31 Ekim 2012 Çarşamba

1225

Bugün, aklımda henüz halledmediğim şeyleri düşünerek yürüdüm, olabilecek tüm endişe verici ihtimalleri aklımda evirip çevirdim, sonunda zar zor bir parça rahatlayabildiğimde ise bunları yaptım:

"Mezara kadar!"













30 Ekim 2012 Salı

1224

Yara-yalayıcılar:

İnsanlar yaşlandıkça, "hayat" üzerine söylenmiş özlü sözlerden daha sık alıntı yapıyorlar. Sanırım öğretecek "hayat dersleri" olduğuna inanıyorlar-yoksa paylaşacak mı demeliydim?- Ama işte yine- az önce Mevlana'dan birkaç satır okumuş oluyorlar sadece ve uygulanabilir felsefe deniyorlar: "Kim olursan ol gel. Yaşlanıyorum ve hayat kısalıyor. Gel, kırışıklıkların olsa da ve özellikle rahatlatılmaya ihtiyacın varsa gel- gel, eğer benimkiler gibi yaraların varsa gel ki; bizi birbirimize yaklaştıracak bir şeylerimiz olsun. Kim olursan ol gel- çoktan senin kahramanın olmaya hazırım zaten!"

Elbette Rumi, sözleri alıntılanmaya değecek derinlikte, şüphesiz buraların en etkileyici karakterlerden biri. Fakat sosyal medya "durum iletileri" üzerinden "arkadaş listesi"ne verilmeye kalkışılan bu hayat dersleri de ne oluyor?

Rumi, sizin zavallı aşk hayatınız hakkında yazmış olabilir mi gerçekten? Sonunda acılarınızı anlatacak bir mecra mı buldunuz-yahut aşırı mutluluğunuzu herkese gösterecek bir fırsat? Yeni bir sevgiliniz oldu ve onda Rumi'yi mi buldunuz? Kuzum, bence siz ya ergenlikte hapis kalmışsınız, yahut yaşlanıyorsunuz.

1223

(29 EKİM PAZARTESİ)

Sömürge

Geçmişin yükünü sırtından atmak neden bu kadar zor?...

***

Sana şunları söylemek istedim: "Bir ilişki tipi olarak sömürgecilik: Birbirinin acılarından beslenen teselli ilişkileri kurmak, sevgi değil- acıma. Destek olur görünürken kendi acılarını teyit edecek yandaşlar aramak, şefkat değil- egonun gürleyen sesi. Bu sömürü ilişkileri genelde illüzyon olup kısa sürmeye, hayatın içinde anlamsız bir detay olarak hatırlanmaya mahkum."

İçimden düşündüm: Kim bilir, bu iki taraflı sömürü ilişkilerini sürdürürken sen de, yıkılan egonu tamir etmeye çalışıyordun; bu kez aldatılan koca yerine, kocalarından beklediklerini bulamayan evli kadınların teselli bulduğu "hep yanlarında olacak" adam olarak. Karşı tarafa geçmek istemiştin yani!

Bu geçici bir baş dönmesiydi.

2 yıl evvel gerçek sandığın "etrafında sana destek olan insanlar" balonunu ben patlatınca, hemen kabullenmek istemedin. Oysa, zaman zaten ben istemesem de patlatacaktı onu.

***

Sana söylemedim ama, bana bir kitap vermene çok sevindim.
Fermuarımı çekerken enseme öpücük kondurduğun an, eridim.

Şimdi, en yakınında ben varım.
Olmayı istediğim, hak ettiğim yerde ben...

28 Ekim 2012 Pazar

1222

Rana, yeniden...

"Evet" dedi sıkıntılı bir sesle, sahilin ucuna Fenerbahçe'ye kadar yürümüştük, "Bu kadar ne yaptık ne ettik lafları yeter, artık konuya geçelim." "Konuşacak bir şeyim yok ki benim!" dedim, onu korkutmayacak ses tonumla. "Ben sadece mesajıma cevap vermediğin için kızdım, belki fazla tepki gösterdim, kusura bakma aradığında açmadım çünkü konuşmak istemedim o an ve dönünce konuşuruz diye düşündüm. Bu kadar işte..." Sanki o zaman biraz ısındık.

Biliyordum ki benim onu belki hiç aramayacağımı sanıyordu, zaten sonradan anlattı da; orada 5 gün boyunca beni aramadığı halde beni hiç aklından çıkarmadığını, bloguma yazdıklarımı fırsat bulunca şöyle bir okuduğunu, hatta ailesinin bile beni sorduğunu, döndüğü gün de yazdığı mesaja geç cevap verince hiç geri dönmeyeceğimden korktuğunu, ona çok daha öfkeli olmamı beklediğini, hatta ona kızgınlığımdan bana karşı zaafı olduğunu bildiğim bir erkekle buluşmuş olduğumu düşündüğünü söyledi.

Bu akşamı unutmayacağım. Baştan aşağı her şey konuşuldu.

Ondan ayrı kaldığım günlerde tatilde gibi rahatlamış hissettiğimi, yeni insanlarla tanışıp farklı hayatlar görmenin bana iyi geldiğini, değişik bir iki gün geçirdiğim için ve onu aklıma getirmediğimden nasıl hafiflediğimi, kendime zaman ayırabildiğimi anlattım, anlamasını umarak.

Gerçekten ne kadar yıpratıcı bir şey; bir süredir resmen iki kişilik yaşıyorum! İş yerinde sorun mu çıkıyor, ailesiyle ilgili bir derdi mi var, yok arkadaşlarıyla arası mı açılıyor, hayatından memnun mu, benle mutlu mu, başka birini arıyor mu, kimlerle yakınlaşıyor, bana yalan söylüyor mu diye dertlene dertlene kendime ayıracak bir hayatım kalmıyor. Hafta içi çalışıyorum, hafta sonu onla geçiriyorum, arada kalan boş vakitlerimde onunla ilgili endişeler büyütüyorum yani!

Bu akşamın en unutulmaz parçası, tesadüfen oturduğumuz mekanda, ağladığım için gözlerimi çevirerek söylediklerimdi: "Ben zaten bu ilişkide sen ve senin etrafın tarafından o kadar yıpratıldım, küçük düşürüldüm ki; artık gülüyorum bunlara ve biliyorum ki beni hiçbir şey yıkamaz. Beni bunlar yıkamaz, kimse beni kirletemez. O kadar kolay değil yani..." Gözlerimden yaşlar akarken bir yandan gülümsüyordum: "Ben Rana'yım bir kere! Ben, bunca yolu yürümüşüm, bunca düşüp yine kalkmışım, o kadar kolay değil ya, Rana'yı tüketmek."

Bana hayranlıkla baktığını, bunları dinlediğine memnun olduğunu biliyordum.

"Kendime güvenimi çok yitirdiğim bir dönemdi, o zaman senin yaptığın bir hareket beni yerle bir etmişti, edebilirdi, hayatımın kıyısından bile döndüm ben. Ama şimdi kendimi yeniden buldum, unuttuğum Rana'yı hatırladım, yaptığım işle en çok da güvenim yerine geldi, geliyor. Şimdi aynı şeyi tekrarlayacak olsan, bana hiçbir şey olmaz, bilmeni istiyorum- yalnızca seni çıkarırım hayatımdan ve devam ederim."

Ben ne kadar değerli olduğumu bir kez daha fark ettim, bunda payı olan arkadaşlarıma gönülden teşekkürler. Ben beni hatırladım, ne kadar yetenekli, bilgili, akıllı ve ilginç bir insan olduğumu- eşsiz olduğumu, istediğim her şeyi yapabileceğimi ve korktuğum her şeyden aslında özgür olduğumu...






























1221

(27 EKİM CUMARTESİ)

Bugün ev rahatlığıyla sohbet etmek çekince canım, eski bir arkadaşı çağırdım-kalan en eski ve en sağlam dostu diyelim- o da tembihlediğim gibi en çirkin haliyle çıktı geldi, çay demledik, oturup konuştuk. Alışık olduğum üzere beni erkek arkadaşıma sinirli olduğum konularda sakinleştirdi, bir parça da onun hissettiği çaresizliği dinledim- haksızlığa uğramış olmak kadar insanı öfkeyle dolduran bir şey yok.

Evlere sığamayınca çıkıp saçlarımızı yaptırıp güzel hissetmek istedik, temiz havaya çıkınca birden tazelendik, neşeleniverdik. Uzun uzun yürüdüğümüz kuaförün kapalı olduğuna şaşıp, kısmet değilmiş dedik ve geri yürümeye başlarken acıktığımızı fark ettik. Herhangi bir restorana oturmak için fazlasıyla özensiz halimize güldük: saçlar şekilsiz ve kirli, eşofmanlar en dandiğinden, makyaj sıfır, üstelik artık hafif terlemiş vaziyette iki kız...

Saki rolls, yengeç böreği, karides köfte ve kızarmış Çin mantısı söyledik bira yanına. Acı sosla kendimizi zevkle yakarken gülüştük, eski bir ortak arkadaşın şimdiki hallerinden konuşup sinir olduk, yine de ama kıkırdadık.

27 Ekim 2012 Cumartesi

1220

(26 EKİM CUMA)

Planları tutmayınca günler daha mı keyifli geçiyor ne?!

Üzerimdeki ölü toprağını silkelemek ve aylardır belki yıllardır süregelen rutinimden çıkmak için harika bir fırsattı bu cuma günü. Böyle olduğunu bilmiyordum aslında, ama hissediyordum sanki, içim kıpır kıpır çıktım evden. Epeydir binmediğim bir otobüsle geldim, değişiklik olsun diye- bugün kalıpları kırma günü!

Bayramın boşalttığı İstanbul'un trafiksiz yollarında çarçabuk vardım, altıma epeydir dolabımda elimi atmadığım kotumu çekmiş,uzun bir günde rahat etmek ve oradan oraya yürümek için spor ayakkabılarımı giymiştim. Kolumda eski, en sevdiğim deri ceketim, gözümde güneş gözlüklerimle meydandan tramvay durağına inerken hava bana çok güzel gözüktü, beni bekleyen arkadaşım gözüme çok güzel göründü...

Bir dikişte içercesine hızla inip tükettiğimiz İstiklal'in sonlarına doğru, öğrencilik zamanlarımda sık sık okul çıkışı iki bardak çay içip oturduğum, elimde gazetemle veya kitabımla bazen bir iki saati sıkılmadan geçirdiğim, kalabalık da olsa hep bir köşeye ilişiverdiğim, okulda yapmam gerekenleri kafamda netleştirmek niyetiyle çok zaman bir şeyler çiziktirdiğim, şüphesiz Beyoğlu'nda kendimi en rahat hissettiğim pasaj arkası avlularından birinde sohbet molası verdik.

Buraya kadar plan dahilinde ilerliyorduk aslında- ta ki bir başka arkadaş-fazla tanımadığım fakat tatlı bulduğum, çok konuşan ve çok gülen bir kedi annesi- bizi basana kadar!

Sonra onun rüzgarına kapılıp Sultanahmet'teki gümüş atölyesine gittik, giderken şarabımızı peynirimizi eksik etmedik. Gündüz vakti şarabı hepimizi ayrı mest ettiğinden olsa gerek, bir an geldi üçümüz birden aşık olmak istedik...

Akşamüstü Sultanahmet'ten çıkıp temiz hava alalım diyerek Karaköy'e yürüdük- bayramda kendini şehre atmış envayi çeşit dağ ayısı, köy haydutu, varoş kırosuna selam ederek kendimizi tünele attığımızda hakkımızdı artık bir çığlık atmak!

Ufak galerilerdeki sergileri gezmeye niyetlenmişken, bambaşka bir rotaya sapan günün akşamı, yine bize sormadan kendince devam etti. Atölye turumuzu Kumnaracı'da bir arkadaşın ahşap işlerine bakmaya uğrayarak sürdürdük. Baykuşlara tabi ben hemen bayıldım ve kendi baykuşumu oymanın hayalini kurmaya başladım.

Biraz şarap biraz sigara daha sonra, bunalıp kendimizi dışarı attık, midemize doğru dürüst bir şeyler girsin istedik ve salata söyledik. Kendimize geldiğimizde ayaklarımızın ağrısı bize akşamı sonlandırmaya yaklaştığımızı hissettiriyordu. Fakat yine düşündüğümüz gibi olmadı!

Tekrar bizi çalan sabahki arkadaşın bu kez evini görmeye Aynalı Çeşme'ye yürüdük. Evin daracık koridorunda yarışan kedileri izlerken papatya çayından mayışıp bir saat sonra kalmaya karar verdik. Karadenizli tatlı bir taksici amca bizi eve bıraktıktan sonra Nijeryalı genç ve biraz etrafıyla ilgisiz bir kızla tanıştım.

Çok hevesle açtığımız korku filminin sonunu getiremeden kanepede sızmamızla gece bitti.

Ne kadar ihtiyacım varmış, kendime vakit ayırmaya-sadece kendime, başkasını düşünmeden, başkasının derdiyle dertlenmeden- kendimi bulmaya, hatırlamaya, Rana nelerden zevk alıyordu, ne yapmayı severdi tekrar bir baştan bakmaya, ne çok ihtiyacım varmış meğer, yeni insanlar tanımaya, bilmediğim bir yerler keşfetmeye, başkalarının hayatlarına bakmaya, konuşmaya, dinlemeye, düşünmeye, şehri başka gözlerle görmeye, güçlü hissetmeye, yürümeye...

25 Ekim 2012 Perşembe

1219

İlla ki önden bir çorba, ardından et yanında pilav yenen ve hep şahane tatlıyı beklediğim bayram yemekleri, o çok güvendiğim, hayatımdan hiç eksik olmayacaklarmış gibi gelen, yanlarında çocuk olabildiğim, o bir zamanlar cıvıl cıvıl aile büyüklerinin yaşlandıklarını, ellerinin titremeye, seslerinin kısılmaya, bellerinin bükülmeye, yemekten sonra sessizce köşelerine çekilmeye başladıklarını gördükçe buruk bir tada bürünüyor...

24 Ekim 2012 Çarşamba

1218

Doğa Sesleri ve Sessizlik:

Doğada Ekim sonu bulutlarını seyrederek gündüz kuş cıvıltılarını ve karınca kıpırtılarını dinledim, akşama doğru ellerim buz kesince şömineye odun atıp ateş çıtırtılarına kulak verdim. Alabildiğince sessizdi, olabildiğince sessizdim...



























23 Ekim 2012 Salı

1217

İntikam

Bazen düşünüyorum da; zaten bir gün gelecek, bitecek. Öyleyse neden sürdürmek, süründürmek?...

Madem ki her şey gibi, hayatın ta kendisi gibi, elbet bir yerde son bulacak; niye şimdi olmasın?...

"Kendini armağan eden erdem"den bahsettiğini işitmiştim bıyıklı bir bilgenin- Ben de anladım: Kendini esirgemeyi bilen, değerli olur.

Ben kendimi senden başlangıç hariç, pek esirgemedim. Hep yanında kalmaya, gözüne batırmadan sana destek olmaya, bir yandan desteğe ihtiyacın yokmuş gibi hissettirmeye çalıştım.

Ben sana kendimi öyle kocaman açtım ki; çok az şey kaldı kendime sakladığım...

Her şey açık olsun istedim, bir çeşit söz olsun aramızda: "yalan söylenmeyecek, arkadan iş çevrilmeyecek." Çok saf bir istek, düşündüğünde- peki çok mu zor?

Şimdi düşünüyorum da; başından beri bu eşitsizlik hali vardı ikimiz arasında: sen hep biraz daha ketum, kendini saklayan, bir şeyleri kendine saklayan oldun- ben hep daha çok konuşan, daha bol veren, daha fazlasını isteyen...

Seni sevdiğimi sık sık söylemişim, seni beğendiğimden şüphe etmene bile fırsat vermemişim- hata mı etmişim?? Çünkü hak ettiğine inanmıştım! Çünkü sana iyi gelir sanmıştım...

Aşağı yukarı iki yıldır kendimi senden esirgemiyorum, eline bir koz vermişim: adı sevgi. Yalnız sevdiklerimize kırılırız. Beni de en çok sen kırdın- çünkü yalnız sen yapabilirdin.

Yaptığın bir şeyle beni nasıl yerle bir edebileceğini biliyordun- sana en büyük korkularımı, en karanlık kabuslarımı bile açtım. Çok kolay olduğumdan değil, herkese açılabildiğimden hiç değil! Sen beni bilmem neden, bu kadar hafife aldın?

İnsanların sana güvenmelerine ne kadar önem verdiğini söylemiştin- öyleyse benim intikamım da bu olsun, izin ver: Sana zerre kadar güvenim yok.

22 Ekim 2012 Pazartesi

1216

Dün gece sana çok içimden gelerek seni özlediğimi yazmış, yine cevap alamadan uyumuş ve rüyamda bisiklet kazası geçirdiğini, sonra da kaybolduğunu filan görmüştüm. Bunlara çok önem vermeyip kendimce güzel bir gün geçirmiştim yine de; yeni bir ayakkabı boyadığım, işleri hallettiğim sessiz ama verimli bir gün... Aklıma her geldiğinde, gülümsemiştim, içimi rahatsız eden bir şey yoktu hiç.

Sonra aradın, sevinçle telefonu açtım, sesin soğuk mu geliyordu- yoksa canın mı sıkkındı anlayamadım başta, neler yaptığımı biraz anlattım. Sonunda eski mesajlarımı geri dönüp okuduğunu, güzel şeyler yazdığım bir günün ardından öfkeli yahut kırgın mesajlar göndermiş olduğumu görünce tuhaf hissettiğini söyledin. "Ne kadar fırtınalı günler geçirmişiz, seni ne kadar yıpratmışım." dedin, hatta tekrar özür bile diledin ağlamaktan çalışamadığım günler için, ama ben nedense hiç özür dilenmiş gibi hissetmedim.

İçim ezildi, dudaklarım kırık bir gülümsemeyle büküldü. Ben de biliyordum elbet, çok şahane bir geçmişimiz olmadığını ama, unutmak istiyordum; yaşananları geride bırakmaya çalışıyordum, her şeye rağmen seni seviyordum. "Her şey ne kadar da bana bağlıymış..." dedin, bunun acaba bana kendimi nasıl zavallı hissettirdiğinin farkında mısın? Dinledikçe gözlerimde yaşlar birikti, boğazım tıkandı. Seni sevdiğim, affettiğim, sana güzel şeyler söylediğim her güne lanet ettim içimden. Bir kere daha, evet- bu defalarca olmuştu aslında- kendimi aptal gibi hissettim.

Bunca zaman sonra ve onca şeyi atlattıktan sonra şimdi olduğumuz yerde, ben sana, erkek arkadaşıma, uzaktayken özlediğimi yazdığımda hala cevap alamıyorsam, ertesi akşam da geçmişimizi hatırlayıp benden uzaklaştığını duyuyorsam, bence artık benim hayatımdaki hiçbir şey sana bağlı olmamalı- sence?

21 Ekim 2012 Pazar

1215

Kaybettiklerimiz, Kazandıklarımız

Öğrenciliğimizin sona ermesiyle artık daha az insana yer kaldığını ve giderek daha dar bir çemberde döndüğünü fark ettiğimiz hayatımıza nasıl heyecan katabileceğimizden konuşuyorduk Erenköy'den Bostancı'ya yürürken. Belki İtalyanca kursuna yazılmak iyi gelirdi, belki de swing derslerine başlamalıydık, bir başka arkadaşıma yoga yaparken katılmam da seçeneklerden biriydi. Ayaklarımız ağrımaya başlamış ve iyiden iyiye acıkmışken denize yakın bir yere oturup birer soğuk bira içtik; havalar soğumadan tadını çıkarmaya çalıştık.

2-3 yıl öncesinde daha sık dışarı çıkıyorduk kız kıza, değişik insanlarla tanışmak için çok daha fazla fırsatımız vardı, daha hareketliydi günlerimiz- bazen bunu özlüyorum, ama yine de şimdiki kadar huzurlu olmadığımı da hatırlıyorum. Bir boşluk vardı bunca hareketin arasında, etrafım kalabalıktı ama içten içe yalnızdım ve hep o belirsiz boşluğu doldurmaya çalışıyordum sanki. Ne çok şey değişti, bitirmek istediklerimi bitirdim, yitirmem gerekenleri yitirdim ve kazanmaya uğraştığım şeylere bugün sahibim. Sanırım mutluluk böyle bir şey...

20 Ekim 2012 Cumartesi

1214

Gerçekten, benim burada sevdiğim ve yetenekli olduğum işi yapmak, mesleğimi devam ettirmek ve büyütmek için tam manasıyla sırtım çatlarken, bambaşka hayat öyküleri olan birilerinin dışarıdan bakınca bana özenip, çalıştıkları kurumsal şirketten ayrılıp kendi işlerini kurmaya karar vermeleri, "tasarımcı olma"ya kalkışmaları beni ziyadesiyle güldürüyor. Bir kere, beni kıskandığınızı söylüyorsunuz ama, ben şanslı filan değilim- ben yolumu kendim seçtim, kimse bana bir şey göstermedi, önermedi, vermedi... Bana bu iş- "ayakkabı tasarımcısı" deyince pek havalı oluyor farkındayım ama- gökten düşmedi, kendim seçtim. Ben bu işi yapabilmek için yıllarca okul okudum, ense terlettim, kafa patlattım,başladığımdan beri hep riske girdim, şüpheniz olmasın en az sizin kadar zorluk çektim. Siz, şirketinizin organize ettiği haftasonu kürek yarışına giderken ben Güngören'in pis sokaklarını arşınladım, siz şık şıkıdım giyinip ofise arabanızla giderken ben ustalarımdan bir şey öğrenebilmek için çalışırken ellerini izledim, çıraklarıyla çay içtim, yeri geldi koli taşıdım, raf dizdim, yeri geldi deri kokusundan hasta oldum, yeri geldi bali kokusundan kafayı buldum. Üstelik daha yolun o kadar başındayım ki; henüz yapabileceklerimin yarısını bile ortaya koymadım. Şikayetçi olduğum sanılmasın; bu yaşamı ben seçtim, her şeyine de razıyım- şimdi lütfen bir daha düşünün; her ay maaş garantili nezih ofis ortamındaki yaka kartlı işinizi bırakıp "tasarımcı olmak" istiyor musunuz gerçekten? Hayatım(ız); gözünüzde canlandırdığınız kadar romantik ve keyfi asla olmadı. Hazırsanız, buyurun gelin- çalışalım!

1213

(19 EKİM CUMA)

Akşamları epey soğudu artık burası, hele deniz kenarı... Yine de sahilde biraz oturup birer bira içtik, eskilerden konuştuk... Hafiften kasvetlenmiştik kalkarken, gözümde yaşlar birikmişti biraz belki, ama artık bir çok şeyi geride bırakmış olduğumuzu hatırlayınca içimiz ısınıverdi... Eve gelince erkenden uyuya kaldık.

18 Ekim 2012 Perşembe

1212

İstanbul o kadar capcanlı ki, hele de sonbaharda!
Ne filkmekimine istediğim kadar dahil olabildim, ne caz festivalinde yeni bir üçlü keşfedebildim. henüz tasarım bienaline ayıracak boş bir gün arttıramadım ve vizyona giren filmlere hiç göz atmadım. Hala Belgrad ormanlarında yapraklar dökülmüş mü, kızarmış mı göremedik ve Monet'nin nilüferlerine hayran hayran bakamadık.

İstanbul'da sonbaharı kaçırmamak dileğiyle...

1211

(17 EKİM ÇARŞAMBA)

Uzun süre dışarı çıkmayınca, yalnızca ev ortamında yaşayabilen bir organizmaya dönüşmeniz olası- arkadaş sohbetlerinden uzaklaşınca yalnızlığa alışıp insanlar arasına karışmakta zorlanabiliyorsunuz. Ev, bir koza gibi sizi saran canım benim bir yer- yer bile değil, sizin bir parçanız oluveriyor!

Uzun zamandır arkadaşlarımla sosyalleşmediğimi fark edince korkup bu akşam Kadıköy'e indim, iki bira içtim. Eh, pek de bir şey kaybetmemişim yani- hiçbir şey değişmemiş; Kadife sokak yine hafta arası dinlemeden insan kaynıyor, Tuborg var artık- güzel, yanına hep aynı tatsız elma patatesler geliyor, millet sigara içip laklak ediyor, erkekler yine beni fark edince çok komik bir şekilde sigara tutuşlarını yahut oturuşlarını değiştiriyor ve arada bir bu yana bakıyor, kızlar nedense hep erkeksi ve rahat görünmeye çalışıyor, sokağın karşısında birkaç sene evvel yattığım salak bir çocuk gözlerimin içine bakmak için fırsat kolluyor- her şey bıraktığım gibi...

17 Ekim 2012 Çarşamba

15 Ekim 2012 Pazartesi

1209

Bu konuşma iyi geldi; bazen kendime o kadar güvenemiyorum, bazen kendimi yeterince tanımadığımı-anlamadığımı düşünüp korkuyorum. Böyle zamanlarda bir şey duymak istiyorum- beni kendime getirecek, bana olduğumuz yeri hatırlatacak bir şey...

Sana iki yüzlü davranmak istemiyorum- ne olursa olsun.

Yaptıklarıma, hissettiklerime dönüp bakınca bazen inan ki anlayamıyorum hiç, nasıl yapmışım, neden böyle olmasına izin vermişim. Hem bana güvenmeni çok istiyorum, hem öyle bir an geliyor ben kendime pek güvenemiyorum. Hem beni kıskanmana hiç gerek kalmasın istiyorum, hem beni kaybetmekten korkmanı istiyorum. Hem seni kızdırmaktan korkuyorum, hem sınırlarını bilmeye ihtiyaç duyuyorum.

Ben aslında gerçekten sadece senle mutlu olmak istiyorum!

14 Ekim 2012 Pazar

1208


Bazen işte böyle, boşluğuma denk geliyor-
bir şarkı gönderiyorsun bana, anlamı da yok aslında-
bir şey hatırlattığından değil, bir şey umduğumdan hiç değil-
neden bilmem, bazen işte neyim varsa tükenmiş gibi,
içim sökülmüş gibi, her şeyimi sana teslim etmeye hazır gibi...
Senden gelen bir söze, bir habere, bir şarkıya hüngür hüngür ağlıyorum.

1207

(13 EKİM CUMARTESİ)

Emirgan korusunda dev kahvaltı:

İki kişi el ele aç karna sabah erkenden kalkmış olmalarına rağmen öğlene doğru Üsküdar'dan Beşiktaş'a geçip Emirgan tarafına gitmiş, yokuşu zorla tırmanarak güneş gören bir masaya oturmuş ve utanmadan bir peynir tabağı, bir ekmek-simit-kruasan tabağı, bir domates-salatalık ve zeytinyağlı tabağı ile bir reçel-bal-tereyağı tabağını yiyip bitirmiş olabilirler! (İkisinden biri üstüne bir de meyve tabağı mideye indirmiş olabilir...)

Kim bilir; belki bu iki kişi, güle oynaya sahile inip eve dönmeden önce mısır ve bir film almak için durmuş, evde kanepeye yayılıp zonklayan ayaklarını uzatarak bahar çarptığından tıkanan burunlarını çeke çeke film seyrederken mısırdan yağlanıp tuzlanan dudaklarını öperek ıslatmışlardır...




1206

(12 EKİM CUMA)

Neyi nasıl yapsam diye düşünüp durmaktan hiçbir şey yapamadığımı fark ediyorum bazı bazı...

11 Ekim 2012 Perşembe

1205

Bazen düşünüyorum da, benim de yaptığım bu işte:











Aylak aylak şehirde gezinenlerle, kırım kırım kırıtanlara ayak kapları boyuyorum...











10 Ekim 2012 Çarşamba

1204

Çehov bizi epey güldürdü.

Aksırık'taki ezik memur İvan Dimitriç Çerviakov'un bir hapşırık için defalarca özür dileyerek bezdirdiği General'den, bir hiç olduğunu duyduktan sonra "içi boşaldığı için" ölüvermesi...

Zavallı mürebbiyenin aylık 40 rubleye anlaştığı halde cingöz hanımının hesaplarıyla eksilte eksilte 10 rubleye indirdiği 2 aylık maaşını yine de teşekkür ederek alışı...

Gece vakti deniz kenarında eğlence satmaya çalışan adamın, 3 ruble karşılığında heyecan verici bir boğulma numarası sergilemeyi önerdiği kibar beyin ondan kurtulmak için çağırdığı polis memurunun da deli çıkıp, böyle gösterilerin 60 kopekten fazla etmeyeceğine kendisini ikna etmeye çalışması ve sonucunda yüzme bilmeyen boğulan adamın suya atlaması...

Henüz diplomasını almamış, fakat tepeden tırnağa hekim olduğuna inanan ufacık adamın köyün pederinin dişini itinayla, şefkatle fakat yerlerde sürünüp üstünde tepinerek zorla çekişi sırasında pederin tanrıya dualar edişi...

Evli kadınları baştan çıkarma konusunda ün salmış çapkın ve yakışıklı beyin, kendisiyle zerre kadar alakadar olmayan hatta ondan tiksinen kadınlara bizzat kocaları aracılığıyla ustaca yaklaşarak, sonunda iltifatlarıyla tüm kadınları tavlayışı...

Çehov bizi epey güldürdü.

9 Ekim 2012 Salı

1203

O kadar güzel ayakkabılar yapıyorum ki canım onlardan birini giyip dışarı çıkmak, dans etmek, yürüyüşe çıkmak,hatta evlenmek bile istiyor!

8 Ekim 2012 Pazartesi

1202

Bulutlu ve karanlık bir ekim öğlen üzerini gazete okuyarak sessiz sakin geçirmek için mükemmel bir şarkı...



Jeff Buckley. I Know It's Over (live).

7 Ekim 2012 Pazar

1201

Sinirim tepeme çıktı mı, gözüm kimseyi görmez.

1200

(06 EKİM CUMARTESİ)

O kadar yoruldum, öyle tükendim ki; hasta oldum.
Artık titreyerek ağlıyorum ve nefessiz kalıyorum, gücüm hiç kalmadı gibi hissediyorum- ama...
Ama ben biliyorum; daha önce de tiksindiğim yerlere basmak zorunda kalmıştım da bir hamlede çıkıverip oradan, kendimi bir çırpıda kurtarmıştım. Ne bir defa geriye dönüp baktım, ne bir daha o pis yerlere bastım. Gerekirse, yine en zayıf anımda o gücü içimden bulur çıkarır, her şeyi yıkmak, herkesi yakmak pahasına kendimi kurtarırım.

1199

(05 EKİM CUMA)

Ne swing grubu vardı, ne bir coşturan dj.ler serisi...
Yine de eğlenebilirdik, bunlar dile gelmeseydi...

Sana hayatta en büyük korkum bu, dedim- daha nasıl anlatayım?
Bir bataklığa itilmiş gibi hissediyorum, ne kadar debelensem o kadar batıyorum. Kabuslarda olur ya hani- ne kadar bağırsam duyuramıyorum.

Senden nefret etmemek için çok çaba sarf ettim.

4 Ekim 2012 Perşembe

1198

Rüyamda savaş gördüm; biz bir yerdeymişiz de dışarı çıkınca bir de bakıyoruz ki yere serilmiş cesetler dolu, elleri kalaşnikoflu askerler etrafı tarıyor, hemen eğilip gerisin geri apartmana girmeye çalışıyoruz, başımızı eğip bir köşeye saklanıyoruz ama yine de bizi buluyorlar, orada uyandım...

1197

(03 EKİM ÇARŞAMBA)

Yeni bir ev, yeni bir yerleşim planı, yeni bir dolap, yeni bir halı, yeni kazaklar, yeni bir saç rengi, yeni bir sokağın keşfi, yeni ayakkabılar, yeni insanlar, yeni yağmurlar....Her zaman daha iyidir, bence, her yeni gelen!

2 Ekim 2012 Salı

1196

Eminönü'nde balık-ekmek yemenin keyfi başka hiçbir şeyde yok!

Bana İstanbullu olduğumu, çok sevdiğim sonbaharın sonunda geldiğini, her saat yaşayan-yahut hayatta kalmaya çalışan bir şehirde olduğumu, nereye kafamı çevirsem absürt bir şey, çirkin ve pis bir şey, güzel ve eski bir şey, hayret verici göz alıcı bir şey göreceğimi, doğduğum yere ait olduğumu ve başka bir yerde fazla barınamayacağımı, simidin çaya ne çok yakıştığını, bu milletin hiç adam olmayacağını, aslında Galata Kulesi'nin ne de güzel olduğunu, Fatih'in kellesini, hatta kazıklı Voyvoda'yı, deniz kokusundan mahrum kalırsa bazı insanların ölebileceklerini ve benim de onlardan biri olduğumu, rastgele bir kahveye oturup tanımadığım birilerini tavlada yenmek istediğimi, bazen bir Niğde gazozu açıp lıkır lıkır içmek istediğimi, biraz da babamı hatırlatıyor...