30 Mart 2012 Cuma

1011

Bilmece-Güldürmece

Bugün bir sürü üst üste karman çorman hep birlikte küçük büyük iç içe
bisikletler
geldiler düştüler karıştılar toplandılar dizildiler birleştiler-
Balık oldular!

;)

1010

(29 MART PERŞEMBE)

Eskiden her hafta gittiğin, kimse izlemiyormuş gibi rahat dans ettiğin, gözlerini yumup şarkıları öyle içten söylediğin ve sahne önünde kendini evinde hissettiğin bara dün gece gittiğinde yabancı kalmanın burukluğu; beli belirsiz bir yaşlanmışlık hissi uyandırıyor insanda-yaşın 20lerin ortasında bile olsa!


28 Mart 2012 Çarşamba

1009

Bir sürü mavi bisiklet...!

merak mı ettin-
Söylemem!

27 Mart 2012 Salı

1008

27 Mart yazısı sensiz olmadı hiç: Eski eşyaları elden geçirirken bir fotoğrafımızı buldum, orada bana nasıl baktığını görünce senin yanında neden hep değerli hissettiğimi hatırladım...

***

Sapsarı saçlı, uzun boylu, gözleri hafif kısık, kederli gibi, her şeyi görmüş gibi, sessiz ve derin bir adam düşledim: Bir köşe başında tesadüfen karşılaşıyoruz, uzun uzun omzuma dökülen buklelerimi avuçluyor, kokluyor, içine çekiyor ve "Gece gibi... Ben hep saçlarına aşıktım." diyor.

1007

(26 MART PAZARTESİ)

Baharda Geri Gelen Kış

Kış geri gelmiş, diye düşündüm rüzgarlı caddede yürürken.
Adeta biz küstük diye hava bozmuş...

Yukarı çıkıyorduk yan yana, ama kol kola değil, ellerimiz ayrı ayrı ceplerimizde yalnız kalmış, üşümüş.
Ben kederle boyun eğmiştim bu duruma, suçluydum zaten, başım önde sessiz sedasız yürüyordum.
Adımlarımı bilerek yavaş atıyordum ki; birkaç dakika daha beraber kalalım. Sanki birkaç dakikada her şey çözülecek-öyle saf bir umut işte!

Sonunda bir an geldi, durdu.
"Daha fazla dayanamayacağım ben böyle yürümeye!" dedi.
Gözlerine baktım, isyan dolu, içim eridi.
Elini omzuma attı, ben de ürkek, beline doladım.
"Neden sen sarılmıyorsun?" dedi yine sitemle, "Neden hep ilk adımı benden bekliyorsun?!"
Çaresizce gülümsedim, "Bilmiyorum ki, elimi tutmak istemezsin diye düşündüm..."
Başını salladı, daha sıkı sarıldık.

25 Mart 2012 Pazar

1006

Bence bugün bombok bir gün. hatta sıçıyım böyle işin içine!

1005

(24 MART CUMARTESİ) 

  "Geleceğin ressamı, renkleri daha önce kimsenin yapmadığı gibi kullanan biri olacak." 

 Bu cumartesi farklı bir şeyler yapalım, dedik ve Karaköy iskelesinin yanında deniz kokulu doyurucu bir kahvaltı ile güne başladık. 

 Güneş bizi gülümsetmek ister gibi parlıyordu, ayaklarımız ara sokaklardan dolana dolana bizi Van Gogh sergisine götürdü, okumaya üşenip içeri daldık. 

 İçerinin karanlığında duvarlara ve yerdeki panoya bazen kolonlarla bölünüp parça parça, kimi zaman her birine ayrı bir resim yansıyordu. Hayretle döne döne etrafımıza bakındık, bir adamı anlamaya çalıştık. 

 Renklerin en parlağına cüret etmiş, meyvelerin çiçeklerin tazeliğini, Güneş altında çalışan köylülerin yorgunluğunu resmetmeyi yeğlemişti. 

 Etrafındakileri olduğu gibi değil, gerçekliklerini bir yana atıp kendi gördüğü gibi anlatmayı seçmişti.

1004

(23 MART CUMA) 

 İş çıkışı buluştuk, epeydir uğramadığımız bir yerde oturduk. Birer ikişer bira içildi, az buz muhabbet edildi. Ardından ne yapsak ne yapsak-değişik bir şeyler yapmak hevesi vardı-kalktık düşünmeden bir komedi kulübünde genç bir çizerin tek kişilik güldürmeli gösterisini dinledik. Kahkahalara boğulmadık ama gülümsedik, kendimizden parçalar bulduğumuzda. Ege kıyılarına yaptığı bisiklet turlarını, karısına yaptığı uçurtmayı, küçükken onu hep döven çocuğu filan dinledik-bir de kedisini.

22 Mart 2012 Perşembe

1003

Canlarım benim sevgili müşterilerim, 
 Ayakkabılarınıza sevgiyle bakınız, abuk subuk muamele ederseniz yıpranırlar, neticede el yapımı bir üründen söz ediyoruz; takdir edersiniz ki hoyratça kullanılan her şey gibi bozulabilirler. Ha benden kaynaklı bir sorun olduğunda yahut ayağınızda rahat etmezseniz ben değiştiriyorum, ama- alıp zımparalarsanız çitilerseniz ne bileyim, asetonla kolonya ile filan silerseniz ben orasına karışmam. Yolda nasıl yürüdüğünüzü de bilemem, ayakkabının burnunu bir taşa sürtüp takıp çizdirip zedeleyip bana geri göndermeyin rica ederim. Hani nasıl bilgisayarınız bozulunca servise verirken garanti kapsamında mı diye binbeşyüz tane soru soruyorlar, ben makineyi yere attım üstünde tepindim derseniz kabul etmiyorlar ya onun gibi yani-"kullanıcı hataları" satıcıyı bağlamaz. Ayrıca demir çelik değil bu; deri. 
Kendinize gelin.

21 Mart 2012 Çarşamba

1002

En çok istanbul boyamak heyecanlandırıyor beni...

1001

(20 MART SALI) 

 Genç nesil bizden hızlı çıktı azizim! 

 Ben çok masum, fazlasıyla saf, yaşından küçük ve ürkek yapıda bilirdim hep onu. Küçüklüğünden beri öyleydi yani, her şeyden korkardı. Okula girdiğinde kendini hazır hissetmediğini söylüyordu, endişeliydi. Gördüm ki dün, epey yol kat etmiş! 
 
Bebekken güldürmeye çalıştığın, sonra yavaş yavaş iletişim kurmaya başladığın birinin büyüdüğünü görmek güzel. Bir takım kaygılarını, sana anlattığı, zamanla aşmasına tanık olmak keyifli, hem gurur verici... Kendini hatırlıyorsun; bir zamanlar olduğun kızı. 

 "O zamanlar"ımı düşününce kendi hayatımda da bu gibi kaygılar olduğunu anımsıyorum; arkadaşlarım da geliyor aklıma-hepimiz böyle biraz endişeli, biraz güvensizdik.- Sanırım hala öyleyiz! - Ağır ağır aşmıştık bunları, hemen hemen aynı zamanlarda, birbirimizle paylaşarak. Şimdi benim o zamanlar sahip olmadığım bir şansı var onun; benle konuşabilir! Ben ona kızmazdım ki, anlatırdım, kendi tecrübelerimden ders çıkarmasını isterdim. Böylece benim kadar zorlanmayabilirdi. 

 Yeni nesil bizden hızlı... Anlatayım dediğim her şeyi zaten biliyor, çoktan duymuş görmüş, şaşırdım ama şimdilik her şeyi çok iyi hallediyor görünüyor- yalnız bu gidişin sonu ancak yere çakılma olacak. Yine de hayat onun, kendini birine adamak hayatı anlamlı kılan bir şey bence, ama birinin hükmüne girmek, kendini unutmak anlamsız. 

 Neyse, madem ki her şeyi zaten biliyor-o halde bunu da bildiğini varsayarak öğretmeye kalkışmıyorum. Ben yalnızca onun büyümesini seyrediyorum...

20 Mart 2012 Salı

1000

(19 MART PAZARTESİ) 
  
Uzun Ara Verilmiş Kedili Şaraplı Sohbet 

 Uzun ara verilmiş dostlarla görüşmenin tadına doyulmuyor; domatesli spagetti ve taze sarımsaklı soya soslu salata eşliğinde, ucuzluğunu belli etmeyen şarabın mayhoşluğuyla laf lafı açıyor, epeydir tadına varılmamış öpüşmelerden bahsediliyor çoğunluk, araya yaramaz kediler giriyor, laf lafa sarıyor işte, neden mutsuzluğu yazmak kolayken neşeyi tarif edecek kelime yok ona gelip dayanıyor sohbet akşam geceye varırken...

18 Mart 2012 Pazar

999

Her şeyin üstesinden geldiğimizi sanıyoruz. 
Biz kimiz ki?! 
Hayat var bizden büyük! 

 Onca şey var ardımıza yaşanan, onca kırgınlık 
Herkes nasıl devam ediyor yaşamaya-sanırım; 
Unutarak! 

 Unutkanlar kutsanmış olmalılar gerçekten, 
Bir ben şunu başaramadım! 
Hep ayık kaldım, hep aklım başımda... 

 Defalarca kırıldım ben, belki herkes gibi 
Bence herkesten biraz fazla 

 Defalarca düştüm, kafa üstü bodoslama 
Bence herkesten daha fazla 

 1000 gün olmuş bu günlüğü tutalı 
Gurur duydum; demek 1000 gündür vazgeçmemişim 
Yaşamaktan, ayık kalmaktan, göre göre kırılmaktan 
Bile bile düşmekten demek yılmamışım 

 Her şeyin üstesinden geldiğimi sanmıyorum ama- 
Aksine, çok azını atlatabildim, hiçbirini unutmadım
 Ama önemli olan-yaşamaya devam ettim 

 Shakespeare'i orjinalinden okumak zordur, 
 Ben de pek hazzetmem ama, 
 Bunca yıl bir şey ifade etmeyen sözünü bugün tekrarlıyorum: 
Olmak, ya da olmamak-
İşte bütün mesele gerçekten de sadece bu!

998

(17 MART CUMARTESİ) 
 Bu geceyi yazmayacağım- 
çünkü biri okuyabilir 
ve okursa kendimi çıplak hissederim 
Rezil olmuş olurum sanki, bir şekilde 
Utanırım 
İstemem kimse bilsin 
Arkadaşlarım 
Arkadaşların 

 Yok bunu yazmayacağım 
biri okur 
Ben isterdim ki bunu tek sen oku 
Okuyorsan iyi dinle: 
Ben bu günü unutmak istiyorum 
Yok saymak 
Olmaz mı? 
Ama öyle her kavgada yüze vurmak üzere 
Arkanda saklamadan diyorum 
Bu günün üstünü çiziversek mesela 
Ha? 

 Yazmak; büyüdür 
Yazdığın; gerçekleşir. 
Yazmasam sanki geçiverir hayat, 
Yaşananlar unutulur, zaman siler süpürür 
 Yazmasam; bu uğursuz gün de yok olur mu?

997

(16 MART CUMA) 
 Sığınak; içe kapanış 
Bir koza 
Sarınmak, örtünmek 
Bir kucak 

 Dışarısı fırtına,kasırga 
Sığınak; yağmurda evde kalmak 
Dünya kirli ve hızlı 
Sığınak sessiz 

 Endişe bastırınca 
Sığınak; bir oda 
Saklanmak, soluklanmak 
Bir kuytu

17 Mart 2012 Cumartesi

996

(15 MART PERŞEMBE) 
Telefonun çalışını dinlemekten fenalık gelmişti...
Sonunda çıktım gittim-göze alarak her şeyi, o kapının açılmayacağını düşünerek... 

 Ama kapı açıldı. 
Kapıda beni koca bir kucak karşıladı.

14 Mart 2012 Çarşamba

995

Ben sadece yaşamak istiyorum! 
Ben sadece eskisi gibi sevmek istiyorum! 
Ben sadece gülmek ve hafif olmak istiyorum!
Ben sadece eskiden olduğum kadar güçlü olabilmek ve inanabilmek istiyorum!

13 Mart 2012 Salı

994

"Düşünüyorum öyleyse varım." 
 "Düşünüyorum öyleyse yokum." 
 "Kah düşünüyorum kah yokum." 
 Hobbes 
 Descartes 
 Galile 
 Yukarıdaki düşünürleri sözleriyle eşleştiriniz.

12 Mart 2012 Pazartesi

993

Kış bitmeden giderayak son bir hasta olayım dedim!

11 Mart 2012 Pazar

992

MİDE BULANTISI 
 Genç olmanın şöyle bir utancı var bu ülkede- tarihinden bihaber yaşarsın. Tarih deyince aklına Kahpe Bizans veya Muhteşem Yüzyıl geliyorsa başka. O zaman soyunla övünebilirsin. Peki Sivas deyince aklına ne geliyor? 
 Herkesin üzerine söz söylediği konulara yorum getirmek zordur. Bizler, 80lerin çocukları malum apolitik tüketici nesiliz, işte ipadlerle büyümedik yahut Kate Moss’un H&M için tasarladığı ucuz elbiselerle cool görünmeye çalışmadık ama Mcdonalds’ta doğumgünü filan yaptık. Bizler tanık değiliz Maraş’a, Sivas’a, darbeleri de görmedik, derste zaten hiç okumadık çünkü yakın tarih yasaktı, en fazla Atatürk inkılaplarına kadar gelebildik- Vallahi ötesini bilmeyiz! 
 Ben de sizden fazlasını bilmiyorum aslında, ama öğrendiğim kadarı midemi ağzıma getiriyor. 
19 yıl önce, ben 8 yaşımdayken, bir yaz günü Anadolu’da akla sığmayacak bir vahşet yaşandı. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından organize edilmiş şenliklere katılmak için Sivas’a davet edilmiş bir grup yazar, şair, ozan, düşünür Madımak Oteli’nde yakılarak öldürüldü. 
 Hep misafirperver bildiğimiz Anadolu insanı arasından bir kısmı, şehirlerine gelen misafirlerini yaktı. Böyle söylemek lazım. Bu kadar net. 
  Aziz Nefret 
O dönemde Salman Rushdie’nin Şeytan Ayetleri kitabını çevirmeye başlayan Aziz Nesin, düşünce özgürlüğünü savunmak isterken Muhammed’e hakaret ettiği iddia edilen bu yazarın bir nevi ortağı gibi algılanmaya başlamıştı. Bir kitabı çevirmek için yazanla aynı fikirde olmak gerekiyor diye düşünülmüştü anlaşılan… 
 Fakat bununla yetinmeyen Aziz Nesin daha da ileri giderek örneğin Sivas’ta yapılan bir röportajında şöyle demişti: “Ben mecbur değilim Müslüman olmaya, ama Müslümanlara ve bütün dinlere saygı duyuyorum.” Ne cüret! Kafa kağıdında dini hanesi bulunan bir memleketin insanısın sen, nasıl kendi dinini seçmeye cüret edersin? 
 Daha önceki röportajlarından alıntılamak gerekirse: “Türkiye'de aydınların, yazarların mutlaka Kur'an'ı okumaları gerekir. Sadece Kur'an değil diğer dini kitapları da okumaları gereklidir. İster dinli olsun ister dinsiz olsun her Türk'ün köken olarak Müslüman bir aileden geldiği için bunları bilmesi ve okuması gerekir.” 
 Ve: “Peygamberlerin büyük bir insan olduğuna inanıyorum. Ama zamanının büyüğü. Onun söyledikleri uzun zaman değerini korur. Bazı söyledikleri bugün için bile çok değerli. Ama, hiçbir faninin söylediği söz sürekliliğini sonsuza kadar koruyamaz. Bu benim kendi inancım. Bunun propagandasını yapmıyorum, kimseye dinsiz olmasını söylemiyorum." Demiş biriydi. 
 Ama yeterli değildi işte, yine de bazı sözleri rahatsız ediciydi; örneğin böyle bağnaz bir ortamda bilim insanı yetişmeyeceğini iddia ediyor ve soruyordu: “Neden bütün bu ilaçları hep gavurlar buluyor? Bizimkiler ancak bir şey keşfedildiğinde, bu Kuran’da yazıyordu, derler. Madem ki Kuran’da vardı, bu Müslümanlar aptal mı ki yüzlerce yıldır bunları ortaya çıkaramadılar?” 
 Bu soruları sormayı Aziz Nesin’den evvel akıl etselerdi herhalde böyle bir katliam yaşanmazdı. Ama buncacık soru sormaya bile işte, asgari miktarda akıl gerek… 
 Doğumlarından beri içinde yetiştikleri çevre, aileleri, büyükleri, okul ve kuran kursları, askerde komutanları ve daha neler neler tarafından akılları başlarından alınmış bir güruh işte bu düşünceleri yüzünden Aziz Nesin’i linç etmeye karar verdi. Böyle net söylemek lazım. Böyle düşüneni öldürmeli, dediler basbayağı. 
  “Kalanlar Ölenlere Şiirler Yazar.” 
93 Temmuz başı, Pir Sultan Abdal şenliklerine davet edilmiş bir grup sanatçı ve düşünür Sivas’ta nefretle karşılandı. Arif Sağ konserini dinlemeye gelmiş 1500 kişi kültür merkezinden çıkınca öfkeli grubun taşlı sopalı saldırısına uğradı. Meydandaki heykel öfkeli kalabalık tarafından parçalandı. Biz işte heykelden resimden put diye korkan, ama gizliden gizliye büyü yaptıran bir milletiz. Böylece söylemek lazım. 
 Toplanan kalabalık Kültür Merkezi’nden Hükümet Meydanı’na geldi. Valinin bakana ilettiği uyarısına rağmen Belediye başkanı Temel Karamollaoğlu tehlikenin o kadar da büyük olmadığını savundu. Sonuçta Müslüman insanlardı. 
 Yapılan anonslara rağmen sakinleşmeyen ve giderek sayısı artan kalabalık, Madımak Oteli önüne yönlendirildi. Akşam saatlerine doğru “Kahrolsun laiklik!” sloganları atan yaklaşık 5000 kişilik topluluk oteli tam anlamıyla kuşattı. Önceki günkü kaldırım çalışmasından sonra sokakta kalan kaldırım taşlarıyla otelin camlarını kırdılar. 
 Bu sırada içeride mahsur kalanlar paniğe kapıldılar. Aziz Nesin İnönü’yle konuşarak durumun kötülüğünü anlattı. Metin Altıok yanındaki şair arkadaşına “Birimizden birine bir şey olursa, kalanlar ölenlere şiirler yazar.” Dedi. Bunları bilmek lazım. 
  Hiç Garip Değil! 
5 saat boyunca polis saldırganların otele girişini engelledi, fakat sonunda 15bin kişiye ulaşan kalabalık dizginlenemez hale gelmişti. Gönderilen asker nefretten gözü dönmüş kalabalıktan korkup geri çekilince saat 19:50 de otel önündeki arabalar ateşe verildi. Yangını ilahi bir hayranlıkla seyreden gruptan biri “Allahım bu senin ateşin! Cehennem ateşi işte!” diye haykırdı. Aynen böyle, tekrarlamak lazım. 
  Cehennem ateşini kendi elleriyle dünya üzerinde yaktılar yani basbayağı. 
  “Müslüman Türkiye!” bağırışları duyuluyordu. Ortalık toz duman ve göz gözü görmezken, varlıklarının başka anlamı olmadığı için, Müslümanlık üzerinden kendilerini tanımlayan bu akılsız, bağnaz, cahil sürü belli ki kendisiyle epey gurur duyuyordu. 
 Şimdi büyük bütçeli filmlerde izlerken inanılmaz gelen bazı tarihi olaylar var ya; Yahudi soykırımı gibi-hiç de garip değil aslında. Evet, uygun koşullar sağlandığında, binlerce insan örneğin sarışın mavi gözlü bir Avrupa yaratma hayali kuran ufak tefek bir adamın ses tonuna kapılıp, kaç yıllık komşusunu kesip doğrayabilir. Bir kişi çıkıp “Biz manyak mıyız?” demeyebilir. Bir ırkın artık et, süt, bal yememesi veya işçiden başka bir şey olmaması gerektiğine hükmedebilir hatta topyekün bir milleti yok etmeye karar verebilir, milyonlarca kişiyi yakmak gerekse bile bunun için. Fırınlar yapılıverir, kolayı bulunur. Hiç garip değil, oluyor böyle şeyler. Bunu böyle söylemek lazım. Bu kadar net. 
İtfaiye Hayat Kurtarır!
İtfaiyenin bile kurtarmak istemediği aydınlar arasından 31 kişi boğulacaklarını anlayıp çaresizce apartman boşluğundan yan binaya geçmeye çalıştı. Fakat bu BBP partisinin binasıydı ve orada bekleyen sopalı grup tarafından “Gidin, yanın, geberin!” diyerek karşılandılar. Bu kadar yani! 
 Bu sırada 78 yaşındaki Aziz Nesin içeride mahsurdu. Simsiyah is solurken alevin sıcaklığını yüzünde hissediyordu. Ölüme hazırdı. Kendi sözleriyle tek düşündüğü “korkak bir pozisyonda ölmektense yatağında rahat yatarken yanıp dışarıdakilere böyle bir ceset vermek”ti. 
 Can havliyle ön pencereye yaklaştılar, cama itfaiyenin merdiveni yanaştı. Kurtardıklarının bir komiser olduğunu sanan itfaiyeci, aşağıda yaptıkları kıyımı zevkle seyreden canilerden bir kısmının “Aziz Nesin lan bu!” diye bağırmasıyla içten bir “Hassiktir!” savurdu. Refah partisi eski belediye meclisi üyesi Cafer Erçakmak, merdivenden ancak oturarak inebilecek vaziyetteki Aziz Nesin’i aşağıda aç kurtlar gibi bekleyen sürüye attı. Yaka paça düştü adam basbayağı. Bu kadar yani! 
“Asıl öldürülmesi gereken hayvan bu!” diye bağırdı atarken. Her yeri kan revan içinde kalan bitkin düşmüş Aziz Nesin zar zor bir polisin araya girmesiyle linç edilmekten son anda kurtarıldı. 
 19 yıl önce misafirperver Anadolu’nun göbeğinde, barış ve hoşgörü dini İslam’a inananlar bilerek, isteyerek, planlayarak, pişman olmadan, durup düşünmeden ve hepsinden beteri zevk alarak bir katliam yaptılar. Bunu böyle söylemek lazım. Bu kadar net. 
 Durulmayan kalabalık valiliğe de saldırdı, neredeyse valiyi de öldürecekken son anda engellendi. Bu vahşette 2si karşıt gruptan 2si otel görevlisi olmak üzere tam 37 kişi öldürüldü. Ya boğuldular ya yandılar, ya kafalarına taş isabet etti. 
  Mide Bulantısı 
Vatandaş olmanın başlı başına derin bir utancı var bu ülkede- miden ağzında yaşarsın. Aradan geçen 19 yılda bu son derece vahim insanlık suçunun faili bulunup da bir ceza uygun görülemedi. Hiç garip değil, oluyor böyle şeyler. Göz göre göre sırf Ermeniliği battı diye öldürtülen Anadolulu yazarımızın da katilleri bulunamayabiliyor örneğin. Gözlerimiz açık uyutulmak isteniyoruz, açıkça ve arsızca, ısrarla aptal yerine konuyoruz. 
 Sanıkların avukatlığını üstlenenler arasında olan Refahyol iktidarının Adalet Bakanı Şevket Kazan, bakanlığı sırasında onları hapishanede ziyaret etti. Geniş avukat listesinde çok sayıda Refah Parti üyesi ve yöneticisi bulunuyordu. Bu avukatlar ilerleyen yıllarda AKP ve Saadet Partisi'ne katıldılar ve içlerinden üst yönetim görevlerine yükselenler oldu. Bu kadar net. 
  Yarın Sivas sanıklarının yargılandığı dava zaman aşımına uğrayacak. Zaman; şüphesiz pek çok acının yegane ilacıdır. Fakat bazı acılar zamanla ancak göğsünüze oturur, içinizde kök salar büyür. Ben babamı 21 yıldır özlüyorum. Madımak’ta yakılanların çocuklarının onları halen özlediklerine eminim.
 Sizce Sivas’a sinen yanık kokusu geçmiş midir? Sizce bu insanlıktan çok uzak, ruh yoksunu, vicdansız, akılsız, kendini unutmuş sürü şimdi düşünüyor mudur? Yaptıklarını hatırlayınca dehşete kapılıyor mudur? İçi yanıyor mudur her birinin? 
 Benim şahsen, onlar adına midem bulanıyor.

991

(10 MART CUMARTESİ) 
 Geç saatte bir filme girdik, öncesinde bira içmiş konuşmuştuk. Film hoştu aslında, 1920lerde gencecik işe başlayan ve zamanla FBI bürosunu kuran, bilimsel araştırmaya önem veren bir adamın hikayesini izlerken; annesiyle ilişkisine ve özel hayatına da tanık olduk... 
 Sen filmde uyuya kaldın. 
Öyle tatlı!... 
Arada uyanınca, uyuduğunu nereden anladığımı sordun. 
"Nefesimden mi?" diye, 
Dedim ki: "Ben senin yanında gecelerce uyudum, anlarım."

9 Mart 2012 Cuma

990

YANIK 
 Aşık oldugun adam senle aynı lanet çölde yaşıyor... Kara çarşaflı ailenin diğer kadınları ve korku onları zalim yapmış. Sevdiğin adamı karga tulumba götürüyorlar uzaklara, seninse karnından onun parçasını çalıyorlar... Sevgilin giderken bir söz veriyor; "Birlikte olduğumuz sürece herşey yolunda." Götürülürken oğluna bir söz veriyorsun; "Ne olursa olsun seni hep sevecegim!" 
 Yıllar sonra Ortadoğu'nun mülteci kamplarında milislere karşı savaşırken bir sniper seni yakalayıp işkence ediyor, tecavüzlerinden ikizlerin doğuyor. Yalnız başına 72no.lu hücrede bir kovaya dogurdugun bebekleri nehir kıyısına ölüme terk eden adam dayanamıyor, ikizleri bir köylü büyütüyor: Canan ile Sarvan... 
 Sonra onları geri alıyor adlarını değiştiriyorsun, ama artik içinden konuşmak gelmiyor... Ancak ölümün yıllar süren sessizliğini bozuyor. Bıraktığın mektupları takip eden çocukların işkenceci babalarının aynı zamanda hiç tanımadıkları ağabeyleri olduğunu öğreniyorlar... 
 Oyunun sonunda geniz yakan keskin bir yanık kokusu kalıyor.

989

(08MART PERŞEMBE) 
 Dünyada bugün kadınlar günü kutlandı. Hala böyle bir günün olması başlı başına bir eziklik! Diğer bütün günler erkeklerin çünkü. 
 Kadın doğmanin ayricalik olduğunun farkına varildigi ve köle savunmasına sığınılmayacak gunlere...

7 Mart 2012 Çarşamba

988

Bugünü takvimime not ettim: "Kurtuluş!" Ama nedense hala rahatlayamıyorum... Bütün gün hasta gibiydim, her yanım kırık dökük, sürekli midem ağzımda... 
 Boynuna sarılıp seni öpücüklere boğmak geliyor içimden aslında, her şeyi ardımızda bırakıp yeniden hafif olabildiğimiz güneşli günleri selamlamak istiyorum- 
 Yapamıyorum. Bir şey tutuyor beni, hala bir ayağım bağlı sanki... Sevinmek için erken belki, yeniden yıkılmaktan korkuyorum. Bekliyorum...

987

(06 MART SALI) 
 Kaçamak bir gece oldu dün gece: Uzun zaman sonra plansızca bir bara girip dans ettik. 
 Birkaç bira içip gülüştük, epeydir izini kaybettiğimiz bir gruptan sevdiğimiz şarkılar dinledik, arada biz bile şarkılar söyledik... Bir ara karşında oturduğum yerden kalktım yanına geldim. Kucağına oturunca belimi okşadın. 
 Dans ederken ne kadar tatlı olduğunu düşündüm, ensene kaçamak öpücükler kondurdum. Eve geldiğimizde sarhoştun, ben de pek ayık sayılmazdım. "Bu gece güzel geçti." dediğimde "Cumartesiden daha çok eğlendiğini düşünüyorum."dedin. İçim burkuldu- 
 Demek istedim ki; "Senle geçen her gün güzel! Kanepeye sıkıştığımız akşamlar daha güzel! Evde kalmak çok daha güzel! Senle dans etmek hepsinden güzel!" Çabucak uyuya kaldık sonra...

6 Mart 2012 Salı

986

(05 MART PAZARTESİ) 
 Kendimi suçlu hissediyordum, anlatmak istedim hepsini sana. Baktım; sen de suçlu hissetmişsin "beni boş bıraktın" diye. "Yaralandım" dedin, "Bambaşka bir yönden-benim de böyle yaptığımı sanman yaraladı beni. Şimdiye kadar birlikte böyle bir gece geçirmemiş olmamız üzdü beni..." İçime dokundu. Oysa seninle her gece en güzel! 
 Ama işte hani, biz sarılmış uyurken telefonun çalarsa ve sen arayanı, eskiden hoşlandığın bir kadın diye benden saklıyorsan hala-o gece berbat bir gece olabiliyor.

4 Mart 2012 Pazar

985

Plansız Uzun Gece 
 Plansız geceler hep daha güzel geçer ya...Uzun zamandır ihtiyacım vardı öyle bir geceye. 
 Kadıköy'de ufak çaplı bir toplaşmayla fasıl eşliğinde belki iki kadeh bir şeyler içip muhabbete niyetlenmiştik aslında...Sonra devamı geliverdi. 
 Son vapurla Karaköy'e geçip oradan da Tünel'e çıktık; bir kez daha buraya ait olduğumu hissettim. Gece ilerledikçe dolup taşan tanıdık barda tanıdık simalara rastladık: hep komik hikayeleriyle beni eğlendiren sevimli barmen ve nedense her karşılaşmamızda atıştığım tuhaf bir çocuk... 
 Kendisi efendim bir oyunda oynuyormuş, devlet tiyatrosunda, Guido imiş, peruk mu ne takıyormuş oyunda-bence iyi fikir çünkü saçları çok komik duruyor. Kendisi pek seviyor sanırım konuşmayı; tanımadığı insanlar hakkında yorum yapmayı "psikolog" karakterinin bir yüzü olarak görüyor olsa gerek, akıllı gibi gözüküyor ama her seferinde de düşüyor tuzaklarıma-acaba tuzağa düşmeyi mi seviyor? 
 Kendisini epey tanıma fırsatı buldum bu gece çünkü sabahı birlikte ettik sokaklarda. Bana uyuz olmuş güya tanıştığımız akşam zira ona adımı bahşetmemişim, her ayrıntıyı hatırlıyor o geceye dair, benim gibi kedileri seviyor o da ve tüm sevimli saldırılarıma sevimli sevimli karşılık veriyor... 
 Ona anlatmaya çalıştım; dedim ki bak, ben kadın olduğum için bir kere en başta senden üstünüm, istesem seni elde edebilirim, bunu biliyorsun değil mi? Bunu bir kere kabul et, ondan sonra konuşalım, dedim. Bana boş yere karşı koymaya çalışma, sade kabul et, en güzeli budur dedim. Anlamadı. İnat etti bana laf yetiştirecek diye Güneş'i doğurduk. 
 Neyse bu vesileyle Taksim'de sabahlamak durumunda kalırsak neler yapabileceğimizi de öğrenmiş olduk-mesela 4e kadar pekala bir barda takılıp 5e kadar Baykuş'ta birer çikolata içilebilir ve ardından boş boş yürünüp mecburen Bambi'ye tost yemeye oturulabilir, saat 6dan sonrası biraz zorlu çünkü üşümekten kaçış yok, 7ye kadar Cihangir yokuşlarında dolanılıp sonunda bir pastanede çay içilebilir... Ama meydandaki bayrak direğine kafayı kaldırıp bakmak tehlikeli, çünkü indirdiğinizde artık bir kafanız kalmıyor. 
 Plansız geceler hep daha güzel geçer ya...Uzun zamandır ihtiyacım vardı öyle bir geceye.

3 Mart 2012 Cumartesi

984

Sanırım herkes böyle bunalıma giriyor hayatında birkaç defa. Mesela biri öldüğünde, ya da okul bittiğinde... 
 "Okul" demek benim için Mimar Sinan demek; "lise" var bir de - lise başka bir şey, kamp gibi daha çok. Seçim değil zorunluluk, ben değil başkası, ama sonunda geriye dönüp baktığımda her şeye rağmen yine "ben"... 
 LİSE 
Lise yıllarımı hatırlayınca ilk şaşırdığım, o yaşta henüz hayatta hiçbir şey başarmamışken, kendime nasıl bu kadar güvendiğim oluyor - sabahları Güneş ile birlikte uyanıp yürüyüşe çıkmak, Erenköy-Fenerbahçe hattındaki kedileri beslemek ve güne umut dolu başlamak için o güce nasıl sahip olmuşum? Kendi kendime daha okumayı bilmezken çiziktirmeye başladığım tek kolu uzun tek kolu kısa kadınlara giydirdiğim yamuk eteklere ok çıkarıp "lila kadife" yahut "çiçekli pamuk" yazardım diye, ailemi tümüyle karşıma alıp Güzel Sanatlar'a girmeye karar verdiğimi açıklamaya nasıl cüret etmişim? Aynı ekolden olan dayım dahil herkesin bohem bir hayata sürüklenecğim ve "fen zekamı" harcayacağım endişesini bahane ederek karşı çıktığı halde, annem bir gün bana küçümseyerek yönelttiği "Kızım, kaç bin kişi giriyor, 20 kişi alıyorlar - 20 kişiden biri mi olacaksın!?" sorusuna neye dayanarak "Evet, 20 kişiden biri olacağım." cevabını verebilmişim? Belki de gençlikten! İşte "Okul"u ben bu kadar istemiştim. 
 OKUL:RIHTIM 
Okul'a girdiğimde lise yıllarının yakası sarı çizgili lacivert kazak baskısından sonra kendimi müthiş bir özgürlük ortamında buluverdim. Derslere o günlük girmeyip -diyelim ne yapacağımı bilmiyorsam- rıhtım rüzgarında akşama kadar oturup bardak bardak çay içmek beni her zaman kendime getirdi. Akşamüstleri markete gitmeye üşenmezsek çantamızı bira doldurup geri rıhtıma dönmek, içerken bazen def ve kudüm çalan Kürtçe konuşan biriyle tanışmak, başka bir seferinde belki solcu bir dergi çıkaranlarla güler yüzle tartışmak, İsviçre dağlarında bir manastıra kapanıp günlerce konuşmayarak kendini arındırmaya çalışan bir adamla karşılaşmak, hiç beklemediğin bir günde yalnız başınayken yan taraftan gelen Dionyssos kültü muhabbetine laf atınca dostlar bulmak, kaykayıyla gelen birinin stencil şablonları kesmesine yardım etmek, ileri doğru yürürken heykel yontanların yanında mermer tozuna bulanmak, resim atölyelerine girip ara verenlerin boş bıraktığı tuvallerine göz gezdirmek, ya da bir cuma sabahı yanlış sanat tarihi vizesine girdiğini soruları görünce fark etmek güzeldi... Okul'a gelirken Kadıköy'den vapura biner, Karaköy'den de genelde yürürdüm. Yolda hırdavatçı, oltacı dükkanları ile nargileciler arasından geçerken her tür sakat, tek bacaklı, bastonlu, elsiz, ayaksız, tek gözü iltihaplı, kambur, deli, dilenci, tinerci, acayip karşıma çıkardı ve onlara bakmayı severdim. Bu 15-20 dakikalık yürüyüş yıllarca benim gündelik kısa maceramdı. 
 OKUL ÇIKIŞI BEYOĞLU 
Okul çıkışları şüphesiz hep en keyifli anlardı; bütün günün gerginliği ve ister istemez içimize sinen yetersizlik korkusunu geride bırakmak için sayısız gibi duran yıkık dökük merdivenleri tırmanır Beyoğlu'na çıkardık... Bazen fotoğrafçılarla gezerdim, Fotoğraf Evi'ne uğrar, bakardık. Resimden bir arkadaşın sergi açılışı olurdu bazen, haberi gelirse ona da mutlaka gider işlerini görürdük. İstiklal'in arka sokaklarındaki dar konutların odalarını mesken tutan bu amatör karma sergileri gezerken yine muhakkak birileriyle tanışılırdı; bir çocuk yüzüğümü sarığa benzettiği için beni epey güldürmüştü, diğeri iştahla heykellerini anlatmıştı, in-yer-face tiyatro yapan bir gruba denk gelince tesadüfen sarsıcı kısa bir oyun izlemiştik, sonra video sunumundan hiçbir şey anlamadığım bir kızla söze Türkçe başlayıp İngilizce devam etmiş ve sonunda Almanca'ya geçmiştik... Ama son durak hep Nevizade'ye otururduk, orası benim ne hallerimi gördü; yaz sonunu soğuk beyaz şarap içerek getirdiğimiz günlerden birinde pencere kenarındaki büyük koltuklara kurulmuştuk, el maketi teslimimden birkaç saat sonra içkiden ziyade uykusuzluktan sarhoş olup dar bir terasta bale yapma imkanlarını zorlamıştım, Ankara'dan, Köln'den, Prag'tan, Brighton'dan, Amsterdam'dan, Brno'dan ve daha hatırlamıyorum nerelerden gelen arkadaşları buraya bir kere mutlaka oturtmuştum. 
 OKUL:KENDİNİ KEŞFETMEK 
Okul; en çok da ne olursam olayım hep "ben" olabildiğim tek yerdi. O gün ne giymeyi seçersem seçeyim, nasıl olsa Okul'da rahat hissedebilirdim ya da saçlarımı pembeye veya yeşile boyamamın sorun olmayacağını bilirdim. Kimse Nietzsche okuyanları faşist sanmazdı büyük ihtimalle, ya da en azından tartışılabilirdi. Bir arkadaşın arkadaşı mutlaka Poe okumaya bağımlı çıkardı, benim gibi, Asphodel'i anardı. Tesadüfen bienalde The Smiths'e ithafen yapılan bir video çekiminde illa Okul'dan birilerine rastlardım, onlar da yabancı sayılmazdı- mesela aynı ben gibi "What difference does it make?!" diye bağırıyor olurlardı. Yine Okul'da bir sonbahardı, fotoğraf kulübü masasında Hindistan'da bir yıl yaşamış, ashramlarda çalışıp "kendini yaratmaya" çabalamış bir adam tanıdım. Onun vasıtasıyla aylarca "başka bir hayat"ı seçen onlarca insanla yolum kesişti; mesela Antalya'da Güneş tutulması esnasında tanışmayan yüzlerce kişinin sarmal şeklinde birbirine sarılışını gördüm, bir seferinde Fethiye'nin Yakabağ köyüne 20saat otostop yapıp "Dolunay'da Şaman Ayini"ne katıldım, Burgaz Ada'da çoğunu tanımadığım, hepsi farklı yerlerden gelen insanlarla beraber büyükçe bir balkonda ney dinleyerek uyudum... Okul; her gün bambaşka bir macera sunardı. Resim bölümüne çıkarsam örneğin; öteden beri takip ettiğim ve hayranı olduğum bir hocaya rastlayabilir, onunla Dante Gabriel Rossetti'nin hep aynı kadının yüzünü resmetmesinden bahsedebilirdim, birkaç yılını komün evlerinde geçirmiş ve Led Zeppelin'e albüm kapakları hazırlamış bir hocanın müthiş ilham verici bir konuşmasını dinlerken William Morris'in "estetiğin standartlaştırılması" üzerine fikirlerini düşünme fırsatı bulabilirdim, İstanbul konulu döşemelik desenler hazırlamam gerektiğinde İstanbul'u simgesel yapılarını çizmeksizin nasıl anlatabileceğimi değerlendirirken birden aslında İstanbul'un bin-yıllarca üst üste yığılarak oluşmuş büyüleyici ve esrarlı bir birikinti olduğunu keşfedebilirdim... Okul; bir kendimi keşfetme yoluydu. 
 OKUL BİTTİĞİNDE 
Sanırım herkes böyle bunalıma giriyor hayatında birkaç defa. Mesela biri öldüğünde, ya da okul bittiğinde... Bir daha kendimi bu kadar rahat hissedebileceğim, en bunalımlı günlerimde kendimi içeri atınca rahatlayabileceğim başka bir yerim olacak mı, bilmiyorum. Acaba hayatımın karşıma bu kadar enteresan insanların çıkacağı bir dönemi daha olacak mı? Kendim olmaktan yorulduğumda bunu erteleyip başkası olmayı deneyebilecek miyim bir daha? Bunun için sanırım, kimsenin beni tanımadığı uzak bir ülkeye yerleşmem gerekecek. Artık Okul çıkışının spontane hissi olmayacak, evden çıkıp Tophane'de bir sergiye gitmek, İstanbul'un bir yakasından diğerine geçmek belki hava da yağmurluysa biraz zor gelebilir. Yalnız başına Cihangir sokaklarını gezme fikri o kadar sempatik gelmeyebilir ya da insan arayı açarsa bir zamanlar öylesine karşısına çıkıveren alternatif mekanları unutabilir. Korkarım, artık eskisi kadar dahil olamayacağım bu renkli hayata... Yine ilgi çekici insanlar karşıma çıkacaktır; tek günlük dostluklar, bir konuşmalık paylaşımlar, anlık yakınlıklar, plansız girilen galeriler, bir daha bulunamayan küçük butikler, yan masada kim bilir tekrar Yetkin Dikinciler'e yahut Murat Daltaban'a rastlayıp gülümseyerek söylediklerini dinleyebileceğiniz ara sokak cafeleri... Tek tesellim Beyoğlu! Evet, şimdi yıllar önce olmayı seçtiğim, bunca zaman düşe kalka yürürken olmayı istediğim, bir bakıma kendime "olmaya söz verdiğim" kişileri olma zamanı... Okul bittiğinde bu zaman gelip çatıyor işte.

2 Mart 2012 Cuma

983

Bugün yaklaşmakta olan bahar göz kırptı bana Ben de sıcak yüzüne gülümsedim...

982

(1 MART PERŞEMBE) 
 Küçükken babaannem amca çocuklarımla birlikte bizi parka götürürdü, bilgisayar çağı öncesi led ekranlarla henüz kirlenmemiş zihinlerimiz için en güzel eğlence salıncakta sallanmak, kendimizi ayaklarımızdan baş aşağı asıp akrobatik hareketler denemek ve parktaki gülleri bekçi görmeden koparıp eve götürmekti... Dönüş yolunda bakkalın önünden geçilirdi, babaannem sorardı: "Ne alayım size? Ne istersiniz?" Onlar illa bir şeyler isterlerdi, sakız, çikolata...-Ben istemezdim. Geçenlerde ölmeden önce babaannem hala herkese benim küçükken nasıl tok gözlü olduğumu anlatırdı. _ İlk okula büyük bir hevesle ve 1 sene erken başlıyordum, okuma-yazmayı nasıl olsa çoktan sökmüş, babam sağolsun zorla da olsa milyonlu rakamlarla arkadaş olmuştum. Evde sıkılıyorum diye okula yazdırdılar. Eylül başıydı, Kıbrıs'tan yeni dönmüştük, babamın öldüğü gündü. Eminönü tarafına alışverişe gidiyorlardı, babam her şeyi ucuz almayı severdi. Bana defter, kalem, çanta alacaklardı-kapıdan çıkarken babam bana döndü:"Kızım sana ne alayım istersin?" Gülümsedim, "Bana zaten her şeyi aldın baba, bir şey istemem." dedim. El salladı bana, el salladım. Bir daha dönmedi. Son konuşmamız böyle oldu; bana her şeyi vermişti zaten, mutluydum, başka şeye ihtiyacım yoktu, güvendeydim, beni henüz hiç kırmaya fırsatı olmamıştı, hiç hayal kırıklığına uğratmamıştı... _ Biraz daha büyümüş, yaşım tek haneliden çift haneli rakamlara yeni varmışken bir seferinde Bolu'ya akrabaları ziyarete gitmiştik. Eşi milletvekili olalı beri zenginlemiş bir Güzin teyze vardı, oğlu Burak ağabey benden büyüktü, onunla buz pateni yapmaya gitmek çok hoşuma giderdi... Güzin teyze bizi biraz daha şımartmak için bir akşamüstü yol üstündeki bir kırtasiyeye soktu. İçeride rengarenk kalemler, kokulu silgiler, oyuncaklar da vardı. "Bunlar arasından seçin beğenin, istediğinizi alacağım!" dedi. Burak ağabey kendine bir uzaktan kumandalı araba beğendi. Ben bir kalem seçtim. Güzin teyze şaşırdı, ısrarla sordu:"O kadar güzel bebekler var kızım, kalem mi istiyorsun?" "Evet." dedim. Akşam anneme anlatırken dedim ki:"Anne ben Güzin teyzeyi zora sokmak istemedim." _ Çocukluğum geride kalmış, ergenliğin mücadeleli ilk yıllarını da ardımda bırakmışken liseye başladığım yıl bir sevgilim oldu. Okulun yarısı zaten ona aşıktı, ben 1 sene bekledim tanışmak için. Aslında onu pencereden gördüğüm ilk sabah, ondan çocuklar doğurmaya karar vermiştim bile... Bir gün bana gelip çok garibime giden bir şey söyledi: "Benden bir şey iste." dedi. Anlayamadım, "Ne isteyeyim?" diye sordum. "Bilmiyorum işte-bir şey iste yapayım... Senin için bir şey yapmak istiyorum! İste uzaklardan bir şeyler getireyim, senin için bir şeyi bulayım ya da ne bileyim işte-iste bir şey yapayım!" Güldüm, hala anlam verememiştim. Çok sonradan beni sevdiğini kanıtlamak için böyle bir gösteriye gerek duyduğunu tahmin ettim. "Bana sakız al o zaman." dedim. "Şıpsevdi'lerin muzlu çileklisini çok severim ama artık bulunmuyor..." Birkaç gün sonra bir paket Şıpsevdi'yle çıka geldi. Birer tanesini çiğneyip paketi sakladık. Bana zaten mutluluğu en masum haliyle vermişti, isteyecek bir şeyim yoktu, sakızdan başka. _ Şimdi ben ben oldum. Hep istediğim okulu kazandım, girdim, düşe kalka da olsa kendime varan yolu orada tuttum. Okudum, yazdım, iştahla hep gezdim, tanıştım, konuştum, tartıştım, öpüştüm, içtim, dans ettim, baktım, çizdim, boyadım, düşündüm, kirlendim, derinleştim... Yolculuk hep zorlu, hep tökezlemekteyim, dizlerim yara bere içinde-derken bir adamla tanıştım; gülümsedim. Gülümsetmişti beni, daha en başından. Onu farklı bulmuştum, yazarı tanınmayan, değeri anlaşılmamış, best seller olmamış eşsiz bir kitap gibi... Açtım, okudum. Sayfa sayfa açıldı önümde, öyle doluydu ki içi-bazen kendime hiç boş sayfa bulamamaktan korktum. Kah okuduklarıma ağladım, kah bulduklarıma şaşırdım... Gün geldi, ondan bir şey istedim. "Ben kimseden bir şey istemem."dedim. Kendini bildi bileli, kimselerden bir şeycik isteyemeyen ben, Rana, tek defaya mahsus birinden bir ricada bulundum- Yapmadı. Belki de bilmiyordu beni, öyle ya, yalnız 2 yıldır yakından tanıyordu, bilseydi benim çaresiz kalmasam yardım dilemeyeceğimi, bilseydi başkalarından istemenin benim huyum olmadığını, ancak kendimden istemeyi seçtiğimi, bilseydi ne kadar yerle yeksan hissettiğimi istedim diye, bilseydi işte bence... Yapardı.