uzaktan hareket çektiler, revirleri basıp adam topladılar, göz altına taciz ettiler, sorguya çekerken aşağılayıp küfrettiler...

Tarikat boyunduruğuna karşı barikat dayanışmasının yaşandığı efsanevi geceler geçirdi Kadıköy; unutmak olmaz!


Bir insanın daha ölmesini(insan demekle yetiniyorum, kendisinin bildiğimiz veya bilmediğimiz başka sıfatları da var elbet, direnişçi bunlardan biri, fakat ben insanlığını yeterli buluyorum) ve öldüğü ile kalacak olmasını öfkeyle kınayan halk, Kadıköy'de toplanmaya başladı. Boğa'dan Rıhtım'a yürüyüş yapıldı, sloganlar atılarak mücadeleye destek verildi. Bu yaz en ufak grubun bir araya gelmesinden fena halde kıllanan hükümetimiz, biz "karşının çocukları"nı da es geçmedi sağolsun; verdi gazı verdi gazı!

Haftada en az 1 sefer yürüdüğüm Bahariye, üniversitenin ilk senesini aylak aylak geçirdiğim Moda, kediler, köpekler...Yandı, yandı.
İstanbul'un en sakin, yaşaması en keyifli mahallesinin sakinleri kapı önlerine su, anahtar filan bıraktı.


Canavarlaşmış polis karşısında mecburen ve farkına varamadan savaşçılara dönüştüğümüz gecelerde, bir kaç gülümseme molası verilmedi değil neyse ki...





11 Eylül 2013 Çarşamba

1540

Bir süredir planlarımı yaparken seni değil hep arkadaşlarımı düşündüğümü fark ettim. Biraz ürküttü beni bu; aslında çok normal bir süreç sanırım: hep böyle olmuyor mu? Bir dönem yakınlaşıp bir dönem hafiften uzaklaşmak...

Biliyorsun; tutkulu yaşamayı severim ben, daha doğrusu tutkusuz yaşayamam ben.

Yanındayken yaptığımız şeyler, gittiğimiz yerler değil de; nasıl hissettiğim daha önemli sanırım, gerçekten "orada" olduğumu hissederek, sana dokunurken heyecanlanarak, öpüşürken başım dönerek geçirdiğim geceleri hatırlıyorum...

Biraz da haklısın anlamamakta, tatil dönüşü senden ayrı yaşadıklarımın bıraktığı izler ve beni soktuğu ruh hali, böyle bir hissiyata sebep oldu. Bir şeyleri daha çok arzulamama, tutkuyla dokunmaya, dokunulmaya, beğenilmeye, istenmeye daha bir fazla ihtiyaç duymama neden oldu.

Geçen gece yanına geldiğimde, aklımda bir şişe şarap açıp yanına meyve ve peynir tabağı hazırlamak, birbirimize konsantre olduğumuz bir akşam geçirmek vardı. Yaptık da; yine de gecelerdir uyku aralarında aklımda olan, içime sığmayan tutkuyu hissedemedim, yaşayamadım o gece, ve ertesi sabah yanında.

Bana öyle geliyor ki; sen hiç ihtiyaç duymuyorsun böyle şeylere, yahut eksikliğini hissetmiyorsun birkaç sefer olmayınca. Sen memnun edilmesi daha kolay birisin, belki yaşından, daha olgun oluşundan; neler neler görmüşsün...

Bazen alındığım oluyor bu haline, vurdumduymaz buluyorum, beni çok da sevmediğine varıyorum, oysa bu sevmek değil sevgiyi göstermek biçimi ile ilgili.

Çok ufacık belirsiz bir his parçası için amma çok laf ettim!

Üstelik; kendimizi dinlemeye fırsat bulamadığımız şu günlerde, bir yandan Esad röportajını dinleyerek yazdım bütün bunları...

10 Eylül 2013 Salı

15??

Günleri geceleri şaşırdığım vakitlere geri döndük.

Şu an itibari ile Odakule'de birbirini hiç tanımayan yüzlerce insan, elden ele taşları götürerek barikat kuruyorlar. Çünkü dün gece biri daha eksildi aramızdan. Biri daha öldürüldü. Bir sinekmiş gibi.

Tam teçhizatlı, silahlı, eğitimli vahşi polise karşı; gencecik, tazecik insanlar... Ulan ne direndiniz be! Helal olsun sizlere!

9 Eylül 2013 Pazartesi

1538

Work hard party hard mood on!

Kafamı kaldırmadığım partilerden işlere geri dönerken kafamın arkasına itelediğim belli belirsiz bir huzursuzluk hali var sanki üstümde, yoksa okuyacak kitapları bitirmiş olmamın kaybolmuşluk sanrısı mı bu?

Bereket; Eylül geldi çattı!

8 Eylül 2013 Pazar

1537


Sabah Kireçburnu Fırını'nda yer bulamayınca, Sarıyer tarafında bir yere oturduk ve kadraja sığmayan güzel bir kahvaltı söyledik. Şöyle; ballı-kaymaklı, tahin-pekmezli, hem katı yumurtalı hem menemenli, doğal zeytinli, mis gibi kekikli...

Ardından bol inekli yollardan kıvrıla kıvrıla Garipçe'ye gittik, şöyle bir gezindikten sonra Rumeli Feneri'ne geçtik...
Yağmur sıkıntısı vardı havada, beklediğimden sıcaktı, balık sezonu başlayınca hareketlenen limanda ağ temizleyen balıkçılara selam verdik...
Deniz kenarı mahallelerine özgü renk renk deniz yataklı, plastik toplu, 5 liralık şortlu bakkallar ve tembel adamların oturup etrafı izlediği çınar altı kahvelere baka baka geri döndük...

1536

(07 EYLÜL CUMARTESİ)


İncirli, armutlu, üzümlü, cevizli kocaman peynir tabağını bir şişe roze şaraba eşlikçi niyetine hazırladık, son günlerde yaşadıklarımızı birbirimize anlatarak arayı kapattık...

7 Eylül 2013 Cumartesi

1535

(06 EYLÜL CUMA)

Yine bir çılgın ev partisinde beraberiz!

Bir olgun ve sessiz, çekingen adam, bir gözlüklü ve sevimli, ender zevklere sahip grafiker çocuk, bir mutlu, her şeye açık ve hareketli ev sahibesi, bir dans etmeyi seven, rahat ve samimi ev sahibesinin en yakın arkadaşı, bir ev sahibesinin ilginin üstünde olmasını çok seven ev arkadaşı, iki adet İzmirli fazla muhabbet kurmadığım, teki gecenin bir saatinden sonra hep ağalayan, diğeri onu teselliye çalışan kız, bir adet kızları korumayı kollamayı görev bilen sağlam abi formatında dalgıç, her eksiği evden getiren ve gerçek üstü sohbetiyle milleti kilitleyen yan komşu, her kadının sevgisine muhtaç ve dokunmayı seven bir çapkın çocuk, iki de biz...

Sıkılan bir sürü limon, heder olan 4 demet nane, yetmeyen bir paket esmer şeker, havan niyetine tahta kaşık çatal sapları, bir sürü puro, sigara, iki şişe rom, yetmeyen bir çok bardak mojito, bir şişe votka, çeyrek şişe jager, birkaç bira, sonra birkaç bira daha...

Saçma sapan bir ergen iskambil oyunu, bir masa, bir Küba usulü avokadolu pilav, bir kaç atıştırmalık, bir dürü dolu küllük, hoppalaaa bir doğum günü pastası, ortalıkta halinden çok memnun dolanan bir kedi...

Keyifli bir geceydi!

5 Eylül 2013 Perşembe

1534


Of üstümden tır geçmiş gibi yorgunum, her tarafım dökülüyor!

İşler birikti beni bekliyor, arkadaşlar Küba temalı ev partisine çağırıyor, içim içime sığmıyor, İstanbul'a Eylül geliyor-daha ne olsun; hayat son hız heyecanla sürüyor!

1533

(04 EYLÜL ÇARŞAMBA)

Evrensel Ön-yargılar ve Evrensel Olmayan Espri Anlayışı

Benim yabancıların Türkiye'de develerle gezdiğimizi düşünmesi ve bütün kadınların burka giyip kimsenin içki içmediğini sanması gibi ön yargılarım yoktu vallahi, ama artık oluştu:

Sanırım bir kızım Avrupalılar-ki bana hep Hollandalı denk geldi-9000 nüfuslu sakin köylerinde evden işe işten eve bir hayat sürüyorlar, kahvaltıda yoğurt veya müsli, öğlen peynirli salata ve akşam sosis yanında patates salatası menüsünü değiştirip değiştirip yiyorlar, haftasonu gece çıktıklarında tekno çalan barlara gidip biraz dans ediyor, birkaç bira içiyorlar, aileleri veya arkadaşları ile fazla samimi görüşmüyor, sokakta kimseyle tanışmıyor ve tanımadıkları biri bir şey sorunca panikliyorlar. Sosyal kodları fazlasıyla katı olup esnemeye izin vermiyor, espri anlayışları inanılmayacak kadar sığ, hayatta tek amaçları önceden belirlenmiş yolda yürümek: yani eğitimlerini yüksek etiketlerle tamamlandıktan sonra bir işe girip çalışmak ve çalışmaya devam etmek, terfi alıp maaşlarını yükseltmek ve senede bir hafta en eğlenceli olarak mesela kayak yapmaya filan gitmek. Avrupa dışında bir dünya olduğundan kati'yen haberleri olmadığı gibi; Ab üyesi olmayanların ülkelerini ziyaret edebilmek için evrak doldurup, para ödeyip, başvurup vize alması gerektiğini de bilmiyorlar. Dünyada herkesin kendileri gibi imkanlarla doğduğunu, bisikletle gezilebilen düz ve küçük şehirlerde büyüyüp okula gidebildiğini, herkesin bir iş bulabildiğini ve kendi evinde oturabildiğini filan sanıyorlar.

Bir minik anekdot: Mevlana'yı elbette hiç duymadığı için ve semayı pek de anlamadığından, Anadolu Selçuklularından girmeyi hiç denemeyip Konya'yı yalnızca bir iç Anadolu şehri olarak tanıtıp, kendisini etli ekmek yemeye götürdüm uçağa bırakmadan önce. Bu esnada çeşitli ülkelerin yemek kültüründen söz ederken, orta/kuzey Avrupa'da yaygın akşam yemeğinin et&patates yanına biraz salata olduğunu ve sınırlı yiyecekleri olduğu için acıdığımı espriyle söyledim. İtalyanların çok çeşidi olduğunu söyleyince her zaman hissettiğim gibi; "Aa ama İtalyanlar Avrupalı sayılmaz, onlar Akdenizli!" diye itiraz ettim gülerek. Gayet ciddi haliyle "Ama İtalya AB üyesi." diyerek düzeltti beni. Aha! Espri anlayışı sıfır noktasına tosladım!



1532

(03 EYLÜL SALI)

Menemen ve Kedi

Şehri görmeden gitmiş olmasın diye, yabancı misafirimizi Beyoğlu'na çıkarmaya karar verdim bu akşam.
Taksim meydanında halen bekleyen polislerle uğursuz TOMA'yı, Gezi parkı'nın birkaç ay evvel nasıl çadırlarla dolu olduğunu, içinde yemek yapan, yaralıları tedavi eden gönüllüleri ve her şeyi paylaşan güzel insanları, hayal etmek çok zor olsa da buraların bir vakitler hep barikat olduğunu filan anlattım.
Anladığını sanmam.

Önceki gelişi o döneme denk gelmişti de, Altunizade'deki otelinden çıkmaya bile korkuyordu.

Şöyle İstiklali boydan boya bir inelim dedim, kendim de epeydir gelmemiştim, yani direnmekten başka yapabildiğimiz pek bir şey olmamıştı bu taraflarda. özlemişim.

Ruhunun çalındığını söyleyerek, yine de güzel olan, inadına ulan hala güzel kalan Beyoğlu'nda sağlı sollu 19. yüzyıl Art Nouveau yapıları gösterirken, kendisinin Zara'ya girip alışveriş yapma teklifi ile bir an durakladım. Neyse devam ettim.

Galata Kulesi'ne inerken renk renk aromatik zeytinyağlı sabunlar, peştamallar satan sevimli bir dükkana sokup hamam kültürünü ucundan tanıtmaya çalıştım. "Bak bu kese ipektir, keselenirsen ipek gibi olur tenin." dedim. İnanamayarak gözlerini açtı, bilimsel açıklamasını yapmayı denedim; kan dolaşımı hani, hızlanır filan falan... Sanırım anlamıştır. Sonra minik teneke kutulara konmuş hediyelik sabunlardan bir tane seçmesi için yarım saat bekledim, çabuklaştırmak için müdahale etmek istedim ve çini desenli kutuları önerdim, geleneksel motifler oldukları için. Onu da ilk defa duymuş, bu desenlerin neden geleneksel olduğunu sordu.

Kuledibi'nde meydanda bir yerlere çöküp biralarını içen insanlar olduğunu görünce sevindim, köşe bakkaldan birer tane alıp oturalım istedim ama pek yanaşmadı; yokuşu inerken taşlara giren minik topukları gibi elbisesi de uygun değildi.

Bari müdavimi olduğumuz bara uğrayalım, dedim, kendim de epeydir gitmemiştim, birer kokteyl içeriz. Evrensel bir kokteyl söyledim, içerken barın önündeki bir çok erkeğin Türk olup olmadıklarını sordu ve şaşkınlıkla uzun siyah kıvırcık saçlarını arkadan bağlamış olanın Avustralyalı gibi göründüğünü söyledi. Neden Avustralyalı? Saçlarını topluyormuş çünkü Avustralyalılar.

Patlamış mısır satan amcayı işaret ederek heyecanla onun "Türk" olduğunu, işte Türklerin hep böyle kel ve bıyıklı olduklarını iddia etti. Yanımızdaki barmen gülerek onun köken olarak Türk bile olmadığını, muhtemelen Kürt olduğunu, bir de aslında hani burada pek çok halk yaşadığından bu kadar net bir Türk tipi olmadığını herhalde bugün 3. sefer açıklamaya çalıştı.

Avrupalı Kezban adını taktığım arkadaşın şaşkınlıkları bitmek tükenmek bilmiyordu: bu kez de gece 3 gibi acıkıp barı kapatınca menemen yemeye karar vermemize o kadar şaştı o kadar şaştı ki; kendisine içmeye gittiği gecelerin sonunda ne yemeyi tercih ettiğini sorduğumuzda "kebap" cevabına biz bile o kadar şaşmadık!

Menemen travmasını henüz atlatmaktayken, Avrupalı rutinleri ortaya çıktı: "Her gece mi menemen yiyorsunuz?" Hayır- bazen tost, bazen tantuni yeriz, çorba içilir bazen, canımız ne içerse onu yeriz yani, niye ki? Benzer bir soru daha: "Her gece çıktığında mı sigara içiyorsun?" Genelde bir şeyler içerken içerim, ama bir programım yok.

Derken planlamadığımız şekilde akşam geceye uzadı, yağmur serpiştirmeye başlayıp da fırtına çıkınca karşıya geçmemiz zor olacağından Şişli tarafında arkadaşımda kalmamızın mantıklı olacağına karar verdim. Takside kendisine kedilerle problemi ovar mı diye sormayı ihmal etmedik, evde uslu bir kedi vardı. Seviyormuş kedileri, komşusunun da varmış filan, güzel.

Eve girince saatlerdir yalnız bırakılan kedicik sevindirik oldu, kuyruk sallayıp ayaklarımızı koklamaya başladı. Baktım bizimki her seferinde zıplıyor, ikide bir kanepeden kalkıp kedi ayakkabılarını yer mi diye kontrol ediyor, yerlerini değiştiriyor. Ayakkabılar Prada değil.

Kanepeyi yatak yaptık ona, biz de odaya çekildik, uyku için fazla vaktimiz yoktu. Biz konuşup gülüşerek uykuya daldık. Ertesi sabah nasıl uyuduğunu sorduğumda, tıpkı bizim evde geçirdiği 2 gecenin sabahında söylediği gibi dışarıdan gelen sesleri dinlemekten uyuyamadığını, bütün gece miyavlar diye endişelendiği kedinin ses çıkarmamasına şaşırdığını fakat yine de odaya girmesinden korktuğunu sıraladı. "Kedileri sevdiğini sanmıştım? " "Sadece yakından tanıdığım kedileri severim, diğerlerinin beni tırmalamasından korkarım." "Ah hadiii, kedi bu sonuçta aslan değil ya!" "Ama beni bir kere kedi tırmalamıştı kolumdan..." Geçmiş olsun ne diyeyim!

Ertesi gün işimiz vardı; Güngören sanayiye geçmemiz gerekiyordu ve benim tek endişem bu elbiselerle fazla dikkat çekici göründüğümüz hususundaydı. Çok sevgili arkadaşım evini açtığı gibi baştan aşağı eşofmanlı kıyafet düzerek bir kez daha günümü kurtardı sağ olsun, yeterince çirkin oldum. Fakat Hollandalı misafirimiz rutini bozulduğundan surat asmaktaydı, eve uğramak istiyordu fakat akşamüstü uçağa yetişeceğinden köprüyü 3 defa geçmek pek mümkün değildi. Anlatmaya çalışırken, "Makyaj malzemelerim yanımda değil." dedi, "Yani birkaç bir şey almıştım ama işte..." Makyaj ve Güngören sanayi??

30lu yaşlarında, Avrupa'nın tamamını gezmiş, ailesiyle değil erkek arkadaşıyla kendi evlerinde yaşayan ve kendi işini yapmaya başlamış bir genç hanımın, hayatında bir kere kedi tarafından tırmalanmış olmasından bahsedecek kadar heyecansız, sıkıcı, tekdüze bir yaşam sürmesine cidden üzüldüm.
























1531

(02 EYLÜL PAZARTESİ)

Kezban İstanbul'da!

Hollanda'nın köyünden gelen bir Avrupalı Kezban ile birlikte İstanbul'un baş döndüren sokaklarında, sürekli yeniden yapılan kaldırımlarında, insanı ezen otobanlarında yorucu bir tura çıkıyorum...

Yaya geçidine adım attığı anda arabaların durup onun topuklu ayakkabılarıyla ağır ağır geçmesini bekleyeceklerini sanan, takside, minibüste, çılgın şoförlerin en hafif sert duruşlarında şaşkınlıkla bağıran bir kadınla Güngören sanayide iş yapmaya çalışıyorum...

Türk erkeklerinin hepsini bıyıklı ve kel zanneden, etrafta çok esmer olmayan herhangi bir insan evladı gördüğünde Türk olup olmadığını soran, her seferinde bizim buralarda çok da belirgin bir tipimiz olmadığını, zira 72 millet olduğumuzu anlatmama rağmen bir türlü anlayamayan ve kafasındaki kalıpların dışına çıkamayan bir insanla birkaç gündür birlikteyken hangimiz daha "Avrupalı" diye düşünüyorum...

Rakı sofrasına belki bu yaz ellinci defa oturup en sevdiğim Yeni Seri'yi söylediğimde, yanına hangi mezenin daha güzel gideceğini bildiğim için hiç tereddütsüz tabakları tepsiden seçtiğimde, haydariyi deneyip sevince Yunan memleketinde tattığı cacığa benzetip "Cacıkinin yapıldığı peynir hangisi?" diye soran karşımdaki kıza bir parça üzülüyorum...


1530

(01 EYLÜL PAZAR)

Yatarak geçen bir gündü, geriye bir iz bırakmadı pek...

1 Eylül 2013 Pazar

1529

(31 AĞUSTOS CUMARTESİ)

Ne güzel bir akşam-adaya geldiğimiz her akşam güzel!

Daha önce görmediğimiz Kınalı'yı tercih ettik bu sefer, her adanın kendine has bir havası var ya; burası da daha bir yazlık site samimiyetinde, çocuk cıvıltılı, misketli, komşulu...

Yokuş aşağı "Anneciiim!" diye bağıra bağıra kaykayına oturmuş hızla kayan yumurcak pek tatlıydı :)

İskele tarafının sahil şeridini yarım saat içinde 2 sefer turlayıverdik, dönüp aynı yere çıktığımızı fark edince Mimoza'ya oturalım dedik. Masaların tümü rezerveydi, ayırtmasak yer bulamazdık. Bizim masamız, Eylül'ün kokusunu duyduğu gibi serinleyen, rüzgarlı kapalı havanın dalgalandırdığı bu akşam, denizin hemen dibindeydi.

Zengin sayılamayacak meze tepsisinden klasik bir kaç şey söyledik, Yeni seri bir küçük açtırıp sakin sakin, karnı tok kediler gibi usul usul sohbete başladık. Tam bir Eylül akşamı!

Bu erken sonbahar huzurunu maceraperest ruhla bölen tek gelişme; adada elektriğin kesilmesi oldu; Alacakaranlık kuşağı gençler uluyarak hızlı hızlı yürümeye başladıklarında, sokağın iki yanına adım başı yanan tenekeler konmasıyla, zifiri karanlıkta vapur bekleyen distopik kalabalığın görüntüsü ile filan, hepten bir korku filmi atmosferine büründük ve tatlı tatlı birbirimize sokulup ürpermenin tadını çıkardık...

Sevgilinle korkmak gibisi yok!