30 Mayıs 2014 Cuma

1801

Ömrünün bilmem kaç yılını hapiste, sürgünde geçirmiş bir adamın; şiirlerinde en çok Güneş demesi ne iç burkan bir ironi...

1800

(29 MAYIS PERŞEMBE)

İstanbul'a gittik bugün; hava kurşun gibi ağır...* Eminönü'ne bir vapur taşıdı bizi; gizli saklı bir bira içtik susamış ve terli terli...

Yukarı tırmandık dar yokuşlardan, ortası çukur Osmanlı tipi Arnavut kaldırımı yollardan kıvrılıp bir köşe başında durakladık. Karşıya geçip yol ağzındaki boş masaya oturduk ve Erzurum kebabı söyledik. Hafif serin bir esinti çıktı da nefes aldık. Kımıldamak, nefes almak, yemek, içmek... Toprağın altında çatlayan bir çekirdek gibi elim...**

Karnımızı doyurduktan sonra yürümeye koyulduk etrafa baka baka. 20.yy. başından süslü püslü, büklüm büklüm işlenmiş bir apartmana hayran kalırken başımızı çevirince hemen 300yıl geriye götürdü bizi Rüstempaşa Camii. Başımız dönmüştü ki; Hasırcılar Çarşısı'nın bir aralığından kıvrılıp kaybolduk. Aydınlığa varacağımıza inanamayarak pek, daracık aralıktan avluya çıktık, avludan tünele girdik ve sonunda işte... Ben yanmasam... Sen yanmasan... Biz yanmasak... Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa...***
Ali Paşa Han'ına yürürken pala bıyıklı amcayı gördük karşısındaki fırının önünde, iskemlede. Amma şahsına münhasır tipler var şu memlekette! Günün 29 Mayıs olduğunu hatırlayınca "Vay be!" dedim karşımdaki adamın gözlerinin içine, "Düşünsene; yüzlerce yıl evvel bugün yüzlerce insan canı için kaçışıyordu tam da bu ara sokaklara, İstanbul'da..." Birkaç yüzyıl ileri atla, hop- şimdinin 95yıl evvelinde yine benzer manzara...
Biz ki İstanbul şehriyiz, 
işte, arz ederiz halimizi 
Türk halkının yüce katına. 
Mevsim yazdır, 
919'dur. 
Ve teşrinlerinde geçen yılın 
dört düvele teslim ettiler bizi, 
gözü kanlı dört düvele 
anadan doğma çırılçıplak. 
Ve kurumuştu 
ve kan içindeydi memelerimiz.****

Han'ın içini biraz dolandık, alçak kapılardan eğilerek girdik odacıklarına, merdivenlerini tırmanıp yukarıdan baktık avlusuna. Sıralara dizilenler arasında yerimizi aldık. Ufak tefek bir adam çıktı sahneye, sahnede antikacıdan bulunmuş bir ahşap masa, bir de sandalye. Elleriyle kollarıyla, eğilip bükülüp, fısıldayıp bağırarak başladı memleketine hasret şiirleri okumaya...
Sen şimdi yalnız saçımın akında, 
enfarktında yüreğimin, 
alnımın çizgilerindesin memleketim, 
memleketim, 
memleketim... *****

Oyun esnasında hava bozdu, rüzgar çıktı, gözlerimiz doldu. Karlı Kayın Ormanı'nı usulca mırıldanarak çıktık handan dışarı. Eve gidesimiz gelmiyordu hiç, Galata Köprüsü'nü geçiverdik de Karaköy İskelesi yakınındaki bir yere oturduk. İki bira söyledik- tam da sigara içilecek akşamdı! İki vapurun yanaşıp 72 milletten insanın boşalmasını seyrettik Nazım Hikmet'in annesi Celile Hanım'ın sevgilisi Yahya Kemal'e şiirlerini okutmasından konuşurken, derken yağmur çiselemeye başladı. Gece yarısı bar kapanırken kol kola çıkıp Beşiktaş'a kadar yürüdük, savruk ve kasvetli, fırtınaya dönen havada aksıra hapşıra... 



* ve *** Kerem Gibi'den
**Yaşamak Kasideleri'nden
****Erzurum ve Sivas Kongreleri'nden
*****Yine Memleketim Üzerine Söylenmiştir'den

28 Mayıs 2014 Çarşamba

1799



Visit my facebook page to take a closer look. 
You can order customized shoes at my shop. :)

Yakından bakmak için facebook sayfamı ziyaret edebilir, kişiselleştirilmiş ayakkabılar sipariş vermek için ZETTARZIMON , EMEKSENSİN veya SOPSY dükkanlarıma uğrayabilirsiniz. :)

1798

(27 MAYIS SALI)

Efendim artık sandalyelerimiz de olduğuna göre, bir şişe blush da açtık mı, kendimizi yerlerde oturup kutu bira içen avam kamarasından soyutlamamızın vaktidir!

Yer: Caddebostan sahili
Saat: Akşamın hemen üzeri
Dress Code: 50ler stili lacivert beyaz puantiyeli elbise ve saç bandı
Konu: Kaş tatili planları

1797

(26 MAYIS PAZARTESİ)

19. yüzyılda, Frankfurt- Herzberg'te...

Englischer Hof

Frak giyinmiş, biraz demode-şık yaşlıca ve epey suratsız bir adam her günkü gibi öğlen yemeğini ısmarlıyor. Masasına bir başkası oturmasın diye iki kişilik yemek söylüyor ve dev iştahıyla hepsini silip süpürüyor. Soranlara "Ne de olsa iki kişilik düşünüyorum" diyor. Genelde insanlardan kaçınsa da, zaman zaman sohbetlerini uzaktan dinliyor ve sonunda kadınından, atından veya köpeğinden bahis açmayan bir askerle karşılaşırsa, masaya koyduğu altın parayı ona bırakacağına söz veriyor.
Bu sinir bozucu dürüst beyin şerefine kaldıralım kadehlerimizi bu akşam!

25 Mayıs 2014 Pazar

1796

Bıraksalar evden çıkmayıp günlerce cinayet romanları okuyacağım ama...
Hem hava çok güzel, hem de hayat çok hızlı!

1795

(24 MAYIS CUMARTESİ)

Anadolu Yakası'nda Plansız Sayfiye Günü

Altunizade'den İcadiye mahallesine inerken bir iki erik kopardık. İcadiye caddesi etrafında kiralık evlere bakınarak yürürken depremi hiç duymadık! Kuzguncuk'ta minik bir butik-cafe açılışına katılıp, renkli insanlarla biraz hoşbeş ettikten sonra attık kendimizi Ekmek Teknesi'nin sokaktaki masasına, ikişer lahmacun söyledik. Çıtır çıtır lahmacun arkasından muhakkak çay ister- zaten iki adım ötesi de aheste bir mahalle çaycısı. Boşalan masayı kapıverdik, açtık dergi, gazetemizi yayıldık. Ucuz ve biraz buruk ikişer çay içtikten sonra biraz daha aşağı inelim dedik, deniz kenarındaki Çınaraltı'na geçtik. Akşamüstü güneşinde tombul ve miskin kediler gibi gevrerken, arka masaya oturup kalkan birkaç gruptan türlü entrikalar, ilişki meseleleri dinledik ve arada Çengelköy Börekçisi'ni kısa bir ziyaret ettik. Bu börekler de hemencecik bitiyor! Uzun bir yürüyüş lazım dedik, boğaz hattı boyunca yürüye yürüye köprünün üzerine çıktık akşama doğru.

Baş döndürücü, taban çatlatan ve sayfiye havası estiren püfür püfür bir Anadolu yakası günü...

1794

(23 MAYIS CUMA)

Sıkılınca at kendini deniz kenarına; "yürüyen tekel" mi istersin, yanı başında, bastırılmış cinsel dürtüleri içkinin etkisiyle küfre vuran beş para etmez adamlar mı istersiniz, işte tam karşınızda, arada ciddileşen ama sıkıntı yapmayan arkadaş sohbeti eşliğinde iki bira-yaşadığın şeyleri sevdiğini hatırlatmak için bu akşam, tam kararında...

23 Mayıs 2014 Cuma

1793

(22 MAYIS PERŞEMBE)

Bu cahil Avrupalı kibri nedir kardeşim?

Geçen gün Fransız bir tip beni "yüzlerkitabı"ndan buldu, tanımadan etmeden bu yaz Türkiye'ye tatile gelmeyi düşündüğünü söyleyip tavsiye istedi. Garip gelse de yardımcı olayım dedim, ne aradığına bağlı olarak bir çok önerim olabileceğini, zira Türkiye'nin kocaman ve harika bir ülke olduğunu söyledim önce. "Deniz&kumsal&parti" şeklinde özetledi aradığını, birkaç hafta içinde bizim de gitmeyi planladığımız Kaş'ı tavsiye ettim; hem doğası güzel, dinlenirsin ve akşamları müzik dinleyip dans etmek için birkaç yer bulabilirsin, dedim. Birkaç ufak tanışma sorusuna- yaşın kaç, ne işle meşgulsün, gibi- kısa cevaplar verdikten sonra nasılsa muhabbet devam ediyordu; açıkçası biraz ısrarcı bir tavrı vardı pek beğenmediğim. "Türk kızları hakkında internette bir şeyler duyduğu"ndan bahsetmeye başlayınca rahatsız edici sınıra yaklaştığımızı sezmiştim. "Bekaret sorunu" var mı diye soruyordu anlayacağınız, ilk defa Müslüman bir ülkeye gittiğinden merak ediyormuş "hayat tarzımız"ı. Neden, dedim, biz de içki içiyor, ot çekiyoruz tıpkı sizler gibi ve sevişiyoruz- uzaylı mı sanmıştınız yoksa?

Türkiye'nin "modern bir ülke" olduğunu, "Araplar gibi" olmadığını biliyormuş canım- ne entelektüel seviye ama! Bizim buralarda medeniyetsizlikten yakınıp Avrupa yahut Amerika gibi çağdaş memleketlere kapak atarak "kendini kurtarmaya" çabalayan genç kızlarımız işte böyle tiplere bayılıyorlar. Sırtlarına bir çanta atıp dünyayı gezen bu süper özgür tiplerin dünyayı algılama seviyelerini her biriyle tanıştığımda tekrar tekrar tiksintiyle fark ediyorum. Yeni kültürleri keşfetmek adına egzotik buldukları kızlarla yatmaktan başka bir girişimi olmayan, Avrupa Birliği'nin hemen dışında hayatın nasıl döndüğünden zerre haberi olmayan böyle şirin mi şirin boş erkekler güruhu bizim buralarda pek popüler. Kendisi üstelik, mimar olduğunu söylediğine göre, mesleği açısından Dünya'da eşsiz topraklardan birini ziyarete geliyor ama- o deniz&güneş ve partilemek istiyor yalnızca!

Neden böyle bir şey sorduğunu anlamakta güçlük çektiğimi, kültürümüz ve yaşam tarzımızı öğrenmek istiyorsa niçin yalnızca bu meseleyi merak ettiğini garipsediğimi söyledim. Kısa ve samimiyetsiz özürlerin ardından tatile birlikte çıkmayı teklif edince erken arkadaşımla gideceğimiz cevabını verdim. Erkek arkadaşım olduğunu nedense bir türlü inanamadı- herhalde Müslüman bir ülkenin vatandaşı olduğumdan. "Çok güzel, tatlı ve seksi" buluyormuş beni, pek memnun oldum! Fakat mesleğim "yüzlerkitabı"ndaki sayfamda açıkça belirtildiği halde sorduğuna göre, herhangi başka bir kalitemle alakadar olmadığı aşikar. Benle bir şansı olabileceğini ummuşmuş, neden, dedim- benden tavsiye istediğinde verdim diye mi?

"Müslüman ülke vatandaşları" arasında beklenmedik ölçüde rahat iletişim kurulan, fazlasıyla medeni  bir genç hanım olarak yerimi almış bulunuyorum, üstelik bu bir Avrupalı tarafından onaylandı. Benden mutlusu yok artık!

21 Mayıs 2014 Çarşamba

1792

Tatildeymişçesine işsizlik; hafta içi daimi öğrenciler, çocuğunu gezdiren ev hanımları, yaşlı ve çok konuşkan amcalar ile birlikte sahilde oturacak büyükçe bir gölge bulabilmek, yeni edindiğimiz sandalyelere kurulup termosla getirdiğimiz kahveyi içerken güneşlenmek, hazırladığım sandviçlerin çok tatlı gelmesi ve simitlerin ancak yetmesi, yan tarafta oturanlara arada laf atmak, bir sürü mendilciyi ve çingene çocuğu geri çevirmek, top oynayan veya hulahup çevirenleri seyretmek, bisikletlileri belleyip nasıl hala hiç zayıflamadıklarına şaşmak, Uykusuz'un her köşesini okumak, içtiğin biradan sanki daha fazlasını işemek, Güneş altında iyice gevreyip ılık ılık kokmak demek...

20 Mayıs 2014 Salı

1791

Küçük Güzel Şeyler

Yaz geldiğini anlamak için biz; patlıcanları alacalı soyup dilimler, taze kabakları traşlar, etli biberlerin çekirdeklerini çıkartır ve patatesleri irice doğrarız önce. Az yağda tavada kızartıp, geçen yaz sonu kaynatıp kavanozlara doldurduğumuz misler gibi domates-biber sosu koyarız üstüne. Sarımsaklı yoğurt en sevdiren şeydir belki bu yaz yemeğini...

Yazın gelişini kutlamak için biz akşamüstü karpuz keser, keserken en güzel yerini ağzımıza atıverir, yerken muhakkak bir soruya cevap vermek ister ve konuşmaya çalışırken suyunu çenemize akıtırız. Karpuzları çiçekli küçük tabaklara koyar, yanına hızlıca kalın beyaz peynir dilimleri keseriz. Koştura koştura götürürüz balkona, yahut incirin altına-herkes hevesle bekler...

Yaz geldi diye çocuklaşmaya sebep edinen bizler; bugünkü gibi bir iş gününün akşamüstü vakitlerinde, beklenmedik bir telefon alıp "Haydi gel sana dondurma ısmarlayayım!" diyen adamlarla çıkarız, bisikletine dayanmış bizi bekleyen bu adamları, hatıra defterimizin kalbimiz kadar temiz sayfası gibi severiz...

19 Mayıs 2014 Pazartesi

1790

Dün gece epeydir ara verdiğimiz İstanbul gecelerinde pek bir şey değişmediğini gördük; eğlenceli ve melankolik şarkılar, her zamanki gibi kayıp bakışlı insanlar, erkek arkadaşına sırnaşan boş kızlar, üzerimize dikilen gözler, paylaşılan sigaralar, bayıcı "adult" muhabbetler, 30larında hala kadınları fantezi unsuru olarak gören erkekler, kendinden 14 yaş küçük erkeklere cinsel tavsiyeler veren kaşarlanmış teyzeler...

Mehmet Erdem'li, Hayalet'li, Özgür Mumcu'lu Hayal'de Erdem Akakçe gecesi pek keyifliydi; tüm bu tiplere rağmen, hatta belki de onlarla birlikte.


18 Mayıs 2014 Pazar

1789

En nefret ettiğim sözlerdir:

Hayat devam ediyor.
Başın sağolsun.

Zaten ölene üzülünmez-ardında nereye koyacağını bilemediği bir acı ve yumruk gibi öfkesiyle kala kalanlara üzülüyoruz.


1788

(17 MAYIS CUMARTESİ)

Şemsiye

Berbat haberler bombardımanından hepimiz nasibimizi aldık gün boyu, aptal yerine koyulmaktan ve yalanlar dinlemekten kusacak gibi olduk, cehennemin dibi misal bir yerde cayır cayır yanan insan etini kabuslarımızdan atamadık, akşam artık nefes alamayacak gibi olunca bir şemsiye açtık kötülüğe: biraz arkadaş sohbeti, sakin ve neşesiz, birer bira-rahatlamak için...


16 Mayıs 2014 Cuma

1787

Ne lanet bir günmüş anasını satayım!
Nefret, öfke ve haksızlığa uğramışlık duygusu içime karbonmonoksit gibi çöktü...
Bari sen de böyle yaralayıcı konuşmasaydın, yine güvensizlik sokmasaydın aramıza, hatırlamak istemediğim panik hissini tazelemeseydin keşke be!
İçim ezildikçe ezildi, yanık et kokusu solur gibiyim her nefesimde, cehennemin dibinde ölümü beklemenin nasıl bir vaziyet olduğunu tahayyül ediyorum ara sıra, nasıl ferahlayacağımı da bilmiyorum şimdilik. Ferahlamak lafından bile bak utandım şimdi. Hay amına koyayım!

15 Mayıs 2014 Perşembe

1786

Ancak ucuz pavyon fedaisi olacak tıynette bir hödük... Fıtratındaki madaralık sahte delikanlılıkla sıvanıp şakşakçılara ilah edilen işe yaramaz bir kukla...

Kaderin olacağız ulan!  Ecelin olacak bu memleket.

14 Mayıs 2014 Çarşamba

1785

Bela Lugosi ile evlenmek isteyen bir genç kız olabilirdim, eğer 10 sene evvel tanımış olsaydım onu.
Ama madem ki geç tanıştık; eh bizden de geçti artık- en iyisi bu akşam Dracula'yı koyup koyun koyuna seyredelim, yumuşak yumuşak...

1784

(13 MAYIS SALI)

Pek çok tiklerin atıldığı bir gün daha!

Sabah yeterince erken uyanamasam da, arabayı Kireçburnu'na sürüp fırından kalan son mantarlı su böreğini almayı başardık, kırmızı kareli masa örtümüzü Boğaz manzarasının en güzel izlendiği yere serip kahvaltı pikniğine oturduk.
Güneş bir açıp göz kırpıp bulutlara kaçıyor, sürprizler yapmayı seviyordu bu Mayıs günü ve sahil yürüyüşe çıkmışken soframızı görüp imrenenlerle doluydu. Tahinli çörek ve Goldsaft bile var-kolay değil!
Hep hayali kurulan bu güzel kahvaltıdan sonra biraz deniz havası alıp, nereden gireceğimizi pek de bilmediğimiz Belgrad ormanlarına doğru yola düştük. Nereden girilmediğini öğrendik önce, ardından nasıl girildiğini keşfetmemiz pek sürmedi. 
Keşif yürüyüşümüz biraz da yanlış yola sapmamız sebebiyle, yaklaşık 7,5km sürdü ve bizi fark ettirmeden yordu. Yolda minik kuşlara, sıçrayıp kayboluveren kurbağalara selam verdik, saksağanları dinledik, melevcen dikeni filizlerinden koparıp yedik ve çocukluğumuzdan konuştuk.
Esnek genç ağaç gövdelerine tutunarak oynanan "asansörcülük" oyunu, değirmenlerde mısır öğüterek geçirilen günleri çamur sıvayarak tamir edilen su bentleri, en mutlu çocukluk anıları değilse ne olabilir?! 
Bira içmeye girilen boş ahşap evler, sarhoş eve dönüşlerde yakılan araba motorları ve yıllardır yanlış bilinen arkadaş isimleri; hepsi güzel gençlik yıllarının geri gelmeyecek ama bizi asla terk etmeyecek anıları...

Yorulmuş ve susamış, akşam davet edildiğimiz Beethoven dinletisine gitsek mi diye düşünerek eve dönüş yolculuğuna geçtik ve İstanbul trafiğini hatırladık. Akşamüstü eve vardığımızda ise bu akşam için tek isteğimizin bir şişe şarap açıp evde kalmak olduğuna karar vermiştik çoktan. Tütünümüz yoktu ama, Golden Horn şarkıları vardı...
Telaşsız, amaçsız, sakin tatil günleri yaratıyoruz son bir aydır kendimize; tur paketleri ve uçak bileti rezervasyonlarından bağımsız, otel odası rahatsızlığından arınmış tatiller... Kendi şehrimizde, hep vakit bulamadığımız, vaktimiz olsa bile aklımız işte güçte olduğundan tadına varamadığımız bir çok şeyi yapıyoruz bu bahar... Ne güzel-hayattan çaldığımız ve sadece rahatladığımız günler!

12 Mayıs 2014 Pazartesi

1783

Mutluluk bir tatmin hissi aslında,diye düşündüm şimdi; her şeyden tatmin olma hali. Her şeyin tam olmasa da- ki asla tam olamıyor sanırım- bulunduğun yerden, olduğun kişiden memnun olma hali...

Bir eksik hep var, hep de vardı, eksikler olmasa hayaller de olmaz, özlemler bitse umutlar eksik kalır.
Yetersizlik hissi kötü ama- ondan kurtulmak lazım, yetinememekten bir de...

Yetinemeyenler asla tatmin olmuyor, yetemediğini hissedenler de kendine güvenmiyor, içlerini kemiriyor bir kurt her ikisinin de. Düşündüğümde; böyle kemirilen pek çok kişi tanıdım şimdiye dek, bazen ben de böyle girdaplara kapıldım.

Hep buralardan gitmek, "kendini kurtarmak" için çırpınıp duran rahatsız bir arkadaşım vardı mesela; bir türlü gidemedi de, kaldığı yere de sanırım hala alışamadı. Baştan sevmeyi deneseydi belki sevecekti burayı, doğduğu toprak olduğuna göre! Tek derdi "kendisine bir sınıf atlatacak", rahat bir hayat imkanı sağlayacak zengin ve elit biriyle evlenmek olan bir arkadaşım vardı; bildiğim kadarıyla hala arıyor. Belki bu arada gerçekten onu mutlu edecek birini kaçırmıştır, başka şeyler aradığından.

Aranmayanlar, bulduğunu sevenler azınlıkta ve ne kadar mutlular!  Sahip oldukları aslında fazla sayılmaz, çok daha fazlasını da elde edebilirlerdi ama- sonuçta bu kadar memnun olurlar mıydı acaba? Çabalamakla da geçer yıllar, eldekini değerlendirmekle de- didinip yırtınmakla da geçer ömür, kabullenmekle de...


11 Mayıs 2014 Pazar

1782

Dünden arta kalan inanamayışlar:

Festival heyecanıyla birkaç sigara içmeme rağmen beni öpmene inanmıyorum!

Belki kendimi kaybedip eğlenme sınırlarımı aşmış olabilirim ve seni rahatsız edecek kadar fazla seviyor olabilirim bu herifleri-yine de yanımda tatlı tatlı eşlik ettin, sıkılmadan ve hastalığından şikayet etmeden benle birlikte zıpladığına inanamıyorum...

Eve dönüş yolunun son metrelerinde, mahallenin ara sokaklarından yorgun argın yürürken "Haydi şimdi, aşırı mutluyuz, diye bağıralım!" deyiverdiğimde benden yüksek sesle bağırdığına inanamıyorum!

Yahu epey harika bir gün geçirmişiz biz! Senin ilk festivalin, benden sonraki kız arkadaşlarını kıskandıracak ve benden öncekini şaşırtacak güzellikte, eşsiz, unutulmaz bir gece...

1781

(10 MAYIS CUMARTESİ)

Dünden beri ara vermeyen yağmura,
Önce göl sonra çamur olan sahne önüne,
Balçıkla sıvanan botlarıma,
Beklemekle gelmeyen servislere,
İstanbul'un yağmurlu cumartesi trafiğine,
İçki satılmayan boktan festival anlayışına,
Alkole ulaşmak için minibüslerle en yakın merkeze inip çıkmak zorunda kalmamıza,
Dağın başında orman içinde soğuk, nemli ve karanlık havada durmamıza,
Leş tuvaletlere ve uyuz güvenlik piçlerine,
Çantamda votka şişesi yakalayınca büyük iş becermiş sanan kapıdaki tiplere,
İptal olan gündüz konserlerine,
Tabanlarımız ağrıyarak saç diplerimiz sırılsıklam ve yorgunluktan pert halde eve dönüşümüze,
Erkek arkadaşımın öksürüklerinin artmasına,
Gogol programdan erken çıktığı için ilk 2-3 şarkıyı kaçırdığımıza...

Bunlara ve daha ne kadar olumsuzluk, şanssızlık varsa hepsine öyle bir değdi ki!
Sakin göründüğümüze bakmayın-henüz yeni varmıştık Koç Üniversitesi'ne ve önce bir şeyler yeyip içmek, kendimize gelmek istiyorduk. Alkole ulaşmak pek kolay değildi, üstelik koca çantamın arka cebine saklayıp içeri sokabildiğimiz votka yeterli gelmezdi 3ümüze ama- sarhoş olmak için iyi müzikten alası var mı?!
Okula kaçıncı girişimizdi hatırlamıyorum-ama işte votka&sprite doldurulmuş su şişeleriyle son girişimizde Gogol çaldığını duyarak koşturmaya başladık. Sahneye tahminimizden erken çıkmış olmalarına sinir olup beş dakikasını bile kaçırmış olduğumuza küfrederek, el ele önlere doğru ilerledik kalabalıkta. Zaten hiç azgın olmayan tuhaf bir kalabalık vardı yani- gençlik ölmüş öyle söyleyeyim.

Benim kadar zıplayan, bağıran, zevkle eşlik eden bir Allah'ın kulunu göremedim etrafımda, önümdeki kızcağız dönüp "Bunlar Gogol Bordello mu?" diye sordu. Sesim çıktığı kadar bağırdım gözlerimi açarak: "Bunlar harika!"

İlk şarkıya yetişemedim ama, ikinciden itibaren hatırlıyorum: Her daim coşturan Not a Crime, Eugene'in hayatı nasıl yaşadığını anlatan Wanderlust King, yeni albümden umut verici direniş şarkısı Dig Deep Enough, Malandrino, Rainbow ve Name Your Ship, bir önceki albümden tüm zamanların en manyak aşk şarkısı Pala Tute, özlem dolu My Companjera, varoşların ve göçmenlerin sesi Immigraniada, Trans-Continental Hustle, eskilerden çok sevdiğim Sally, belki de en sevdiğim Mishto, sözlerini felsefe edindiğim Indestructible (Kırık İngilizceleriyle Undestructable), herkesi coşturan ama beni artık biraz bayan Start Wearing Purple, genelde son şarkıları olan Ultimate (Baro Foro karışık) playlistlerini oluşturdu.
Gogol Bordello "Immigraniada" from Isaiah Seret on Vimeo.


Gogol Bordello - My Companjera from eli tishberg on Vimeo.



Sally from Carolina Cabrerizo on Vimeo.

Yıllar önce tanışma şansını yakaladığım bu müthiş herif; Çernobil'in ardından henüz bir yeni yetmeyken ülkesinden göç eden, Avrupa'da çingene kökenlerinin izini süren ve bir süre mülteci kamplarına yaşayan, Amerika'ya gittiğinde sokaklarda yattığı ilk günlerde rap&dub ritmlerine alışan ve sonunda gypsy-punk devrimini başlatan grubunu toplayan bu herif, bana birkaç yıl önce şöyle anlatmıştı: "Fikirlerim, benim kolumdaki sepete doldurduğum elmalar gibi ve konserde seyirciye birer birer fırlatıyorum. Kapan kapıyor..."

Çat pat suratımıza korkusuzca fırlattığı elmalardan bir kaçını kaptığımı hissediyorum. Çatır çatır ısıracağım şimdi, sulu bereketli fikirlerini ve yeniden karşılaşana kadar, ilk karşılaşmamızda bana içimdeki bastırılmış öfkeyi sanata dönüştürmemi öğütleyen bu adamdan aldığım feyzle içimdeki öfkeden çiçekler açtıracağım!

9 Mayıs 2014 Cuma

1780

Üzerimizden kiri pası sökmeye, kaybettiğimiz hayat ışığını emmeye geliyoruz!



Streets of Sulukule
Are down down down
Urban progress bullies
Try to steal its crown

Till first note a-ripples
And street beats errupts
Now you see who’s heart and soul
Is bankrupt

Not these smiles not these eyes
Tired of truth they’re tired of lies
Do you believe by the sword all die
When mahalados are just trying to get by

Educate thy neighboor
Educate my friend thy neighboor ey

Educate thy neighbor
Bout the urban plot
To pave over culture
For new parking lot

Educate thy neighboor
Bout attrocity
They buldoze as if you can buy
Thousand years of history

Not these smiles not these eyes
Tired of truth they’re tired of lies
Do you believe by the sword all die
When favelados are just trying to get by

Educate thy neighboor
Educate my friend thy neighboor ey

Diaspora rockers
Vamos a matar
Vamos a matar
Policia militar

So be it over glass of porto
Or a hookah on roof top
Educate my friend thy neighborr
Deliver to him/her whats up

Be it over game of poker
Or after sex cigarette
Word of mouth eductainment
Beats tv and internet

My beat is // beat of the barrios
My beat is // beat of the sowetto
My beat is // of the sulukule
My beat is // of any ghetto

Do you believe by the sword all die
When favelados are just trying to get by

Tzumailey!
Sulukule!

8 Mayıs 2014 Perşembe

1779

Vatanını terk etmeye gelince, yolları ayrılıyor evli çiftlerin, tek sözcük itiraz dahi etmeden...
Malın gibi gördüğün karının rahminde büyüttüğü oğlunun ölümünden sorumlu gördüğün adamla karşılaşınca, ele geçiriyor insanı ön-yargılar...
Kuran'a el basmaya gelince ortaya çıkıyor iç kemiren bastırılmış tereddütler...
Babasının yalanına ortak olunca büyüyor kız çocukları, yahut benzin parasının üstünü almak için diretirken...

"Bir Ayrılık" bir ayrılık hikayesinden ziyade...

1778

(07 MAYIS ÇARŞAMBA)

"Komşusu açken tok yatmasın diye zengin sitelere taşınanlar var..."
Bağlama çalan boksör imamın maceralarını keyifle seyrettik, bu hava muhalefetinden kapalı alanlara tıkıldığımız bahar akşamı.

6 Mayıs 2014 Salı

1777

Hepimiz insan olduğumuz halde, hala anlaşamamamız ne garip aslında...

Bir de bu aralar hayatımdan sosyal medyayı çıkardım gibi bir şey, yani işimle alakalı reklamlar ve paylaşımlar hariç-nereye kimle gittiğimi ve ne harika günler geçirdiğimi kimse bilmesin, neler yediğimizi ve ne güzel gözüktüğümü kimse görmesin dedim!

Yanımdakiler zaten yanımda, bilmesini istediklerim nerede nasıl olduğumdan haberdar ve ben küçük dünyamda mutluyum. Daha az görünür olsun varsın mutluluğum, bu onu daha az geçek kılmaz. Eskiden olduğu gibi analogla fotoğraf çekmeye başladım ve fotoğrafları anı olarak biriktirmeye karar verdim.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

1776

Çok çılgınca bir şey yaptım dün gece:
Koskoca bir çanak mısır patlattım, yedim ve bir iki saat sonra aynı çanağa kustum hepsini.
Değişik oldu.

1775

(04 MAYIS PAZAR)

Uzun uzun gazete okuyarak başladığınız sabahlar ne güzeldir!

Balkonda sardunyalar pıtır pıtır, bahçe duvarı dibinde ortancalar tomur tomur açmışsa ne güzeldir hava!

Evden bir hızla sahile inip Bostancı'ya kadar yorulmadan yürüyüp ilk motorla adaya geçtiğiniz günler ne güzeldir!

Ada sahilini lakayt şöyle bir turlayıp, eski püskü berberini, komik isimli fırınını, pahalıya satan manavını gördükten sonra fazla uzatmadan iskeleye karşı bir meyhaneye oturursunuz da önce rakı, sonra yok yok en iyisi iki bira söylersiniz ve yanına yoğurtlu köz patlıcan, mercimek köftesi, mücver, rakı yok ama yine de birer dilim beyaz peynir, nefis enginar dolması seçersiniz zeytinyağlı dolabından ya... Ne güzeldir o an hayat!

Biraz çakırkeyif olduktan sonra etrafa bakarsınız, geniş masaya oturan ailenin şarap içtiğini görürsünüz, bisiklet kiralayan kızların başlarına çiçekten taç taktığını fark edersiniz, Alman bir anne sarı çocuğuyla yan masanıza gelince ne yiyeceklerini merak edersiniz, kısaca konuşacak meseleniz ve düşünecek bir derdiniz hiç yoktur ya... Varsa da o vakit yürürlükten kalkar. Ne güzel gelir midye salma, karidesli börek çıtır çıtır...

Rüzgarlı motor yolculuğu sizi eve hemen taşısın istersiniz, yumuşak kanepeye atsın hatta-nedense pek güzel bir fikir gibi gelir saçma sapan şeyler o dönüş yolunda; bir Sherlock Holmes hikayesi okumak eve varınca, bir korku filmi izlemek o akşam veya sabaha kadar müzik açıp dans etmek...

1774

(03 MAYIS CUMARTESİ)

Pek de güzel bir kız kıza aylaklık günü!

Güneş bir göz kırpıp bir bulutlar arasında kayboluyor, Kadıköy şıpıdık terlikli turistlere soğuk bira ve kebap servis ediyor, Moda sahili şen şakrak gençlerle dolup taşıyordu.

Balık pazarındaki vasat mekanlardan birine oturup buz gibi bira söyledik. Bira&patates günahını epeydir özlemiştik! Isınan havanın da mayıştırıcı etkisiyle bir tane daha ve bir tane daha içtim. Bu arada bir midye tava geldi sofraya, bir de arkadaş eklendi sohbete.

Pek keyfimiz yerinde, kalktık sahile indik ve çakır keyif romantikler sürüsü arasında yerimizi aldık. Yolda Moda pastahanelerinin en renkli vitrininden seçtiğimiz elmalı, çilekli tartlar ve çikolatalı tatlıların yanına birer çay aldık. Ağaç gölgesi pek olmayan bir köşeye serilip uzanınca yağmur sıkıntısı sıcağından biraz bunaldık.

Bahar çarpmış vaziyette yukarı çıkmaya karar verdik, gözlerimiz Güneşten yarı kör, bacaklarımız bitkindi. Yine de nasıl yaptık ettik, kendimizde elbise deneyecek enerjiyi bulduk da hoş bir mağazayı talan edenler güruhuna katıldık. Lacivert üstüne beyaz puantiyeli, beli kuşaklı, kloş etekli şirin mi şirin bir elbise seçtim kendime; hala öğrenciymişim gibi hissetmek için.

Çok tatlı oldum sanki ve hemen eve döndüm.

1773

(02 MAYIS CUMA)

"Para para para
varlığın bir dert, yokluğun yara"
konulu Necip Fazıl oyununu seyrettik. 5.perdesinin çıkarılması sansür iddialarına yol açan oyunun zamanlaması de pek manidardı.
Sanırım aşağıdaki özdeyişler ana fikri yeterince açıklıyor:
"Bu millet neden çökecek? Ahlaksızlıktan!"
“Buna para derler para. Şeref de bu, namus da bu, hikmet de bu, sıhhat de bu, hayat da bu, dünya da bu, ahiret de bu! Para!”


Beni şaşırtan şeyse; 73 yıl evvelinin toplumundaki ahlaksızlık ve paraya tamah eden tipler oldu.
Necip Fazıl yaşasaydı, bugün onu üstadı sayan baş hazret ile şürekasının ahlaksızlık ve para-severlik boyutu karşısında nasıl bir oyun kaleme alırdı kim bilir?...

2 Mayıs 2014 Cuma

1772

(01 MAYIS PERŞEMBE)

Evet; nerde kalmıştık?
Hah tamam- unutmuşuz- gazlanıyorduk, sulanıyor, yerlerde sürükleniyor, aşağılanıyorduk.
Hatırladım.
Buna rağmen de gülüyorduk ve yaşadığımızı iliklerimize kadar hissediyorduk, hatırladınız mı?

1771

(30 NİSAN ÇARŞAMBA)

Bu çarşamba kendini cumartesi sanıyordu-biz de hiç uyandırmayalım dedik...

Öğleden sonra Kadıköy tarafında buluşup karşıya geçtik. Karaköy'ü mantar gibi saran yeni açılan mekanlara bakınarak yukarı Galatasaray'a tırmandık. Pera, zaten her seferinde seyirlik gösteriler sunuyor meraklı gözlere... Birer dergi, gazete alıp Mustafa Amca'ya çaya oturduk. hafta ortası akşamüstü yine kalabalıktı, yan masanın sohbetine kulak misafiri olduk. 1-2 saati böyle keyifli geçirdikten sonra arkadaşlarla birlikte yemek planladığımız Galata House'a oturmak üzere Galata'ya indik. Burası Kafkas-Gürcü-Rus-Tatar mutfağına ait yöresel yemeklerin özenle hazırlanıp sakin ve loş atmosferde sunulduğu bir yer.
Piyanolu odanın bir köşesinde, avluya bakan pencere yanındaki masaya yerleştik ve her birimiz çeşitli et yemekleri sipariş ettik. Bol sos içinde baharatlı gulaş tipi tavuk, dana ve kuzu etiyle hazırlanan yemekler yanında ufak pilav porsiyonları ve sebze garnitürle servis ediliyor. Bir de üstüne "kuş sütü" adını verdikleri, sert kakaolu kekin üzerinde köpük gibi bir dolguyla gelen "hiç böyle bir şey yemedim" dedirten tatlıyı istedik.

Akşamın asıl heyecanı elbette hevesle yer ayırttığımız İkincikat Tiyatro'nun sahnelediği "Üst kattaki terörist" oyunu idi. Emrah Serbes'in enfes kısa öykülerinden belki de en aklımda kalanın uyarlaması olan oyun bu martta prömiyer yapmış. Baş rolde oyunu sırtlayan 12 yaşındaki Denizhan, "teröristler sevinmesin diye şehit ağabeyinin cenazesinde ağlamayan Nurettin"i pek keyifli canlandırıyor. Üst katlarına taşınan Kürt kökenli üniversite öğrencisini potansiyel terörist, ağabeyini öldüren düşmanı bellediğinden içten içe ona zarar verme planları büyütüyor. Zaman içinde aralarına karışmaya başlayıp, üst kattakilerle film seyrederek sohbetlerine katılarak daha fazla vakit geçirdikçe, hiç beklemediği şekilde kardeşi oluveriyor.
İçime işleyen bir öykünün hiç hayal kırıklığına uğratmayan, hakkını tam veren uyarlaması...