29 Nisan 2012 Pazar

1041

BİSİKLETLE BİRLİKTE BENİ DE SÜREN HARİKA ADAMLA BERABER HARİKA BİR NİSAN PAZARI DAHA!

Hava kapalı, yağacak gibi de olsa gülümseyerek bu Nisan pazarına başladık:

Önce trafiğe kapatılmış caddeye indik ve Backhaus'ta bon giorno kahvaltıyı denedik, zeytinyağına ekmek bandık, peynirli omletini birbirimize yedirdik...

Ardından bomboş caddenin ortasında dilediğimizce yürümenin, kornasız konuşmanın, telaşsız adımların tadını çıkardık...

Bisiklet turu başlamıştı, yarışçılar henüz bu tarafa gelmeden fırsat bu fırsat deyip, bisiklette çiftli tura başladık-yalnız tandem değil bildiğin eski usül!

Güneş yüzümüze çarpıyordu, ben şarkı söylüyordum-Beatles-saçlarım arkamda bisikleti süren adamın suratına uçuşuyor ve her zamanki gibi onu gıdıklıyordu. "Artık beni bisikletinle gezdirmiyorsun diyordun bir de geçen...Bak hem de bütün caddeyi iki kere turladık...!" dedi.

Caddede herkes bize bakıyor, bazısı fotoğraflarımızı çekiyordu, kıpkırmızı rujumla hepsine kocaman gülümsüyordum. Patenli çocukların, bakakalan yayaların yanından hızla geçip giderken gülüşüyorduk. Arnavut kaldırımı yola saptığımızda titremeye başladık, karşımıza araba çıkınca bir sağa bir sola slalom yaptık-biraz korkuyordum ama en fazla ölürüz dedim!

İlk defa birlikte vişne-yeşil elmalı denediğimiz dondurmacımızın önünden geçip sahile indik, yarışçılar için ayrılmış yola girip son 500 metreyi de beraber tamamladık. Terleyip nefes nefese kalmasına rağmen bisikleti süren adam yorulmuyordu...

Takımların yaklaşmasını heyecanla beklerken yerlerimizi 200m. civarında aldık, az önce bisikleti benle beraber süren adam şimdi bana hangi renk formanın hangi takıma ait olduğunu anlatıyordu...


Arabalarla, metal yığınlarıyla, dumanla, benzinle dolan dünyada baldırlarına kuvvet yaşamayı seçen bir grup genç ruhlu insanı gönülden alkışladık!



O, atılan su mataralarından kapmak için uğraşırken ben de fotoğraf çekme görevini üstlendim. Son 8 etabı bir yukarı bir aşağı bir ekrana bir finish'e gidip gelerek geçirmenin yorgunluğunu ayak bileklerimiz hissettiriyordu...

Son gücümüzü dondurmacımızdan birer kap almak için yürürken topladık-benimki bademli portakallı ile armutlu mascarponeli, onunki her zamanki yeşil elma-vişneli ile-yoğurtlu bitmiş olacak ki-karadutluydu...

Bu harika günü bitirirken demek istiyorum ki: Cumhurbaşkanlığı Bisiklet turu'nu seyretmenin heyecanına kapılıp kendini unutan tüm kırmızı burunlar el kaldırsın!!!

28 Nisan 2012 Cumartesi

1040

Kim bilir
belki de
epeydir beklediğim
fırsattır
bu akşamki
yalnızlığım...

hep dikkatimi vererek
okumak, anlamak istediğim
hevesle alınıp
yarım bırakılmış
bir kitabı
okumak

ya da

yıllar önce indirilmiş
merak edilmiş
sonra bir türlü
vakit ayrılamayıp
dolapta eskimiş
siyah beyaz bir Passolini filmini
sonunda sakinleşip
seyretmek için...

1039

(27 NİSAN CUMA)

Ben artık bu ortamların insanı değilim
belki hiçbir zaman olmamıştım-
belki hiçbiri gibi de değilim

bu yüzden gergin hissediyorum
kaçmak istiyorum

ve sen hayatımdayken
ben kendimi bu kadar
yapayalnız hissediyorsam
niye varsın ki?
bilemiyorum

26 Nisan 2012 Perşembe

1038

KENDİNİ YARATMIŞ VE SONRA BUNUN ONU YALNIZLAŞTIRDIĞINI FARK EDEREK DAHA BASİT OLMAYI DENEMİŞ, ŞİMDİ BULUNDUĞU YERDEN KORKAN ARKADAŞA YÜREKLENDİREN CEVAP:


Kendimizi yapmak için yirmiküsür yıl uğraştık, mesai harcadık ve olduğumuz kişi bizi yalnızca yalnızlaştırdı mı??… “Basit” hayatları sürseydik-seçimimizle yahut şans eseri-daha mı “mutlu” olurduk ya da basit bir hayat mümkün mü? Belki de hayatı ne kadar çabalasak da karmaşıklaştıramıyoruz yeterince, özünde hep en temel mesele olarak, ulaşılmaz, el sürülmez olarak öylece babalar gibi duruyor. Shakespeare okumak bana hep zor gelirdi, İngilizcesini sökmek bir yana-fazla teatral bulurdum ki bu da onu okunmak için zor kılardı. Şimdi söylenmiş en temel “doğru”nun “Olmak ya da olmamak” şeklinde özetlendiğini fark ediyorum…

Kendimizi yaratma uğraşımıza geri dönecek olursak; bu hayat boyu süren ve kendiliğinden üstlenilen görevi biz biraz fazla ciddiye aldık. Kimsenin umrunda olmayan, adları duyulmayan kişilerle yatıp kalktık, açlıkla okuduk, şevkle gezdik, susamış gibi hepsini bir dikişte içercesine öğrendik. Şimdi dünya bize bir çöl gibi görünüyorsa suç bizde mi!?

Herhalde bu yolu takip etmiş pek çoğumuzun anlayacağı, kendini içinde hissettiği bir dönem var böyle: “ben de fazla merak etmeyen, bu kadar düşünmeyen ve bilmeyen biri olsaydım keşke!” dönemi. Bu halimizle ya kibirli, kendini beğenmiş, mutlaka ukala ve biraz sevimsiz, en çok da tekinsiz bulunuyorduk ve etrafımızı da tedirgin ediyorduk-”biz neden bunları hiç merak etmedik” rahatsızlığını veriyorduk! Kabul edilmek için nötralize etmeyi denedik kendimizi, dengelemeyi, sıradanlığa tutunmayı… Böyle bir dönem hepimizin başından geçti, geçiyor. Ama ben bunun aşılması gereken bir eşik olduğuna, ondan sonra ancak ergenlikten çıkabileceğimize inanıyorum.

Okunacak öyle çok kitap var ki-şu ara ben bir derleme olan “Ölüm Kitabı”nı okuyorum-öyle çok kişi var tanışmamız ve can kulağıyla dinlememiz gereken-ki bir çoğu çoktan ölmüşler, fakat biz ölülerle dostluk etmeye de alışkınız-öyle çok yer var keşfedilmeyi bekleyen, bizim çoook borcumuz var hayata! Yazabiliyorsan, yazmak senin boynunun borcudur. Çizebiliyorsan, çizmediğin her gün senin utancın olmalı-böyle belledik biz!

Öyleyse;

yeniden-
yeni baştan-
sil baştan-
hayata!
;)

1037

(25 NİSAN ÇARŞAMBA)

BİR KAHVE&TOST SABAHI DAHA...

Ne zaman kendimi sıkıntılı, endişeli, güçsüz, kederli, yalnız hissetsem
Sana gelmek, konuşmaktan ziyade-birlikte kıvrılıp yatmak, sarılıp uyumak
Sen sabahın köründe duştayken kahve demleyip tost yapmak rahatlatıyor beni...

24 Nisan 2012 Salı

1036

Yere kadar kıpkırmızı çiçekli etek, bu yaz yine çingene ruhuyla geçecek!

23 Nisan 2012 Pazartesi

1035


Normalde hep bir pazar sabahı klasiği olan Moda'da kahvaltı, bugün bir pazartesi denemesi olarak yaşandı.
Moda'nın aylaklığını da Beyoğlu kadar özlemişim...
Çoluk çocuk bolluğuna rağmen Moda sessiz sakindi, kahvaltı fazlasıyla doyurucu, kaymak beklediğimden iyiydi.
Yediklerimizi eritmek için yapacağımız aktiviteleri düşünerek kıkırdadım ve eve dönüşe geçtim...

1034

(22 NİSAN- EN GÜZEL PAZAR)

BEYOĞLU AYLAKLIĞI

Beyoğlu'nun aylaklığını özlemişim, diye düşündüm meydana indiğimde, hafif gecikmeli, ama bir yandan da tam zamanında.

Aklım bomboştu, tam özlediğim gibi, dilediğimce gezinip tozunmak, hesapsızca bir o sokağa bir buna kıvrılmak, karşıma çıkıveren her şeye bakınmak için bulunmaz bir Nisan günüydü!
Sabaha, biraz öğlene doğru güneşten korunaklı bir terasta başladık; Abraham Eremyan'ın ruhu karşımızdaki Emek Pasajı'nın melekleri arasından bize sırıtan şeytanın içindeydi, gülümseyerek günaydın dedik.

Sokağa inip geçenki yağmurdan sökülmüş taşlar arasında rahat rahat yürüdük, her zamanki pasajlara girip çıktık ve her zamanki "şeyler"e baktık; bu pasajlarda pek bir şey yoktur da bir şeyler vardır ya hep...

Yine öyleydi işte, belki aylar olmuştu ben gelmeyeli- iş için veya gece içip dans etmek için çıkıyordum artık Taksim'e- yine eskisi gibi minik sürprizli şeylerle doluydu tıkış tepiş vitrinler:boy boy renk renk poz poz baykuş bibloları, başında kepli kitap okuyanı, gözlüklüsü, dala tünemişi, kızgın bakanı, miniminnacık olanı, göbeklisi... sonra masonluk simgeleriyle bezeli anahtarıklar, gönye işareti, bir İsa figürü, bizim evdeki firuze taşlı yüzüğün aynısı, Meryem resimli bir kutucuk, baykuşlu keçe çantalar, yine baykuşlu yastıklar- her şey baykuşlu- komik t-shirtler ve bu gibi popüler kültür araçlarının vazgeçemediği Nietzsche sözleri-hatta ona ait olmayanlar-antika mı değil mi anlayamadığımız eski kılıklı kahve fincanları, gümüş kaşıklar, başka hayvanlar, eski sinemalar, eski filmleri oynatan sinemalar, artık kalmayan sinemalar...

Pasajların içi ayrı bir alem. Serince, loş, baş döndürücü.

İstiklal'nden aşağı inerken solda karşımıza çıkıveren bir sergiye daldık-evet daldık-peşimizden de Arap bir grup daldı, epey gürültülü ve ilgiliydiler ama görevli sürekli "Don't touch" deyip duruyordu, biz de dokunmadan baktık bu Beyrutlu kadının işlerine: rende yatak ve paravan, bu haliyle daha çok gülleler toplar gibi görünen dev tespih, saçları örtmek için kullanılan geleneksel Arap başörtüsünün saçlarla yapılmış versiyonu, renkli cam atom bombaları, bakana "Hala buradasın." diyen sorgulayış aynası, mönüde boğazımızdan midemize inen yolu seyrettiğimiz bir tabak olan yemek masası, büzüşüp genişleyen pütürcüklü ve kıllı testis derisine yakından tanıklık...
Keffieh; saçlı dokuma...
Daybead&Grater Divide; rende yatak ile paravan...
Deep Throat; yediklerimizin yolculuğu...

Natura Morta; rengarenk ölümcül şekerler, camdan el bombaları...
Worry Beads; dev tespih...
Hair grids with knots; dökülen saç tellerinden dokuma... _sevgilime sanatsal bir destek sağlamak amacıyla ben de düzenli biçimde evinde saçlarımı döküyorum_

Böylelikle günlük küçük sanat dozumuzu aşı gibi vurulduktan sonra biraz dondurma iyi gider diye düşündük-ama dondurma mı çilek mi, yoksa her ikisi birden mi?

Çilekleri birer birer, tiramisulu dondurmayı kaşık kaşık ağzımıza atarken Tophane'ye inen gizemli ara sokaklarda kaybolduk-burası şüphesiz en sürprizli şehir!

Köşeyi kıvrılınca muhteşem bir bina bizi karşıladı, loş ve dar sokaklardan birinde unutulmuş, zamanla üzerindeki yazı silikleşince daha da bir güzel olmuş...


Serin taş geçitlerden birinin ucunda "Dali gravürleri" sergisinin ilanıyla karşılatık, Tophane'ye yaklaştıkça rengarenk gürültülü çoluk çocuklu gecekondu mahallesi sokaklarından geçmeye başladık, şaşkın ve büyülenmiş turist amcaya güldük, bakkalın indirimli ürünleri tanıtma biçimine güldük-"3lt kola 5tl" gibi yazan kağıtları üst üste koymuş öyle cama- son anda deniz kenarına inmek için erken deyip yeniden yukarı yöneldik, yokuşlarda nefes nefese kalıyor, arada bir nefes almak ve öpüş tazelemek için birkaç saniyelik molalar vermeyi ihmal etmiyorduk. Derken birdenbire az önce bahsettiğim-size değil ona o andan az önce bahsettiğim-Masumiyet Müzesi ile burun buruna geliverdik-kırmızı pek de masum sayılmaz diye yorumladık ve merak ettik.

İstiklal'i işgal eden tabelalar-ışıklar-yazılar, yağmacı restoran ve mağazalardan yakınıp dururken, arka paralellere sapınca türlü türlü ufak ama sevimli alternatifler keşfettik-hani bir daha gelsem bulamam dersin ya-ikimizin de duyduğu, aklına yazdığı ama hiç denemediği bir cafe, gazetede okuduğum ve merak ettiğim fakat gidip bulmaya üşendiğim bir minicik pastahane, "buraya da oturulabilir" restoranlar, "bir gece burada kalalım mı!?" hevesiyle yanından geçtiğimiz Büyük Londra Oteli, Goya gravürleri sergisi afişi, ne yazık ki pazarları kapalıymış çıkan Antakya lokantası, doğumgünüm için yer ararken bulduğum bar da buradaymış işte, onun arkadaşlarıyla arada bir gidip bütün weissbierları içtiği ve geçen sefer bardakları götürüp çıktıklarından epeydir uğrayamadıkları küçük birahane, bütün sokağı almış olduğunu fark ettiğim Çerkes restoranı...

Bu plansız programsız, bu olabildiğince rahat, savruk, serkeş günün sonunda ayaklarımıza kara sular inmiş olduğunu fark edince meydana topuklayıp Beşiktaş dolmuşuna bindik. Oradan karşılıklı göz kırpıp öpücük gönderilen vapur yolculuğu bizi kendi mahallemize; Kadı köyüne getirdi, kalabalık arasında tırmanıp lahmacun yemeğe oturduk.

Evde tatlı yapma planlarımız vardı-fakat Migros bizi hayal kırıklığına uğratarak çilek mevsimini henüz açmadığını gösterdi-olsun!
Biz de kanepeye kıvrılıp, rahatsız edici fakat iyi bir film koyup izledik, sonra uyuya kaldık...





















1033

(21 NİSAN CUMARTESİ)

Keyifli bir cumartesi; mis gibi sahile yürüyüşle başladı, fakat nisan havası sağ gösterip sol vurdu, rüzgar biraz afallattı...Kol kola, el ele, eller belde-bazen kalçada-yürüyen bir çift, arada bir fırtınadan kalma dalgaları seyretmek ve öpüşmek veya boşuna taşıdıkları mavi şemsiyeyi bir yerlerde unutmak, bazen de güneşe bakarken gözlerini kısmak için durakladı...Bir karga, ışıklı "La Martine" yazısının üzerine kondu, yan masada bir kadın pembe şarap kadehini salladı, çiftimiz bu kez dondurma almak için durakladı; ananaslı, yoğurtlu...

20 Nisan 2012 Cuma

1032

Bir zamanlar beni ben yapan kimse kalmadı artık hayatımda.

Düşündüm de; senin henüz tamamlayamadığını hissettiğin o değişimin ben de hala tam ortasındayım,
ve en az senin kadar yalnızım.

1031

(19 NİSAN PERŞEMBE)

Bir lanet vardı o kesin, bu günlerde. Bir tür ulaşamama, anlaşamama, Merkür geri vitesi gibi bir şey...
Yine de hava açmıştı ve Morrissey dinleyerek Beyoğlu'na çıkmak, iş görüşmesini beklerken oturamayıp ayaklarını takip ede ede Tepebaşı'na inmek ve eski bir okul arkadaşını ziyaret etmek için güzel bir gün olduğuna karar verdim.



1030

(18 NİSAN ÇARŞAMBA)

Güzelliğin yeniden tanımlandığı, kilisenin itibar kaybettiği zamanlardı... Matematik daha çok rağbet görmekteydi dini vaazlara doymuş halk arasında, estetik değerleri artık oranlar belirlemeye başlamıştı... Önceden dev kubbelerin altında ezilen, tanrının hikmeti karşısında zavallı kalan insanoğlu, sonunda başını kaldırmış etrafını keşfe başlamıştı... Bu çağı bizler coğrafya derslerinde "rönesans" adıyla tanıdık; Türkçeleştirilmiş Fransızca bir deyimdi bu. Bir uyanış hali gelmiş Avrupa'ya hasıl olmuştu; insanlar her şeyi sorguluyor, yeniden öğrenmek, düşünmek, tartmak istiyorlardı.

Bu uyanış çağı sanatçıları aynı zamanda mermer yontup renk karıştırmayı sürdürürken bir yandan da köprüler yapmaktan geri durmayıp uçmak hayalini gerçekleştirmek için kanatlar tasarlamaktan da çekinmediler. Bunların adlarını ezbere biliyoruz, çoğu pek meşhurdur-hatta aralarında çizgi film karakterleri haline gelmiş bir dörtlü bile var!

Bu dörtlüden biri mimar ve heykeltraş, biri heylektraş ve ressam ayrıca şair, biri ressam, biri ressam ve yanında bilim adamı idi.

Medici koruması altında Papa'nın, hatta Osmanlı padişahının dahi hayranlığını kazanmış soylular olarak kabul görmekteydiler-biri hariç. Biri biraz dışlanmıştı. Dışlamıştı daha ziyade. Dışarıdan bakıyor, hepsinden uzaklaşmayı yeğliyordu. zamanla korkmaya başladı kem gözlerden, şüpheleniyordu-onu öldürmek isteyenler vardı!

Mermerle daha güzel anlaşıyordu insanlardan ve renklerle daha güzel konuşuyordu arkadaşlarından. Suç mu bu?!

Bir sipariş üzerine Vatikan'da bir kilisenin tavanına dört koca ve yapayalnız yıl boyunca boyun ağrıları ve göz bozukluğu yanında bir tutam leziz paranoya eşliğinde yaratılışı işledi... Tanrı, bulutlar üstünde oturmuş, Adem'i bir dokunuşla yaratıveriyordu.



Meryem'ini bulmak için çok uğraştı; pürüzsüz bir güzelliği, tertemiz bir ışığı olmalıydı-zamanı durduran bir suskunluğu olmalıydı yüzünün.



Ona heykeltraş dediler, küçümseyerek, ressamlar. Onu dalavereye getirmek istediler.



Bitirdiği anda bu tarihe geçecek tavanı, yere attı kendini, kimseler yoktu yanında-coşkusunu paylaşacak hiç kimse! Kıskanç bakışların Havva'sının, meleklerin üzerinde dolaşacağını gözünde canlandırınca birden kırmak istedi hepsini. Gözleri önünde üzerine titrediği bu 4 yıllık yalnızlığının bekareti bozulacağına yerle bir olsa yeğdi! Yapan o olduğuna göre-yardımcısız kendibaşına-; bozma hakkı da onundu, pis bakışlarla kirletilmesine tahammül etmektense mahvoluşunu izlemeyi istedi... Eline bir çekiç aldı-durdurmasalar kıracaktı.



O para için sipariş alan yalaka ressam arkadaşlarına benzemeyen, sırf yapabileceğini görmek için yapmış, yalnız kendisi şahit olsa da bu gurur ona fazlasıyla yetmişti.

17 Nisan 2012 Salı

1029

Yağmur Sıkıntısı

Bugün "o" günlerden biriydi.

Tekinsiz, dile gelmeyen, buruk, belli belirsiz, elle tutulamayan, tedirgin, yerinde oturtmayan, bölük pörçük sıkıntılı rüyalar gördüren, bugün-...

Bugünün böyle olacağını daha sabahından sezmiştim, seninle yan yana, başımız ileride, ellerimiz ceplerimizde tırmanırken her sabahki yokuşu sessiz ve içe dönüktük. Ben sebepsiz tedirgin ve hafif kederliydim, sen de sanırım benim bu halim yüzünden biraz gergindin. Hava hiç açmayacak gibi basıktı işte sabahın köründen beri, yağmur hiç bastırmayacak gibi ama hep üstümüze çullanacak gibiydi yani bulutlarıyla, anlıyor musun?

Bugün o günlerden biri olacaktı besbelli, hiç kaçarı yoktu, ben de kabul etmeye karar verdim olduğu gibi. Asında severim bir parça böyle günleri, zaman bulur insan kendine bakmaya.

Bugün o günlerdendi; Tarkovsky filmi koyarsın bir tane, düşünmeden, bitince daha da bedbaht olursun hani-yağmuru beklerken pencere önüne sandalyeni çeker- tedirgin, bir gözün camda- Dostoevsky okursun, o günlerdendi işte...

1028

(16 NİSAN PAZARTESİ)

”Akıllı bir adam, kendine karşı acımasız değilse gururlu da olamaz” ..

*

"Ne kadar sana benziyordu Muharrem!" dedi.
Gülümsedim.
"Söyledikleri, kendine acımasız olmakla ilgili... Her şeyi yıkmak kırmak istemesi, bir kez başlayınca sonuna kadar gitmesi sana benziyordu."
Düşündüm-aynı fikirdeydim.

Bir pazartesi akşamı son dakikada yetişilmiş bir Dostoevsky uyarlaması Zeki Demirkubuz filminin ardından dura dura konuşuyorduk, gözümüzün önünden hala filmin görüntüleri geçiyordu...








*Dostoevsky'nin Yeraltndan Notlar kitabından alıntıdır.

15 Nisan 2012 Pazar

1027

Hapise masum giren suçlu çıkar.

1026

(14 NİSAN CUMARTESİ)


Mevsimin son yagmurunu beraber yakalayabilmek için taksi beklerken ıslanmayı göze aldım...

13 Nisan 2012 Cuma

1025

Güngören, Kadıköy rıhtım, Söğütlüçeşme, Merter, Beyazıt, Gedikpaşa, Topkapı arasında bir o-ra-ya bir bu-ra-ya...Adım adım gezdiğim kaotik İstanbul gününün ardından bu güneşli günü kendime saç bakımı, cilt bakımı yaptırmak ve arkadaşlarla huzurlu bir bira içmek için ayırdım...

1024

(12 NİSAN PERŞEMBE)

Kestane yemeği ve çubuklu un helvası eşliğinde kaybetmekten korktuklarımla samimi bir akşam...

11 Nisan 2012 Çarşamba

1023


Saraylı olduğu her halinden belli, Osmanlı mirasçısı olmaktan gurur duymamız gerektiğini hatırlatan, asil ve mağrur bir kadın; yaşlandığımda onun gibi olsam...





10 Nisan 2012 Salı

1022

BUGÜN VE HER ZAMAN OLAN ŞEYLER

Bugünün insanları gerçekten yüzümü buruşturuyorlar.

Bazıları mesela, ki görsen akıllı sanırsın, nasıl gözüktüklerinden daha mühim bir şey olmadığını sanıyorlar-üstelik ergenliği de çoktandır geçmiş olmalarına rağmen... Halbuki güzellik, üzerine yapıştırabildiğin bir şey değil, takıp çıkarılan bir aksesuar değil. Spor salonlarının, estetik ameliyatların ve kozmetik mağazaların sana vaat edebileceği yalnızca "güzelmişsin gibi" hissettirmek olacak. Sen zaten bahar gelirken diyelim, heyecan içinde deniz kenarına koşuyor ve uzun uzun yürümek istiyorsan doğal olarak zinde kalacaksın, sen zaten çileğin çıkmasını dört gözle bekliyorsan taptaze olacaksın, zaten Güneş'le beraber uyandığında ışıkla yüzünü yıkamayı seviyorsan hep genç kalacaksın, gerisi tam palavra! Birileri seni yeni ürettikleri pantolonun içine sığdırmaya çalışıyor, birileri sana yeni sezon parfümlerini satmaya çabalıyor- farkında değil misin? Leylak toplamaya çıkıyorsan sen zaten mis gibisin! Papatya çayı demliyorsan bence anti-depresanlara lüzum yok artık, o zayıflama haplarını da bırak, çünkü enginar mevsimi geldi! Vitaminleri kutulardan alma, yemyeşil maydanoz bitti! Görmüyor musun??

Yine de bazıları, okumuş öğrenmişler arasından hem de, personel trainer'lara ve yaşam koçlarına ihtiyaç duymaya devam edecek. Güneş her sabah bıkmadan usanmadan doğacak ve her akşam bir düzene göre batacak. Bu aradaki saatleri, bugünün insanları yaşamaları için gerekli parayı kazanırken yaşamaktan vazgeçerek geçirecek. Trainer'lar epey para istiyor ne de olsa...

9 Nisan 2012 Pazartesi

1021

İki renkli hippi çiçekli sevimli nostaljik kovboy kuru kafa birbirlerine baktılar; aşıktılar.





Adam; hasır şapkalı puanlı altın dişliydi-dedi ki: "Till death do us part, baby...!"*
Kadın; pembeli çiçekli örgülüydü-gülümseyerek cevap verdi: "Love ya forever darlin!"**





*"Ölüm bizi ayırana dek bebeğim...!"
**"Seni sonsuza dek seveceğim sevgilim!"

8 Nisan 2012 Pazar

1020

Bugün çok tatlı bir adamın doğumgünü!
Ben tanıyorum onu, iki yıldan fazla oldu...
Daha ilk gördüğümde zaten ısınmıştım, ama giderek aramızdaki sıcaklık biraz arttı...

Bir akşam bana çilek yedirmesiyle başladı her şey, bugüne kadar her gün bana bir daha çilek yedirir mi acaba diye umutla bekledim.
Düşünün artık.

Bu sabah onun doğumunu, var olmasını ve benim hayatımın bir parçası olmasını kutlamak amacıyla sahilde bahçe içinde bir kahvaltıya gittik.
Mezelerde, böreklerden bol bol yedik...

Arada takılıyorum ona ama, o da biliyor bence; tanıdığım tüm insanlardan daha genç, taze, canlı olduğunu...


1019

(07 NİSAN CUMARTESİ)

İstiklal'in kaldıramayacağı kadar kalabalık bir turistler, gezentiler, anketörler, greenpeaceçiler, ameleler, Arap aileler, içmeye çıkmışlar ve daha nicelerinden ibaret güruh tarafından neredeyse istila edilmiş olduğunu gördüğümüzde biraz ürktük. Ama Şişhane'ye kadar inmeye sabır gösterince mükafatını da aldık: başbaşa kalabileceğimiz, konuştuğumuzu duyabileceğimiz ve cumartesi müşterisi muamelesi görmeden mesela sıcak yemek yanında soğuk bira bulabileceğimiz sakin bir köşe...

Baharın gelişini susamlı çıtır tavuk, hellimli salata ve peynirli rokalı pizza yiyerek kutladık, bu arada hediye olarak ne yapmış olabileceğim konusunda seni meraklandırmak için biraz uğraştım.

Sonra kalkıp ara sokaklarda, unutulmuş gibi duran ufak bir barda konseri beklerken birer bira söyledik, bana ilk gençliğimin deli dolu yıllarını, sana da mutlaka eskileri hatırlatan The Cure, sürpriz Offspring, arada günümüze yaklaşan bir Gogol Bordello ve hemen ardından yine geçmişe ışınlayan Franz Ferdinand şarkılarıyla nostalji yaşadık.

Ben sana bir ara eski hayatında, o zaman hayatında olan insanlarla daha mı mutluydun, diye sordum ve bunu sorarken de gözlerim doldu. Gözlerime mavi far sürmüştüm, ojelerime uysun diye ve topuklu ayakkabılarım da göz alıcı parlaklıkta masmaviydi.

"Seninle kaç kere konsere gittik, ben şimdiye kadar çok az gitmiştim, daha şimdiden senle o kadar grubu dinledik mesela." diye açıkladın; sevindim.

Zaten bazı şeyler var ki; yalnız benimle yapabiliyorsun-bazı şeyler ki buraya yazamıyorum... Ama ben biliyorum, sen biliyorsun. ;)

6 Nisan 2012 Cuma

1018

Bugün İrlandalı bir kız için Michael Jackson
ve
çenesini ısırmayı sevdiğim bir adam için kırmızı bir boğa
boyadım

boğalar kırmızıyı sever,
değil mi?
:)

5 Nisan 2012 Perşembe

1017

Leonard Cohen'i dünya gözüyle bir kez daha görecek olmak, terzisinin elinden çıkmış ustalık eseri rakımı ve yaşlanmış yüzünü gizlediği şapkası içinde, banttanmış gibi hiç şaşmayan sesinin derinliklerinde gezinecek olmak...beni mutlu etmeye yetti bugün.

Bir de senin için bir şeyler tasarlamak; ufak da olsa bir şeyler yapmak, kafa yormak, seni doğumgününde nereye götüreceğimi düşünmek bana yeniden umut ve neşe verdi.

1016

(04 NİSAN ÇARŞAMBA)

Akşamüstü kendimi dışarı attım, kalabalığın arasına, Beyoğlu'na.
"Karı muhabbetlerinde mi her Allah'ın günü/Carıl curul mu yine tatlı kaçık İstanbul"*
Serseri sokaklar hafta içine bakmadan dolup taşmış, herkes başka başka şeylerin peşinde, kimi aşağı kimi yukarı kimi el ele...

Gittim yabancı sayılmaz bir cafeye, tek boş masaya oturdum, bir Bomonti söyledim.
Beklerken bir tane daha söyledim sonra, arkamdaki adamın hafif aksanlı Türkçesine kulak kabarttım.
Amerikalıymış. Türkçeyi iyi öğrenmişsiniz, dedim.

Arkadaş gelince kalktık sinemaya yürüdük, arka sıralardan birine kurulduk, filmin İngilizce veya Fransızca olmasını umut ettik.
Sanskritçe çıktı-olsun.
Bir de bol aksanlı İngilizce vardı tabi, onu anlamak daha zor.

Katmandu'ya gelmiş İspanyol bir kadın öğretmenin idealistliğini seyrettik, kendi hayatını tümden unutup kendini çocuklara adamasına tanık olduk. Öyle ki; toplum dışına itilen alt kast çocuklarına eğitim veren bir okul açmak için para toplamak amacıyla Barcelona'ya birkaç aylığına geri döndüğünde bile kendini evinde hissetmiyordu. Onun yeri Nepal'di.

Kız çocuk beklediğini anlayınca kendini öldüren Sharmali'ye üzüldük, formalite evliliği yaptıkları halde zamanla kalbini kazanan tatlı Tsering'e gülümsedik ve bambaşka bir hayatı seçmenin nasıl olacağını düşlemeye çalıştık.

Aklıma bir yılını Hindistan'da ashramlarda, biraz Pakistan'da biraz da Nepal'de geçirmiş eski sevgilim geldi. Bu insanlar şüphesiz bana çok zor gelen bir şeyi başarmışlardı; gitmeyi. Gitmeyi, ardında bırakabilmeyi, gittiğin her yerde evinde olabilmeyi ve sonunda geri dönebilmeyi...

Bambaşka bir hayatın mümkün olduğunu görmek insanı rahatlatıyor bir şekilde.










*Akgün Akova'nın "Güvercinli Güvercinli" şiirinden alıntıdır.

1015

(03 NİSAN SALI)

Bazıları

Bazıları biliyor ağlamaktan kusabileceğini insanın
ve bazıları neden mutsuz olduğunu bilmiyor

Bazıları tutunabiliyor hayata, öyle ya da böyle
Ne fark eder-
Bazıları hep bir eğreti duruyor yaşamın kenarında
Bazısı için ne kolay her şey, yemek, içmek, işe gitmek
Sevgili bulmak ve sevgiliden ayrılmak
Bazısı için ne zor!

Ancak bazıları farkına varıyor ölümün ve unutmuyor
Her an bir şeylerin yitip gidebileceğini, bunun kaçınılmazlığını
İşte o bazıları için hayat, hep biraz dışarıdan bakılan
Buğulu camlar ardında güzel olduğu kadar sanal bir manzara...

3 Nisan 2012 Salı

1014

(02 NİSAN PAZARTESİ)

"Kıymetini daha çok bilmeye karar verdim ." dedim, geçen yıl yazdıklarımı okuduktan sonra dün gece.
Ne güzel hayatım varmış aslında, diye geçirdim içinden birlikte yaptıklarımızı gözden geçirdiğimde.
Ne çok anı biriktirmişiz ve ne kadar beklenmedik günü, geceyi paylaşmışız fark etmeden.
Öyle yoğun diyaloglar geçmiş ki aramızda, ben bile inanamadım, eminim sen de şaşarsın okusan.

Ben hep flörtöz biri oldum, burası kesin.
Ama en çok senle flört ederken heyecanlandım ve hala senle flört etmek istiyorum!
Az şey mi bu?

1 Nisan 2012 Pazar

1013

Yine de biliyor musun
seninle karşılıklı oturup
yeni keşfettiğimiz küçük İspanyol barının
kapı açılışında daracık bir köşesindeki
kırmızı minderli iki rahatsız koltukta sıkışmış
gülümseyerek bakışıp sangria içmek güzeldi...
eve gidince nasıl sevişeceğimizi düşünüyordum o sırada
biliyor musun?
ayıp mı!?
neden ayıp olsun, sevgilim değil misin

1012

(31 MART CUMARTESİ)

%50

%50 şansı olduğunu öğrendi genç adam.
Oysa sigara içmiyor, geri dönüşüm bile yapıyordu.
Ama işte, kader bu ya-bir gün öylece birdenbire kanser olduğunu, kemoterapinin işe yaramadığını, ameliyat olması gerektiğini ve fakat bunun da kesin çözüm olamayabileceğini öğrendi.

İçimden düşündüm; hepimiz aslında her gün-herhangi bir gün... ölebiliriz!
İnsan, öleceğini bile bile yine de yaşayan tek varlık.
Yine de ölmeyecekmiş gibi yaşayan!

Bu sırada şimdiye kadar neleri hiç yapamadığını fark etti genç adam.
Hiç gitmediği yerleri, hiç sürmediği arabaları özledi birden.
Hayatındaki fazlalıkları attı, mecburen yanında kalmaya çalışan ama beceremeyen kız arkadaşından kurtuldu.

Ben en arkadaki loveseat'te izlerken düşündüm; böyle bir şey başına gelseydi, seni asla bırakmazdım.
Yanında kalırdım, hayatını güzelleştirmeye, kolaylaştırmaya çalışırdım.
Yine de pek çok şeyi birlikte hala yapabildiğimizi ve yaşamaktan zevk alabileceğimizi göstermek isterdim.
-Ki beni ve yaşamı bırakıp gitmeyesin...

Sense beni istemeyeceğini söyledin yanında.
Kimseyi istemezmişsin, benle ilgili değilmiş yani-
"Özrü kabahatinden beter" diye bir deyim vardır...
Benden yardım istemeyişine mi üzülsem, senin için "herkes"ten biri olduğuma mı kırılsam,
son günlerini benle geçirmek istemeyişine mi ağlasam, bilemedim.