30 Eylül 2012 Pazar

1194

Kavacık Gül Mutfağı'nı ara ara biraz zor bulduk, ama dışarıdan soyutlanmış, sıcak havada gölgelik kalmış şirin masalarından birine çöküp bir termos sıcak çayla birlikte büyük birer kahvaltı tabağını mideye indirip de sandalyelerimizde geriye kaykılacak kadar mayıştığımız ve kediye salamları atarken birbirimize tatlı tatlı göz kırptığımız anlarda anladık ki; değdi!




İşte-tam da bu kapı önündeki kırmızı masadaydık!
;)

1193

(29 EYLÜL CUMARTESİ)

Kalabalık ve bunaltıcı bir Eylül akşamüstü olmasına rağmen şehir merkezinde boydan boya yürümekten keyif aldım bugün. Trafikte kalıp gerilmemek için vapurla Karaköy'e, oradan her zaman çok sevdiğim rutubet kokan tünelle Tünel meydana çıktım. Etrafta yabancı turistler aylak aylak ve neyin fotoğrafını çekeceklerini bilmeden geziniyordu, aralarından hızlı hızlı kendime yol açıp az yukarı Galatasaray'a tırmandım. İstiklal'in her daim festival varmış gibi köpüren, köpürüp ara sokaklara taşan kalabalığından ürkerek Halep pasajı içindeki Beyoğlu sineması'na uğradım ve akşamki sinema biletimizi aldım. Sonra gerisin geri Galata'ya indim taşlı dar yokuşlardan, sevimli bir butiğe uğradım. Beklediğimden erken bitirince işlerimi, Galata Kulesi'ne karşı yeni açılmış bir yerde bir fincan cappucino içerek gazeteye baktım-ve bütün bu tek başıma kısa Beyoğlu gezintisinden çok hoşlandım...

Akşamın ikinci bölümü beklediğim adam yediyi biraz geçerek geldiğinde başladı: yine Galata'daki ufak fakat tatmin edici şarap butiğine girdik. İçeride hoş bir atmosfer yaratılmıştı, taş ve cam dekorasyon arasında kırmızı pembe beyaz şişelerden gözümüzü almakta zorlandık. Sonunda buraya özgü şarapları denemeye karar verdik ve Kars gravyeri, isli peynir, eski kaşar gibi çeşitlerle dolu yerli peynir tabağının Divlit yanardağının püskürttüğü lavlar üzerinde yetişen bağların üzümlerinden yapılma "yanık ülke" şaraplarına yakışacağına hükmettik.






İştahla birbiri ardına kadehleri yuvarlarken yanında atıştırmak için susamlı çıtır tavuk söyledik. Karşılıklı dudaklarımızın mor lekelerine gülüşüp dururken filmi kaçırmak üzere olduğumuzu fark edip hemen kalktık, hafif sallanarak çakırkeyif adımlarla Beyoğlu'na çıktık. Bizi Avusturyalı bir yazarın kitabından uyarlama enteresan bir film bekliyordu: Duvar.

http://www.youtube.com/watch?v=oShRCjVWqRQ

Haftasonu için arkadaşlarıyla beraber gittiği dağ evinde ilk gecesinde kendini terk edilmiş ve kapana kısılmış bulan, fakat bu durumu hemen kabullenip yeni hayatına alışan bir kadının tuhaf ve sessiz hikayesini seyrettik. Kulübenin etrafında onu diğer insanlar ve dış dünyadan ayıran, görünmeyen gizemli bir duvar olduğunu, ne kadar çabalasa da sesini dışarıya duyuramadığını, arabayla hızla girmeye kalktığında bu şeffaf duvara basbayağı toslayacağını keşfetti kadın. Sonra içeride kalmaya karar verdi; bir ineği, iki kedisi ve dostu köpeği ile birlikte mevsimleri doya doya yaşamaya başladı. Bir yandan da insanlığını tamamen kaybetmemek için takvim tutuyor, arada günlük yazıyordu.







Çocukluğumdan beri gizli hayalim insanlardan uzakta ıssızlığın ortasında mahsur kalmak olduğundan filmi sıkılmadan, karlı vadi veya baharda coşan yayla manzaralarını iştahla izledim. En çok da köpeği öldüğünde yalnız kaldığını hissetmişti kadın-anladım ve üzüldüm. İkimiz de bu gece eve bir köpeğimiz olmasını çok isteyerek döndük...









28 Eylül 2012 Cuma

1192

Haftasonu şehir canlı, hayat hızlı ve sürprizli olacak... ben de katılmak istiyorum!

27 Eylül 2012 Perşembe

1191

Radyo 3 Bob Dylan'ın yeni albümü Tempest'ı sıradan çalmaya başlayınca, neredeyse iş çıkışı köprü trafiğinde kaldığıma sevinecektim...

1190

(26 EYLÜL ÇARŞAMBA)

Tembel geçen günün akşamında ani bir uyanışla kendimi kuaföre atıverdiğim, fazla düşünmeden saçlarımın uçlarına koyu rengini kıracak hafif bakır ışıltılar atmaya karar verdiğim, arkadaşların da katılmasıyla iyice tatlanan muhabbeti biraz şarapla koyulttuğumuz keyifli bir güzellik seansı: İşte bu yüzden her kadın kuaföre gitmeyi kendini şımartmanın en tatlı yolu buluyor

26 Eylül 2012 Çarşamba

1189

(25 EYLÜL SALI)

Sanırım düne dair yazacak pek bir şey yok; oysa o da tıpkı diğerleri gibi kendince kıymetli bir gündü işte...

24 Eylül 2012 Pazartesi

1188

Yine İstanbul'u turladığım, Beyazıt Çemberlitaş'tan Eminönü'ne, oradan Nişantaşı'na geçip dar sokaklarda elimde ayakkabılarla yürüdüğüm ve birkaç butiğe uğradığım, sonunda iş çıkışı kalabalığına kalıp metro turnikelerinde izdiham yaşadığım kaotik bir gün daha...!

Neyse ki, akşamım hafif serinliğinin tadını, pazartesi tenhalığıyla gözüme çok daha tatlı gelen Tünel'de tarihi yarımada manzaralı bir balkonda keçi peynirli pizza yiyerek ve Belçika'dan gelen arkadaşın komik Sultanahmet maceralarını dinleyip milletlere özgü alışkanlıklar ve dil yapıları üzerine sohbet ederek çıkarabildim...

23 Eylül 2012 Pazar

1187

Kahvaltı ederken yorgun düşme, ardından bütün gün kanepeye yayılıp sarmaş dolaş bisiklet yarışı seyretme, aralarda erotik hayvan belgeseli açma günü... (Yani sevişen maymunlar filan)

1186

(22 EYLÜL CUMARTESİ)

Mavi pencereli sıcak bir Ege meyhanesinde Karadeniz türküleri hep bir ağızdan...

1185

(21 EYLÜL CUMA)

Hala kendime gelemedim.
İçimdekileri sana posta posta belki 8 defa arayıp söyledim, ama sonunda sadede gelebildim.
İkimiz de kızgındık, yalnız birimiz daha kırgın-

1184

(20 EYLÜL PERŞEMBE)

Bugün görüşeceğim tüm butikler,iş arkadaşlarım,ustacığım,müşterilerim-beni boşa beklemeyin-herkes gibi ben de gidip dinleyip bir iki parçaya eşlik edip geri gelmeyi çok isterdim... ama ben dün gece öldüm!

1183

(19 EYLÜL ÇARŞAMBA)

Bugünün 21 Eylül olduğunu fark ettiğimde, konserden beri enkaz halinde dolanıp durmakta olduğumdan elim varmayıp ertelediğim ama içten içe bir borç bildiğim yazıyı bugün yazmamın şık olacağına karar verdim.

Doğum gününüz kutlu olsun Bay takım elbiseli, Bay centilmenliğin en sade ve içten hali, Bay hiçbirimizin bakamayacağı en derin uçurumlardan kurtulan, Bay kendiyle konuşmayı seven, sahnede hep fötr şapkası elinde, tevazu ile diğer müzisyenlerin önünde yerlere eğilen, meleklerin hediyesi altın sesinin mahkumiyetinde şarkı kulesinde tek başına çile dolduran derviş! 78 yılınız kutlu olsun!
***
Biletleri satışa çıktığı duyurulduğu gün almıştık ve aldığımızdan beri kendime sakladığım bir sevinç içinde fakat bir parçacık korkuyla bu akşamı bekliyordum. Çünkü biliyordum; nasıl sarsılacağımı.

İşte o gün gelip çatıyor: 19 Eylül Çarşamba… “Mendil getirmeyi unutmuşum, tüh! İnip alsam mı büfede, ağlarım ben kesin.” diyorum erkek arkadaşıma. “Neden ağlıyorsun onu anlamıyorum.” Diye cevap veriyor- nasıl anlatayım? Bugün 19 eylül, günlerden Çarşamba. Ben bugünü hiç unutmam daha. İçimde ne varsa kırılıyor, eziliyor. Bugün hem buluşma, hem veda…
***
Epey erken gelip beklediğimiz konser vaktinde sayılabiliecek saatte başlıyor; sahneye geçen seferki gibi en klasikleşmiş parçasıyla giriyor; şapkasını çıkarıp bizi dansa davet ediyor:

http://www.youtube.com/watch?v=3w3dMQBtd9A

Kimbilir, belki de en yaygınlaşan olduğundan pek o kadar sevmiyorum bu şarkıyı, fazlaca romantik sanki. 3 yıl önce yine bu parçayla açıkhavaya çıktığında da böyle olmuştum ben, bir tuhaf yani nasıl desem- “Gerçekten şimdi bu Leonard Cohen değil mi?“ gibisinden… Henüz insanlar yerlerine oturmamışken tam vaktinde sessizce çıkıp kendi kendine söylemeye başlamıştı ve önümüzden geçenler arasından sahnede onu görüyor, gördüğüme zerre kadar inanamıyordum; sesi banttan gibiydi, aslında tüm sahne gerçek dışı gibiydi!

Bazı adamlar geçek olmayacak kadar güzel oluyor. Karşımda olduğuna inanamayarak izlemeye devam ediyorum hayretle ve içimden tekrarlıyorum: “Çok şanslı hissediyorum.” “Şimdi bu o mu yani? Lisede hani, pencereden bakarken söylediğim Tower of Song bu adamın, o banyoyu doldurup parası olmadığı için eczacıyı öldürüp iki kalıp bademli sabun aldığını yazan* şair bu, çocukken en sevdiği oyunun fahişe ve akser olduğunu anlatan** hani, karısını elinden alan adama kardeşim, katilim diye hitap ettiği o meşhur mektubu*** yazan, saygılarımla diye imzalayan adam işte bu…

İkinci sırada yine önceki konserdeki gibi The Future geliyor: dinlediğim en seksi şey olabilir mi acaba tükürdüğü bu kelimeler?
Give me absolute control
Over every living soul
And lie beside me, baby,
That's an order!


80’ine 1 kala iyice olgunlaşmış meyveler gibi ballanan bu adamın emrine itaat edesim geliyor…

Bird on the wire’ı daha yavaş, anlaşılma gayretinden artık bu yaşta muaf olmanın hafifliğiyle daha kendi başına söylüyor.

Ardından sıra herkesin bildiği şeyleri tekrarlamaya geliyor; fakirlerin fakir kalıp zenginlerin daha zenginleştiği değişmez düzenden bahsediyor, herkes diyor, herkes böyle kırık dökük hissetmiştir babası ya da köpeği öldüğünde. Herkesin bildiği, bir tek onun söyleyebildiği bir takım ortak şeyler var:
Everybody knows the fight was fixed
The poor stay poor, the rich get rich
And everybody knows that you live forever
Ah when you've done a line or two
Everybody got this broken feeling
Like their father or their dog just died


http://www.youtube.com/watch?v=AEsBvHdI2Rg

Hayranlıkla dinliyorken en sevdiğim yeri geliyor konserin: İspanyol gitarist kılığındaki yarı-tanrı**** Who by Fire’a solo giriş yapacak. Ben 3 sene evvelden biliyorum ki bu adamın elleri öpülür, bu adam olmasa şarkılar sanki öksüz kalır. Gözlerimi yumup teslim oluyorum, içimde ne varsa titriyor, eziliyor, her vuruşunda parça parça dökülüyor.

http://www.youtube.com/watch?v=PNs_yXTJoHY

Adam dakikaları dantel gibi işliyor; icecik çalıyor, öyle kırılgan, nefes vermeye korkarsın. Öylece incecik, arkası görünen bir şey oluveriyor zaman, eriyor…
Şapkasını eline alan Cohen de bu ispanyol adamın önünde eğiliyor, o bitirince başlıyor sormaya teker teker:
And who by fire, who by water,
Who in the sunshine, who in the night time …


Yeni albümden hiç çalmadı derken Darkness’a giriyor, herkesin son işi otobiyografik olur ya biraz, düşünürken içim acıyor. Old ideas albümünde zaten genelde kendiyle konuşuyor:
I got no future,
I know my days are few
The presence not the pleasant
Just a lot of things to do
I thought the past would last me
But the darkness got that too


Hemen yeniden eskilere dönüyor Sisters of mercy ile; şefkatle bizlere merhamet perilerini bulmamızı dilerken bir parça nasihat da ediyor:
Yes, you who must leave everything
That you cannot control;
It begins with your family,
But soon it comes round to your soul.


Kendimi aptal buluyorum, çocuk duyuyorum, bir zamanlar korktuklarıma gülüyorum, kontrolü elimde tutma çabalarıma bakıyorum-hayatelimde değil ki benim! Olsa bile- kim ister bunu, gerçekten?!

Buralarda en korktuğum başıma geliyor- en hasretle beklenen, ilk konserde yer vermediği, genelde pek de çalmadığı ve herkesin bilmediği, adeta benim içimi sökmek için yazılmış, aralarına mesafe giren hüzünlü aşıkların usul usul mırıldanan kafiyeli ninnisi…
I'm not looking for another
As I wander in my time,
Walk me to the corner
Our steps will always rhyme,
You know my love goes with you
As your love stays with me,
It's just the way it changes
Like the shoreline and the sea,
But let's not talk of love or chains
And things we can't untie,
Your eyes are soft with sorrow,
Hey, that's no way to say goodbye.


Buraya kadar normal dinleyicilerden biri gibi görünmeye çalışmıştım, iyice de kotarmıştım hani, belki biraz fazla ezberden söylüyordum şarkıları, “Yakınımızda konser varmış, yaşlıca bir amca romantik şarkılar söylüyormuş hani var ya- Dance me” seyircisine kıyasla. Ama bu şarkı benim şerefime çalındı, hissediyorum. Bu şarkıda kimse ağlayamaz benim kadar içten, öyleyse bırakın beni ağlayayım! Bakmayın boşuna, neden diye sormayın, bana siz nasıl ağlamıyorsunuz onu açıklayın!
***
Öncekiler kadar coşkuyla eşlik edemediğim, arkama yaslanıp dinlediğim yeni parçalardan birkaçını daha söylüyor bu arada.
Dimdik duran Sharon Robinson ile birlikte yumuşacık söyledikleri, mavi kadife gibi kulağımızı okşayan In my secret life geliyor sırada:
But I'm always alone.
And my heart is like ice.
And it's crowded and cold
In my secret life.
Derken ayna karşısında bir uzun monolog daha başlıyor , gırtlaktan, öksürür gibi…
I love to speak with Leonard
He's a sportsman and a shepherd
He's a lazy bastard
Living in a suit
Sonu gelmek bilmeyen ilk yarıyı mükemmele itirazı olan eski bir ilahi, Anthem kapatıyor:
Ring the bells that still can ring
Forget your perfect offering
There is a crack in everything
That's how the light gets in…
Artık hepimiz biliyoruz bunun bir konser olmadığını, biz bu gece ayine geldik.
***
Arada konuşmayı anlamsız buluyorum, söyleyebileceklerimi sığ görüyorum, her yaştan birbirinden apayrı insan kalablığı arasına karışıp açlığımı bastıracak bir bisküvi alıyorum. Biraz yalnız bıraktığımı hissettiğim erkek arkadaşıma bu içe dönük halimi açıklamaya çalışıyorum: “İçeride başka bir dünyadaydık, burası bambaşka…” içerideki insanlar bunlar değil sanki, müzik başlayınca hepimiz dönüşüyoruz, devriliyoruz, basbayağı seksenlik bir dedenin gırtlak büyüsüyle devşiriliyoruz.
***
Şimdiden bizi sarsan gecenin ikinci yarısı Tower of song ile açıyor perdeleri, işte bu benim en sık dilime dolanan şarkı, pencereden bakışımı hatırlatıyor hep, yine o sınıf penceresine götürüyor…
I said to Hank Williams: How lonely does it get?
Hank Williams hasn't answered yet
But I hear him coughing all night long
A hundred floors above me
In the Tower of Song


Şarkı kulesinde ıssızlığın ortasında, sessizliğe kulak vermiş düşlüyorum Cohen’i, Hank Williams’a sesleniyor.

Peşinden suratımıza çarpan dalgalar gibi Suzanne geliyor; gelilveriyor yani öyle kendiliğinden, belki dünyanın en önemli şarkısı bu ama kendini beğenmiş değil hiç, yıllar sonra yazıldıktan, burada bizim mahallede, belki dünyanın en nefis gırtlağından geliyor:
And you want to travel with her
And you want to travel blind
And you know that she will trust you
For you’ve touched her perfect body with your mind...


İspanyol gitarist zalim, acımadan asılıyor tellerine, hesaba katmadan kırılganlığımızı. Cohen de ne yapsın, başlıyor çağırmaya özlediği çingene karısını:
And where, where, where is my Gypsy wife tonight?...

http://www.youtube.com/watch?v=ozghJm6719Q&feature=share

Demin hani erkek arkadaşımın kulağına “Partisan çalsın bir de onu çok istiyorum.” Diye fısıldamıştım ya hani- iki şarkı aralığında çarçabuk- dileğim gerçek oluyor; hep birlikte saf tutup sahne önünde dizilmiş, başlıyorlar çalmaya Fransız askerin kahramanlık türküsünü:
There were three of us this morning
I'm the only one this evening
But I must go on;
The frontiers are my prison!
Oh, the wind, the wind is blowing,
Through the graves the wind is blowing,
Freedom soon will come;
Then we'll come from the shadows.

***
Bir isteğim de kıyas kabul etmez Sharon Robinson’ın solo performansına mazhar olmaktı, bu gece çok şanslıyım bütün dileklerim gerçek oluyor: Webb Sisters’ın performansı ardından Alexandra leaving’i söylemeye başlıyor. Çok az insan ağzını açtığında, yahut bir yürüyüp geçtiğinde etrafında bambaşka bir atmosfer yaratabiliyor- bu kadın onlardan biri. Sapasağlam duruyor sahnede, yalvartan bir gururu var- fakat yakışıyor, öyle ki Cohen’e bile diz çöktürür. Helal ediyorum bu kadına birkaç dakikamı, kulaklarımı, alkışlarımı…!

Arada bir hayranı beyaz çiçekler veriyor Cohen’e, doğumgününü şimdien kutluyor, götürüp Robinson’a veriyor o da. Öyle zarif, öyle kibar ki; izlerken eziliyorum, şarkıları sahneye çöküp şapkasını eline alıp söylemesini dinlerken mahçup oluyorum. Ayağa kaldırıp ellerini öpesim geliyor, “Neyimiz varsa bu gece hepsini vereceğiz.” dediğini duyunca gözlerim doluyor, neyim var neyim yoksa her şeyimi toptan hediye etmek istiyorum- ki borcumu ödeyebileyim.

“Ben bu şansı hak etmek için ne yaptım?!” diyorum- çok ciddiyim- İstanbul’da biz hepimiz, burada bu adamı ağırlamayı hak edecek neyimiz var? Mısır patlağı yiyen ve telefonlarıyla oynayan tipler var yanımda, belki bir iki şarkısını duymuşlardır, kimdir onların gözünde Cohen?- bas bariton cool bir amca herhalde. Bazılarına fazla geliyor olsa gerek; kalkıp gidenler oluyor arada, hatta şarkıların ortasında! Defolsunlar istiyorum- burada ne işleri var zaten- bu adam şarkı söylerken ben aldığım nefesten utanıyorum.
***
Sonlara doğru herkesi birleştiren, bir düzeye indiren klasiklere geçiliyor yine: I’m your man’i dinlerken ağlıyorum, çünkü hatırlıyorum:
And if you want to work the street alone
I'll disappear for you


Arabanın içindeydik bir gece, hangi arabaydı bilmiyorum şimdi ama bir evin önündeydik, hangi evdi mühim değil, bunu söylemişti biri bana, o biri beni çok sevmişti hatırlıyorum, benim için her şeyi yapabilirdi biliyorum, yalnız kalmak istesem yok olabilirdi…

Dur durak bilmiyor 80’e bir kala bu adam, “Biraz merhamet et hiç değilse, art arda bizi bu kadar ezme!” Durmuyor ve tatlı mı tatlı bir inatla şükretmeye başlıyor. Bana bu şarkı nedense hep kuşların ötüşünü anımsatıyor:
Love is not a victory march
It's a cold and it's a broken Hallelujah


http://www.youtube.com/watch?v=0BDSsX-yi4I&feature=share

Neyse ki burada romantik bir valse kaldırılıyoruz da içimin ne kadar paramparça olduğunu saklayabilecek kadar vaktim oluyor, mırıldanıyorum:
And I'll dance with you in Vienna
I'll be wearing a river's disguise…

***
“Bu son şarkı mı acaba…?” diye düşünüyorum sahneyi terk ederlerken, aslında geri geleceklerini tahmin ediyorum ama epey de söylediler diye korkuyorum, bu son olabilir.

Ama değil! Önce So long marrianne diye serzenişte bulunduktan sonra bambaşka bir havaya bürünüyor ve inanç dolu bir devrim marşı edasıyla First we take Manhattan diyor, “Then we take Berlin”! Artık ayağa kalktık biz de, sarılıp hafiften dans ediyoruz, belki izleyicinin en hareketlendiği dakikalar bu ateşli şarkıyla başlıyor.

Derken bir panik daha, bu sefer gittiler galiba. Zıplaya hoplaya indi bak sahneden adam- bitti.

Bitmemiş! Son bir yıkıcı darbe vurmaya hazırlanıyormuş meğer, bir mektubu varmış okuyacağı, hep bir ağızdan okunuyor:
Yes, and thanks, for the trouble you took from her eyes
I thought it was there for good so I never tried.


http://www.youtube.com/watch?v=62Qt0_GdnEw&feature=share

Karısını elinden alan adama “Kardeşim, katilim” diye maktup yazmış bu adam. Belki dünyanın en harika şarkısı bu. Biri bana cd.ye çekip vermişti, çok iyi hatırlıyorum ilk dinlediğim günü; dinlerken yatağımdaydım ve sebebini hiç anlayamadığım şekilde müzik başlar başlamaz kana kana ağlamaya başlamıştım. Belki daha hayatımda hiç böyle ağlamamıştım. Yıllarca susmuş gibi, göz yaşına susamış gibi, oğlum ölmüş gibi, kalbimi sökmüşler gibi ağlamıştım.
***
Perperişan olmuştuk bütün salon, binlercemiz, yutkunuyorduk. Neyse ki Closing time ile keyifli bir kapanış yapıyor da gözyaşlarımız kururken biraz dans edip gülümsemeye fırsat buluyoruz. Kadınların bluzlarını çözdüğü bir bar kapanışının terli neşesine dahil oluyoruz:
Yeah the women tear their blouses off
And the men they dance on the polka-dots
And it's partner found, it's partner lost
And it's hell to pay when the fiddler stops:
It's closing time


Bir daha iniyor merdivenlerden hoplaya zıplaya, şapkası elinde, hiç yorulmamış gibi, hiç yaşlanmamış gibi, hiç ölmeyecekmiş gibi iniyor. Bana o an dank ediyor: Bu onu son görüşüm!
***
19 Eylül Çarşamba... İçimde ne var ne yoksa ezildi, paramparça oldu, oyuldu, delindi, dağıldı, sökülüp atıldı… Cohen’in var olduğu bir dünyada yaşamak bile bir kıymetti, hayata bir borçtu, insanlığa bir umuttu. Erkek arkadaşım biraz da çekiştirerek beni çıkarmaya çalışırken ben gözlerimi sahneden alamadım, çünkü aklıma yazmaya çalışıyordum onu son görüşümü… Bazı insanlar gerçekten ölmemeli. Tek teselli; sesi hep bizimle kalacak.
Bugün 21 Eylül, günlerden Cuma. Doğum gününüz kutlu olsun Bay Cohen- 78 yılınız kutlu olsun!




* L.Cohen'in İki kalıp sabunum var adlı şiirine gönderme.
**L.Cohen'in En sevilen oyun adlı kitabına gönderme.
***L.Cohen'in Famous blue raincoat şarkısına gönderme.
****İspanyol gitarist,Javier Mas

19 Eylül 2012 Çarşamba

1182

(18 EYLÜL SALI)

Beyaz önlüğü içinde daha da soluk, ifadesiz, belki biraz kin doluydu ama pişman-asla.

"Bunca zaman...Kocamla birlikte dünyanın her tarafında çocuklara yardım etmek için uğraştık-bir fark yaratabilmek için didinip durduk ve ciddi bir adım atmaya kalkıştığımız her seferinde karşımıza bürokrasi çıktı ve "hayır! Yapamazsınız-önce bir süreç var." dedi. Hep bir süreç vardı, hep bir prosedür! Biliyor musun bunca çabanın sonunda ne değişti? Hiçbir şey!"

Gri gözlerini kıstı, tısladı:

"Hiçbir şey- ve Allahın belası dünya aynen eskiden olduğu gibi dönmeye devam etti. Fakirleri daha da fakirleştiren, insanları köleleştiren bu sisteme her müdahale edişimizde bir setle karşılaştık. Neden mi? Çünkü aslında kimse bir şeylerin düzelmesini istemiyor!"

Hınçla devam etti:

"Burada maden kapandığından beri eskiden parasını kazanan ve mutlu olan insanlar arasında ahlaki çöküş başladı... Artık kasabamız tam bir ölü ve çocuklarımızı da böyle kırık ve umutsuz yetiştiriyoruz. Çocukların gözlerine baktığımda ışıl ışıl görüyorum onları; bunu hak etmiyorlar ama böyle oluyor-bu lanet düzen hep devam ediyor!"

Sonra, karşısında ağlayan anneye bakıp ailelerinden kaçırıp daha mutlu olacaklarına, güzel imkanlara sahip olabileceklerine inandığı yeni annelerine teslim ettiği çocukların öldüklerini söyledi.

17 Eylül 2012 Pazartesi

1181

İçine düşmemek için iki elimi yanlara aça aça yürüyüp dengemi korumaya çalıştığım uçurumdan bahsetmek istemiyorum hiç... Yazarsam hepten görünür olur, göz önünde olunca gerçek olur diye korkuyorum...

Onun için iyisi mi ben size bu sabah-hava hani yağmur bastıracakmış gibi karanlık, rüzgarlı ve biraz sıkıntılıydı ya-gezmeyi pek sevdiğim semt pazarına gidişimi, resim gibi puslu puslu iri mor taneli üzümlere, hafif kızarmış sarı armutlara, tam mevsiminde olduğumuzdan incecik kabuklu bal gibi incirlere nasıl hayranlıkla baktığımı anlatayım...

Eylül; sırf meyveleri için bile sevilir!

1180

(16 EYLÜL PAZAR)

Gece 4'te profil fotoğrafını değiştirenler ile hayatımda bir kez görüşmediğim halde facebook'a girdiğim anda hemen heyecanla "Orda mısın??" yazanlar: A-sosyal medyanın yarattığı yalnızlar sürüsü...

1179

(15 EYLÜL CUMARTESİ)

Hayvan belgesellerine bayılıyorum!
Çöl ya da kutuplar fark etmez-benekli postlarına hayran kaldığım, incecik bacaklarıyla kendinden büyük zebraları hızla ve kararlılıkla kovalayan zarif çitalar ya da buz yansımaları üzerinde kaymadan sağlam basan dev patileriyle yürüyen pofuduk kocaman kutup ayıları...

Hayvanlar insanlardan çok daha masum ve bence daha da güzel olduklarından, birlikte bir film seyretmekten daha tatlı geliyor dağ doruklarının buz gibi havasında yaşayan koca kanatlı keskin bakışlı kartalların avlanışını izlemek.

Neredeyse bugün evde kalıp kanepeden kalkmadan akşama kadar dağ hayvanlarını izleyelim diyecektim!

Ama bunaltıcı sıcağa cesaret edip dışarı çıktık, bir otobüsle iskeleye varıp oradan adaya geçtik ve upuzun yürüyüşün sonunda terden sırılsıklam yorgun vaziyette Kalpazankaya'ya vardık.





Suya girmek için beş dakika bile beklemeye tahammülümüz yoktu; hemen biraz serinledikten sonra yarım saat güneşlendik-fazla yakıcı olmayan Eylül öğleden sonrası güneşi keyfi bambaşka...

Yemeğe oturmadan bir posta daha suya girmek istedik, ardından yine yola koyulduk; istikamet iskele yakınındaki meşhur Barba Yani meyhanesi...

Çok acıkmış karınlarımızı mezelerle doyurduk: patlıcan salatası, midye salma, marine levrek, mevsim salatası ve kabak çiçeği dolması-hepsi taze ve nefisti.



Birer birayla, gün boyu güneşin yorduğu vücudumuz gevşeyip tatlı tatlı uykumuz geliverdi...

Hoşçakalın adanın rüzgar cadıları!








1178

(14 EYLÜL CUMA)

Gülümsemeli Telefon Görüşmesi:

Öğlen beklemediğim bir anda telefonum çaldı, Eminönü vapurundan tam iskeleye ayak basacakken, "İş çıkışı ben bisiklete binerim, sonra sen gelirsin." dedi. Kalabalığa karışırken gülümseyerek dinledim: "Akşam mıçmıç yaparız, sabah da kalkar adaya gideriz..." Bir kısa sessizlik oldu, "Hiç gülümsemedin??" diye sordu, "nereden biliyorsun?" dedim gülümseyerek.

1177

(13 EYLÜL PERŞEMBE)

Epey gün geçmiş yahu, son yazdığımdan beri...
Şöyle bir geri dönüp neler yaptığımı düşününce, hayat son günlerde coşkulu aktığı için yazmaya vakit bulamadığımı anlayıp sevindim-mutlu olduğunu hatırlayıp bir posta daha mutlu olmak gibi...-

Perşembe akşamını Moda sahilinde birer bira içip iş gününün yorgunluğunu atarak geçirdik.

13 Eylül 2012 Perşembe

1176

(12 EYLÜL ÇARŞAMBA)

Hayat bu aralar hızlı akıyor,her gün yeni bir şeyler çıkıyor karşıma...
Ama bir yandan ben, her şeye bir haftalığına ara verip Göbeklitepe'yi gezmek istiyorum-tarihin en eski tapınağını Anadolu'da görmek, yüzyıllar evvel içinde sunulan adakları, verilen kurbanları düşleyip ürpermek, T biçimli dev sütunlara oyulmuş müthiş hayvan kabartmalarına hayran kalmak, yerin altında bunun gibi daha onlarca örme yuvarlak odanın olduğunu düşündükçe şaşıp kalmak, bugün halen kutlanan kurban bayramını düşünmek, geldiğim yolu hatırlamak istiyorum...

12 Eylül 2012 Çarşamba

1175

(11 EYLÜL SALI)

Bugün çok tatlı Ermeni bir çifte birlikte kuracakları hayatlarında mutluluklar diledim:














10 Eylül 2012 Pazartesi

1174

Şimdi hemen buradan kaçmak istiyorum!

9 Eylül 2012 Pazar

1173

Çocuk-ça Hazine:

Anneannemin evinde geçici ikametimize başladığımız bugün, ilk iş dolapta kendime yer açıp elbiselerimi ve ceketlerimi astım. Ardından odayı karıştırmaya başladım; tuvalet masasında kristal şişelerde iki parfüm, iki mercan kolye, düzgün katlanmış bluzlar.... Bembeyaz ütülü çamaşırlar, çoraplar dizili çekmeceye kendi rengarenk iç çamaşırlarımı koydum. İki dolap çekmecesini boşaltıp, spor kıyafetlerimi ve tshirtlerimi yerleştirdim. Küçükken anneannemin rujlarını, ojelerini, kolyelerini karıştırmaktan gizli bir hazine bulmuşçasına haz aldığımı hatırlayınca, önümüzdeki günlerde onun minik sandalyesine oturup, yıllanmış alkollü parfümlerini sürünüp, incilerini takıp rujlarını denemekten nasıl keyif alacağımı düşünerek kıkırdadım.

1172

(08 EYLÜL CUMARTESİ)

Kıvranarak, inleyerek, ateşler içinde ağlayarak, sızlanarak, kusarak, midemi tutup ahlayarak, şüpheden midem ağzıma gelerek, durup durup göz yaşlarına boğularak, kabuslar içinde geçirdiğim bugünün gözlerimi açabildiğim nadir dakikalarında kopuk kopuk okumaya gayret ettiğim kitaptan biraz alıntı yapmak isterim:

"Bu topraklar böyledir benim güzel Filipinam. Hatıraları, unutmak üzerinedir. Herkes kendi günahını unutur, ama kimse alacağı intikamı unutmaz. Ve Ortadoğu-tanrıların hep bu topraklarda icat edilmesi bir tesadüf değil-günahlardan kuruludur. Kaç silah varsa o kadar tarih vardır burada. Anlamaya kalktığında da bütün bu hikayelerin içinde kaybolursun. Bu, Ortadoğu'nun lanetidir: Dışarıda olanı anlamamakla lanetler, içine gireni de dünyada başka önemli hiçbir şeyin olmadığı serabıyla."

"Kendi iç sesinden ve dilinden İngilizceye dönecekken, sıkışmış bir kapağın açılmasına benzer bir ses çıktı ağzından. Gülümsemeye benzer bir şey yaparken yüzü, ağzı taştanmış gibi kırıldı. Çok susmuş insanların ilk sözcüklerinden önce yutkundukları o ağrılı, ılık yumru gırtlağından geçmemişti ki (...)"

"Kalbinin sesi gırtlağında şişerek büyüdü. Her adımda ayaklarını betondan söke söke merdivenleri indi. Henüz bu şehirde onun dilinde konuşan birini tanımıyordu."





Ece Temelkuran-Muz sesleri

1171

(07 EYLÜL CUMA)

Bana ne oldu ki böyle?
Bi kahve,
Bi bira...

1170

(06 EYLÜL PERŞEMBE)

Ağlama Eşiği

Bir eşik var-ağlama eşiği-onu aşınca artık neye ağladığımı unutuyorum, bir süre sonra artık bambaşka şeylere ağlıyorum; babamı özledim diye, hiç gelmeyecek mi diye ağlıyorum, küçükken tam anlamıyla uslu bir kız olursam babamı bir günlüğüne-tamam tamam bir saatliğine görebilmek için tanrıyla anlaşmalar yapmaya çalışıp hiç cevap alamadığımı hatırladıkça ağlıyorum, ne kadar safmışım ben yahu diye ağlıyorum, beni bir zamanlar bir erkek çok sevmişti,hatırlayınca ağlıyorum, sen beni neden dinlemiyorsun-neden şimdi karşımda uyuyorsun diye ağlıyorum, yanındayken yalnızlıktan bağıra bağıra şarkılar söylemek istiyorum-ölesiye korkuyorum işte anlasana diye ağlıyorum, anlayacağın-ağlıyorum da ağlıyorum...!

5 Eylül 2012 Çarşamba

1169

Alternatif Tatil:

Bu tadilat ve boya-badana işi iyi oldu aslında, koltuk ve kanepeler, televizyon ve masalar dahil tüm eşyaları naylonlayıp üst üste toplayarak bir kenara kaldırmak adeta taşınıyormuşuz da yeni bir hayata başlıyormuşuz hissi verdi... Hele anneannemlerin evinde bu 1 ay boyunca mecburi ikamet edeceğimiz için, gerekebileceğini hesapladığımız tüm kıyafetleri, ayakkabıları, kağıt ve boyaları, makyaj malzemeleri ve takıları 2 bavula sığdırmaya çalışmak epeyce bir tatil heyecanı getirdi!

4 Eylül 2012 Salı

1168

Bana haksızlık etmene bundan sonra müsade etmeye hiç niyetim yok bilesin!

Kendi bildiğimden şaşmaya bugünden itibaren hiç niyetim yok!

Hepiniz bir olup üzerime gelseniz, hatalısın, yanlışsın, önyargılısın, güvensizsin, kıskançsın, bağnazsın, fevrisin, delisin, melankoliksin, manyaksın deseniz-vız gelirsiniz!

Biliyor musun, bazen beni henüz tanımadığını düşünüyorum, senin gözünde ne kadar basit ve aptal olduğumu görünce kırılıyorum.

Biliyor musun sen benim çok hakkımı yedin-hep sonunda haklı çıktığım şeyler için beni çok kere üzdün... Bunları nasıl ödeyeceksin?

3 Eylül 2012 Pazartesi

1166 - 1167

(02 EYLÜL PAZAR)






Bugün bunlarla uğraştım: su yeşili bass çalan ve yağmur altında deniz kenarında evlenme teklif eden romantik bir damat ile balonlar uçurmayı seven bir gelin...


(03 EYLÜL PAZARTESİ)

Böyle birdenbire panikleyip senden uzaklaşmamın ve surat asmamın sebebi ben olmasam da, özür dilemeye hazırım senden-bu akşamın kötü geçmesine izin verdiğim için.

Ama fark etmedin mi-bu kez eskisi gibi nefret etmedim senden, hemen deli gibi öfkeye kapılıp bağırmadım, senle kavga etmekten kaçtım.

Çünkü korktuğunu gördüm, bozulmasından, geriye dönmekten ne çok ürktüğünü, yine uykusuz geceler yaşayacağız diye tedirgin olduğunu... "Ne yaptığımı bilmesem de sana hak veriyorum." dedin, çünkü çok hata yapmış olduğunu biliyordun ve gerçekten üzgündün. Biliyor musun, bu bana yeter.

Bu akşam beni epey hayal kırıklığına uğratmış olsa da, yine çabucak yaklaştım sana, yatakta yanına girdim, başını çekinmeden okşadım.

Nolur bozulmasın!

1 Eylül 2012 Cumartesi

1165







QueTal tapas barda fırında keçi peynirli humus, kavrulmuş nohut ve 4lü soğuk tapas denedik, yanına da birer sangria söyledik...