27 Ekim 2012 Cumartesi

1220

(26 EKİM CUMA)

Planları tutmayınca günler daha mı keyifli geçiyor ne?!

Üzerimdeki ölü toprağını silkelemek ve aylardır belki yıllardır süregelen rutinimden çıkmak için harika bir fırsattı bu cuma günü. Böyle olduğunu bilmiyordum aslında, ama hissediyordum sanki, içim kıpır kıpır çıktım evden. Epeydir binmediğim bir otobüsle geldim, değişiklik olsun diye- bugün kalıpları kırma günü!

Bayramın boşalttığı İstanbul'un trafiksiz yollarında çarçabuk vardım, altıma epeydir dolabımda elimi atmadığım kotumu çekmiş,uzun bir günde rahat etmek ve oradan oraya yürümek için spor ayakkabılarımı giymiştim. Kolumda eski, en sevdiğim deri ceketim, gözümde güneş gözlüklerimle meydandan tramvay durağına inerken hava bana çok güzel gözüktü, beni bekleyen arkadaşım gözüme çok güzel göründü...

Bir dikişte içercesine hızla inip tükettiğimiz İstiklal'in sonlarına doğru, öğrencilik zamanlarımda sık sık okul çıkışı iki bardak çay içip oturduğum, elimde gazetemle veya kitabımla bazen bir iki saati sıkılmadan geçirdiğim, kalabalık da olsa hep bir köşeye ilişiverdiğim, okulda yapmam gerekenleri kafamda netleştirmek niyetiyle çok zaman bir şeyler çiziktirdiğim, şüphesiz Beyoğlu'nda kendimi en rahat hissettiğim pasaj arkası avlularından birinde sohbet molası verdik.

Buraya kadar plan dahilinde ilerliyorduk aslında- ta ki bir başka arkadaş-fazla tanımadığım fakat tatlı bulduğum, çok konuşan ve çok gülen bir kedi annesi- bizi basana kadar!

Sonra onun rüzgarına kapılıp Sultanahmet'teki gümüş atölyesine gittik, giderken şarabımızı peynirimizi eksik etmedik. Gündüz vakti şarabı hepimizi ayrı mest ettiğinden olsa gerek, bir an geldi üçümüz birden aşık olmak istedik...

Akşamüstü Sultanahmet'ten çıkıp temiz hava alalım diyerek Karaköy'e yürüdük- bayramda kendini şehre atmış envayi çeşit dağ ayısı, köy haydutu, varoş kırosuna selam ederek kendimizi tünele attığımızda hakkımızdı artık bir çığlık atmak!

Ufak galerilerdeki sergileri gezmeye niyetlenmişken, bambaşka bir rotaya sapan günün akşamı, yine bize sormadan kendince devam etti. Atölye turumuzu Kumnaracı'da bir arkadaşın ahşap işlerine bakmaya uğrayarak sürdürdük. Baykuşlara tabi ben hemen bayıldım ve kendi baykuşumu oymanın hayalini kurmaya başladım.

Biraz şarap biraz sigara daha sonra, bunalıp kendimizi dışarı attık, midemize doğru dürüst bir şeyler girsin istedik ve salata söyledik. Kendimize geldiğimizde ayaklarımızın ağrısı bize akşamı sonlandırmaya yaklaştığımızı hissettiriyordu. Fakat yine düşündüğümüz gibi olmadı!

Tekrar bizi çalan sabahki arkadaşın bu kez evini görmeye Aynalı Çeşme'ye yürüdük. Evin daracık koridorunda yarışan kedileri izlerken papatya çayından mayışıp bir saat sonra kalmaya karar verdik. Karadenizli tatlı bir taksici amca bizi eve bıraktıktan sonra Nijeryalı genç ve biraz etrafıyla ilgisiz bir kızla tanıştım.

Çok hevesle açtığımız korku filminin sonunu getiremeden kanepede sızmamızla gece bitti.

Ne kadar ihtiyacım varmış, kendime vakit ayırmaya-sadece kendime, başkasını düşünmeden, başkasının derdiyle dertlenmeden- kendimi bulmaya, hatırlamaya, Rana nelerden zevk alıyordu, ne yapmayı severdi tekrar bir baştan bakmaya, ne çok ihtiyacım varmış meğer, yeni insanlar tanımaya, bilmediğim bir yerler keşfetmeye, başkalarının hayatlarına bakmaya, konuşmaya, dinlemeye, düşünmeye, şehri başka gözlerle görmeye, güçlü hissetmeye, yürümeye...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder