10 Mart 2023 Cuma

4965

 (25 OCAK ÇARŞAMBA)

Bu akşam meditasyonda bir araya geliyoruz; 4 çakıl taşı meditasyonunu çok seviyorum. Her seferinde bir çiçek gibi taze ve zarif, bir dağ gibi sağlam, bir göl gibi sakin ve gökyüzü gibi özgür olmayı hatırlıyorum.


4964

 (24 OCAK SALI)

Bazen birdenbire, bir an dedemi anımsıyorum; onun kendine has dolap beklemiş ceket kokusu, incecik ve kuru derisi, yaşlılığında artık kırılgan olan varlığı, tamamıyla içime doluyor...

Would you know my name if I saw you in heaven? diye soruyor Eric Clapton, beni bir o anlıyor, bir Sen, lotus...

4963

 (23 OCAK PAZARTESİ)

15 sene evvelin Rana'sıyla konuşmak isterim çok, neden farklı bitireceğimi  bu yazıyı...

"İlk doğuşum geçti gitti; bu solukta aşktan doğmuşum ben, kendimden de fazlayım artık, ikinci kez doğmuşum ben." Mevlana



Kendiliğinden çırpan kanatlarımla süzülüyorum pencereden dışarı. Işık yol göstericim oldu benim. Dışarısı daha önce hiç görmediğim Yeni Dünya. Her yanı bin bir renge, şekle bürünmüş bambaşka bir alem... Havada taptaze bir koku, Çiçekte bir renk, bir renk, Kuşta bir ses, her böceğin uyduğu bir ahenk, Meyvede bir tat, bir tat! Doğa var olmayı seviyor, her varlık seviniyor. Benim meyvede tat, çiçekte renk dediğim bu sevincin ta kendisi. Her şey beni şaşkınlığa düşürüyor şu an karşılaştığım. Önceki hayatımda hiç mi görmemiştim bunları? Tırtıllar duyamaz mı yoksa kelebekler kadar hassas, bilmiyorum. Her şey beni şaşırtıyor, büyülüyor şimdi bu bahçede. Büyülenişimi tapınma diye adlandırabilirsiniz, buna itiraz bile etmeyeceğim! Evren’in tüm mucizelerini Tanrı diye adlandıran da siz değil miydiniz? Etrafımda bana her an göz kırpan bu tatlı varlıkta sizin Tanrı’nızı görememekle kalmıyorum, gördüğüm her varlıkta bana tanrısallık göz kırpıyor an be an. İnsanlığın her şeyi değerlendirdiğini biliyorum, değerlerin en yücelerini Tanrı’ya armağan ettiğini de. İyi ile Kötü’nün diyarında tüm İyi’leri çalan efendiniz Tanrı değil de kim olacaktı ? Hiç şaşırmıyorum bütün bunlara, hiçbiri dokunmuyor bana. Şimdi burada ben, kelebek, İyi ile Kötü’nün ötesinde bir Alem’deyim, senle burada buluşacağım , çocuk!

Doğa, yalnızca var olmaya çalışıyor, demek bile yeterince hafif olmaz, o yalnızca var oluyor. Otu büyüten, filizi yeşerten, tomurcuğu açtıran, beni de kozamdan çıkaran O. İnsanların Tanrı diye adlandırdığı şeyler, bugün benimle birlikte hayat bulan varlıkların tümü ve içinde var olduğum evren, her şeyden, insanlığın değerlendirmelerinden ve Tanrı’nın kendisinden çok daha önemli geliyor bana. Gözlerimi ne yana çevirsem bir bereket gölgesi, rahatlık ve dinleniş görüyorum. Bir küp dolusu yeni sağılmış süt duruyor ilerde. İki arı, yanımdan daireler çizerek geçip süte doğru uçuyor. Gözlerimi kapasam boşuna kaçış olur, kokular sarmış bahçenin her köşesini. Nefesimle her zerreme dolan gürül gürül, zengin, keskin kokular, mosmor renkleri, bazı taşları kaldırınca altından fışkıran canlı, koyu yeşil kokular, ıslak yosun kokuları bunlar, belki taşı gölgelik edinmiş kara böceğin uykusunun kokusu, zifiri rüyaların derinliğinden gelen ıslak bir koku.

Hayatın tadını alınca Zaman durmuş gibi olur ya, çocuk, bu bahçede zaman en başından zaten yoktu. İnsanlık kendi aleminde Zaman’ın değirmeninde öğütüledursun, ben bu haz aleminde Zaman’ı ılık bir sabah vakti sis basması gibi duyuyorum, ya da bir uykuya dalış gibi tatlı, mahur... Her yaprak, her karınca, her arı, küpteki hala soğumamış süt ve hatta ağaç altındaki gölgelik bile aynı rüyaya dalmış, Zaman’ın koynunda. Az ötede kök salmış sarmaşık var olduğu müddetçe incirin gövdesine dolanacak, hep yukarı tırmanacak, Zaman’ın ilerlemesi umurunda mı onun? Dallarının sürünmesini düşünüyor o, yapraklarının yeşermesini, düşünmüyor da hissediyor, kökünden ne kadar uzakta olursa olsun her cılız dalın ilerleyişini duyuyor, her küçük yaprağın Rüzgar’da titreyişini duyup seviniyor. İbadeti bu sarmaşığın. İbadet dediğimi okuyunca şaşırma, çocuğum, demiştim sana; her varlıkta Tanrısal olan Öz’ü görüyorum. Tanrı dediklerini değil ama Kutsal olan Hayat’ı buluyorum. Kafan karışmasın, çocuk! Ben kutsal olan çok şey tanıdım, bir çiçeğin kocaman gülümsemesiyle açışı, koskoca kavak ağacının bile Güneş’e yönelişi, karıncaların yaptığı köprüler ya da bunlara hayranlıkla bakan bir çocuğun gözleri olabilir Kutsal, ama Tanrı’nın kendisi asla Tanrısal değildir!

Ne diyordum, evet.... Zaman, diyordum, insanlığın gönüllü hapishane koğuşudur. Hayat’ın zamana bağlı olmadığını bir türlü görmezler, Doğum ile Ölüm’ün hep bir saati var sanırlar. Görüyorsun ya, çocuğum, her şeyin olsa bile Hayat ile Ölüm’ün bir saati olamaz asla! Bir odunu kır, işte Hayat da oradadır Ölüm de, görmek isteyen gözlere. İnsanlık, çocuk, Doğa’yı var olduğu muhteşem haliyle kıskandığı için mi, algılayamadığı için midir, bilmem, hep kısıtlamaya çalışmıştır onu. Bir çizgi çizmiş eskiden, Doğa hep o çizgide yürüyecekmiş, oysa ne sonu ne başı vardır Evren’in. Zamanın çizgisinde arkada kalan geçmiş gün, önde bekleyen gelecek günmüş. Bu çizgide yürürsen çocuğum, bir yandan nereden geldiğini hatırlamaya çabalar, bir yandan nereye gittiğini görmeye uğraşırken nerede durduğunu hiç bilemezsin. İnsan hiç Doğa’ya bakmıyormuş, anlayacağın çocuğum, o ipte düşmeden yürümeye çalışırken fark edememiş dönüp durduğumuz çemberi. Bir ipte yürümek dikkat ister, çaba ister ama çemberi dönmek hareketten başka şey istemez! İpte yürümek dengede kalmak, bilgeliktir elbet ama çemberi dönmekteki bilgelik, mantıkta değil aşktadır. Göreceksin sen de çocuk, ipe inci dizildiğini, boynuna asacak bir kadın sonra bunu ve hiç dönüp bakmayacak bir daha, baksa da ne kadar Güzel olduğunu görmeye çalışacak bunda, oysa vereceği bir bilgelik vardır o inci dizisinin : Bir inci tanesini al parmakların arasına, kulak ver, sana diyecek ki “Ben inci tanesi, şimdi beni tutmaktasın, sırf bunu bilirim ben, ne benden önce tuttuğunu ne benden sonra geleni tanırım. Şimdi beni bırakacak ve önümdekini tutacaksın, o da sana aynısını söyler, ama ne sen bilebilirsin ne biz biliriz hangimiz önde hangimiz sonda.”

Tırtıl o zaman beni bilmiyordu ben de şimdi tırtılı hatırlamıyorum. Bu böyle dönüp duran bir çemberdir, anlıyor musun çocuğum, Zaman’ın çemberinin dışına çıkmak ancak çok hızlı dönersen olur. Bu sürekli hareket yaşamın kaynağıdır ki bir an için duran her varlık yaşlanmış olur. Zaman, insan için durdurulması gereken korkunç bir canavar oldu hep, bizler içinse bir danstır hiç bitmeyen. Doğum giriş kapısı, Ölüm çıkış kapısı sanılır, hayat da aradaki yol. Çemberde giriş-çıkış aynı noktadan olur, hayat yol değil olsa olsa bir yolculuktur belki, ama ben dans demeyi tercih ediyorum, çocuk. Etrafıma bakıyorum, varlığın her zerresiyle katıldığı bu dansın ahengiyle gözlerim kamaşıyor. Şimdi düşen yağmur damlasının billur kristali, yaprağın damar ağlarıyla örülü yemyeşil haritası, benim titreşen beyaz kanatlarımın havada yarattığı bir anlık dalgalanma... Hepsi kendinde birer Dünya değil mi bunların? Haykırmak geliyor içimden insanlara “Görün!” diye, balık için Evren Deniz’dir, en fazla Okyanus, böcek için ne kadar? Gittiği yere kadar değil mi, gördüğü yerler kadar, belki birkaç ağaç gövdesi ve bir avuç toprak ömrü boyunca... İnsanın Evren’i ne kadar ? Kendi içlerine baksınlar; bir yerden bir yere anında kan taşıyan damar sistemine hayran kalsınlar, her hücrenin bir beyni oluşuna şaşsınlar, birlikte düşünen ama bağımsız birer beyin... Eşyanın tabiatına baksınlar; her Atom’un çekirdeği etrafında dönen elektronlara şaşsınlar, sonra birden lütfen akıllarına gelsin ve Güneş etrafında dönen gezegenlere benzetsinler onları. Anlasınlar, insanın Evren’i bir Atom’dan daha büyük değil, yalvarırım anlasınlar! Her varlığa baktığımda canlı ya da cansız, hep Tanrısal olanı görüyorum demem işte bundandır, çocuk. Güneş sistemleri, gezegenler ve yıldızların hepsi bir Atom’un içine sığar, bin Atom birleşip varlığı yapar. Hangi şekilde olursa olsun, çocuğum, görüyor musun? Birlik burada.

Hepimiz, Doğa’nın çocukları, içimizdeki boşlukta yaşıyoruz. Evren içimizde. Sonsuzluğu şu anda, sınırsızlığı avucumuzun içinde tutuyoruz. “En-el Hak!”* diyen anlamıştır bunu, artık ondan neyi alabilirler? Sahip olduğu hiçbir şey yoktur ya da o her şeyi içinde taşımaktadır gittiği yere. Artık onu en fazla öldürebilirler, duydun mu çocuğum, en fazla diyorum, çünkü bu hiçbir şeydir. İyi - Kötü ne varsa hepsini kendi içinde görmek, aynı anda tüm İyi’lerle Kötü’lerin üstesinden gelmek demektir. Ben tüm varlıkların ve Evren’in toplamıyım, Evren de benim ve tüm varlıkların toplamıdır, tüm varlıklar da benim ve Evren’in toplamıdır. Biz hem tek tek tamız, hem de hep birlikte bir bütün olarak varız, çocuğum. “Ben Tanrı’yım” dediğimde, kendimi düşünmeden kendimden çıkarak söylerim, aynı şekilde denebilir ki kendi içime dalarak, en derinlerimden söylerim.


Yer ü gökü düzen benim

Geri dönüp bozan benim

Cümle yazı yazan benim

Ben bu divana sığmazam .”**


Kendinden çıkmak kendini bulmaktır. Tanrı’yı öldürmek, Tanrı olmaktır. Bunda anlaşılmaz bir şey yok, çocuğum. Beni aklında bir yere oturtmak belki sevip sevmediğine karar vermek istiyorsun, sen beni tanımlamak için çırpınıp durdukça ben her cümlemde bir öncekinin sende uyandırdığı izlenimi alt üst ediyorum, öyle mi ? Öncelikle beni tanımlamaya çalışmadan sadece okumanı rica ediyorum senden, şimdilik yalnızca benimle gel.

İyi ile Kötü’den özgür olmak, ahlaksız olmak değil, tanımsız olmaktır. Tanımsız olmak, sınırsız olmaktır. Doğa’nın tüm çocukları zaten sınırsızdır, çocukların her şeye onu ilk gördüklerinde nasıl baktıklarını düşün, vahşi hayvanları düşün, çocuk, ben öldürmek Kötü diye tırtılı öldürmeseydim kelebek olup uçabilir miydim ? O zaman benim Evren’im kozamla sınırlı kalacaktı ve ben bu muhteşem bahçenin renk cümbüşünü göremeden, kokularıyla başım dönmeden yaşayıp gidecektim. İşte bu yüzden yazıyorum, çocuğum, bir düşün, senin Evren’in neyle sınırlı? Kozanda bir tırtıl mısın hala, kelebeği tanımayan ? Dışarı çıkmak istemez misin ? Yeniden doğmak istemez misin ?

“Tekrar doğmamak için”, derler yeraltını sevenler, “Temizle kendini tüm arzularından”. Kulaklarına inanabiliyor musun, çocuk, bundan aptalca laf duydun mu sen ? “Nefsinle mücadele etmeli”, der bu zehirli örümcekler, “Ancak bu savaşı kazananlar arınmış olur ve bir daha gelmezler ıstırap dolu yeryüzüne”. Söylüyorum, çocuğum, yeryüzünün ıstırap dolu olduğuna inanmış tüm örümceklere inat, defalarca yeniden doğmak istiyorum ben, kendimle savaşmak değil kendimi dönüştürmek istiyorum her geçen gün. Kendini dönüştüremedikçe, hiç bir şeyi dönüştüremezsin!



* En-el Hak : Arapça, “Ben Tanrı’yım.” Anlamında söz. Hallac-ı Mansur adlı bir derviş 10. Yy. civarında bu sözü söylediği için vahşice idam edilmiştir.


* Dörtlük Seyyid Nesimi'ye aittir.

4962

 (22 OCAK PAZAR)

Kızları birlikte parka çıkarıyoruz, birer kahve alıyoruz, birlikte yemeklerini yediriyoruz, ama gerçekten birlikte olduğumuz anlar öyle az ki... Ürkütücü bir mesafe bu, en yakınınla aranda gün be gün açılan... 

Anlayışlı olmaya çalışıyorum; hayat gailesi, geçim derdi, biliyorum, zor, biliyorum, yine de-bu kadarcık olmamalı insan! İçine dünyaları sığdırmalı, bir sığınak yaratmalı kendine, sevdiğine, ceviz kabuğundan bir evren kurmalı. Yalnız yapılması gerekenleri yapmak yetmemeli, bu kadar kurumamalı insan...

4961

 (21 OCAK CUMARTESİ)

Beşiktaş Deniz Müzesi'nde bu akşam; arkada flu boğaz manzarası, önde bir saltanat kayığıyla çok farklı bir atmosferde klavsen konseri dinlemek ne kadar güzeldi... 

Aynı rüyanın şekilleriyle büyülenmiş gibiydik, hep birlikte o salonda...

4960

 (20 OCAK CUMA)

İyileşmeye çalışıyorum ve hayata ara vermiyorum, ama nezleyim. Bu seferki hastalığın boğaz ve öksürüğe vurmayacağı anlaşıldı, biraz rahatladım. Yarınki konser planımızı iptal etmek istemiyorum ne olursa olsun.

4959

 (19 OCAK PERŞEMBE)

Evet gerçekten de tekrar hastalandığıma inanamıyorum! Bu sefer ne kadar sürer acaba?

Ama çalışamayacak halde değilim, fatura siparişi, sözleşme evrakları vesaire-günün işlerini hallettim.

Bir yandan, paralel evrende-yani içimde şiirler yazdım, şiirler okudum, çevirdim, dedemi hatırladım ve İstanbul boğazını özledim. Hemen şimdi hiçbir işim yokken, diğer her şeyi bırakıp boğazda yürümek isteyecek kadar özledim...

4958

 (18 OCAK ÇARŞAMBA)

Mahallemize yeni açılan fırında, bahar gibi hem güzel hem rüzgarlı bir sabaha, Danimarkalı kahvaltıyla başladık. Üzümlü çörek ve kahve güzel.

Kısa süre sonraysa hiç beklemediğim, sinir bozucu bir şey oldu; hasta olmaya başladığımı fark ettim. Yine, evet, 1 ay süren hastalığımın öksürükleri henüz tam bitmemişken.

4957

 (17 OCAK SALI)

Eminönü alışverişini eskisinden çok daha fazla seviyorum, demiş miydim? İstanbul'la hasret gidermiş ve sevdiğim kahveyi içmek için fırsat yaratmış oluyorum. Yeni tasarımlar için malzeme bakmak da ayrıca iyi geliyor bana.

4956

 (16 OCAK PAZARTESİ)

Tam bir pazartesi günü; mutfak işleri, gönderiler, kızları parka çıkarmak, yemeklerini yapmak ve KUKLA için yeni bir kargo firması araştırmakla uğraştım. Kalbimde bir gül açarak yaptım tüm bunları.

4955

 (15 OCAK PAZAR)

Annemle tiyatro biletimiz vardı bugün; AKM'deki oyuna son anda yetiştik, Rus bir yazarın eğlenceli bir oyununu izledik ve sezonu açmış olduk. 

Hava tam bahardı, çıkışta Nazım'ın doğumgününü anmak için bir şiirini paylaştım: Bugün Pazar

Sonra tam Fındıklı'da tramvaydan inerken ellerimi titreten, neredeyse telefonu düşürtecek bir şiir daha çıktı karşıma: Henüz Vakit Varken Gülüm

O gül ben miyim, söyle?

4954

 (14 OCAK CUMARTESİ)

Emirli'de gelmeyen kışın tadını çıkarmaya devam ediyoruz; kedilerle ateş başında, şiir okuyarak, şarap yudumlayarak...

4953

(13 OCAK CUMA)

Uzun zamandır istediğim şeyi yaptım; arkadaşımın yeni ofisine hayırlı olsuna gittim ve ardından Moda'da şarap içip sohbet ettik. Nasıl yoksunluk çektiğimi anlattım ona, bir yandan zorlanarak, bir yandan anlaşılacağımı bilerek... Nasıl bu ilgiye bağımlı olduğumu, madalyonun ters yüzünün arzuya ve beklentiye düşüren tarafını... Onsuz geçen 2-3 haftanın ölüm gibi geldiğini...

 

4952

 (12 OCAK PERŞEMBE)

Eski yazılarımı keşfetmeye devam ediyorum:

Bir haftadır yoksun, gelmiyorsun. Yokluğun anlam veremediğim bir yoksunluk bırakıyor odamın havasına.

Kötü, garip, uykusuz geceler geçirdim ben, biliyor musun, yokluğunda. En rahatsız uykulara daldım, en tuhaf kabuslarda en tehlikeli silahlarla donanmış en zalim düşmanlardan kaçtım. Her gece, uykuyu ertelemek için kitaplara başladım, saldırırcasına okudum, sonunda sabaha doğru yorgun, yenilene dek mecburiyete... Kimi sabah, korkudan hızlanmış kalbimin atışıyla uyandım. Uyandıktan sonra bile kaçış yolları üretmeye çabaladım zihnimin labirentosunda, yenilmez bilinçaltı düşmanlarımdan. Kimi sabah, bağırarak uyandım; "Anne!" diye, ama sesim bir türlü çıkmadı. Islaktı yanaklarım, ağlamıştım rüyamda, hatırladım, tüm ailemi görmüş ve isyan etmiştim onlara. Uyandıktan sonra da devam ettim ağlamaya. Hatırladım; rüyamda babam bana "Bu kadar kini kimsenin içine sokmasına izin verme." diyordu, içimde taşıdığım kızgın lav kinimin karşısında gözleri çaresizlikten ıslak, "Çünkü taşıyamazsın."
Kötü, garip, uykusuz geceler geçirdim, yoksunluğunda...

Müziğin ruhundan güneşin doğuşunu izledim, biliyor musun ben, yokluğunda. Matthaus Passion dinledim, güneşi beklerken, penceremin başında. Her ses teker teker damladı üzerime, usulca, pıt pıt, küçük yağmur taneleri vücudumda... Gizlice ıslattılar beni, hiç fark ettirmeden bana, tatlı büyülerinin etkisiyle uyuşmuş gibiydim ben o sırada. Sürekli başlayıp biten ve geri dönüp yeniden başlayan melodi, pıt pıt, gözümün önünde hiç görmediğim bir dönemin resmi, pıt pıt... Sesler bir bir düşüyor, hiç bitmeyen melodi dökülüyor, sonra yavaşlıyor, eriyip yok olana dek, usulca tükeniyor, avucumda bir kar tanesi şimdi, pıt... Sıcaklığımda eriyor, su olup parmaklarımdan akarken bir yenisi düşüveriyor avucuma, pıt!
Büyülerin en uyutucusu, en kendinden geçireni; müzik... Böyle şükredilesi bir sabahın şafağında burada durup bu büyüye teslim olmak, hiç bitmeden tekrarlanan melodi, her bitişte yeniden başa dönen, sanki içime akar gibi, incecik, öyle zarif; yüzüme çarpan yumruk değil ama öyle sersemletici ki yumuşak dokunuşu; gözlerimi açamıyorum, ayık düş görüyorum, yinelendikçe büyüyen ve büyüleyen melodi...
Müziğin ruhundan güneşin doğuşunu dinledim, senin yoksunluğunda, kendimi ona bıraktım, alıp götürsün diye uzaklara.

Bir haftadır yoksun, gelmiyorsun, bütün bu yazı bu şiir bu aşk da yoksun diye çıktı ortaya, ama bir şekilde senle doluydum, yoksunluğunda...

4951

 (11 OCAK ÇARŞAMBA)

Eski, çok eski bir yazımı buldum ve hem hala ne kadar bana benzediğime, hem de ne kadar kendimi değiştirdiğime şaştım...

Bu gece anlıyorum; alkolikleri, sigara tiryakilerini, aheste ayyaşları, sarhoş gezen nara atanları, tüm gececileri, tüm kaybolmuşları, evleri olduğu halde sokakta yatanları, geceyi solumak için dışarı çıkanları, kendini umutsuzca arayanları, sebepsiz yere sabahlamak isteyenleri, bebeğini aldırmaya cesaret edemeyenleri, ne beklediğini bilmeden saatlerce, aylarca bekleyenleri, tuvalette dakikalarca oturup düşünenleri, sevgilisinin en yakın arkadaşına aşık olduğunu fark edenleri, ondan hoşlanan erkeklerden fena halde sıkılan ıssız kadınları, sevdiklerinin zayıflıklarından tiksinen insanları, oğullarını kocasını kaybetmiş, kendisi yaşamaya mahkum olmuş yalnız ve yaşlı anneleri, uyumak veya sevişmek için içmek zorunda kalanları, kendini hayatına ait hissetmeyen, kendi kendinden dışlanmışları, kusana kadar ağlayanları, sahilde melankoli yazanları, Bukowski okuyanları, Tom Waits dinleyenleri, ağzında hep pas tadıyla öpüşenleri, herkes onla ilgilenirken tek başına hissedenleri, mutluluğa dayanamayanları, sadece eşcinsel aşka saygı duyanları, "et cinayettir" diyen vejeteryan Manchesterlıları, mezarlık gezmeyi çok seven sessiz küçük kızları, abisinin cenazesinden sonra maçı nerede izleyeceğini düşünen yetim kardeşleri, aşık olduğu adamdan ayrıldı diye 5 yıl sonra ağlayan kadınları, çocuk doğurup ömrü boyunca yalnızca onu sevmek isteyen kadınları...


Bu gece tüm bu insanları anlıyorum. Arada kalmış, aynı anda hem neşe hem keder yüklü, mutsuzluktan korkmayıp acıdan çekinmeyen, bir yere yerleşememiş insanları... Biriyleyken hep yalnızlığını özleyen, sonra yapayalnız bir gecede, varlığını kanıtlamak ister gibi çaresizce birini arayanları...

Sizi anlıyorum.

Kendini bilmeyenleri, aramayanları, hep yüzeyde yüzüp dibe dalmayan derinlik-korkaklarını hiç anlamıyorum. Hayatı geldiği gibi kabul etmeyip isteklerine göre eğip bükmeye çabalayan egositleri, ilgilerine karşılık vermiyorum diye bana kızma hakkını kendilerinde bulan zavallı erkek tipini, bana yetmeyeceğini fark edince benden korkup kaçan adamları anlamayı reddediyorum! Tıkanmış, kapana sıkışmış gibi zihninin dört duvarı arasında kapalı kalmış, dışarıdan bakacak kadar özgür olamayanları anlamıyorum. Kendini dinlemeyenleri, yaşadığını duymayanları anlamıyorum. Kahkahadan muaf, sadece hayatta kalanları, istemeyi beceremeyenleri, kendini bir türlü bırakamayan, her şeyi hep tutan ve tuttuklarına sahip olduğunu sananları anlamıyorum. Meditasyon kamplarından medet umanları da, sırf popüler diye egzotik manevi sistemlerden birkaç pratik öğrenenleri de, köklü ve kadim ruh terbiyesi yollarının günümüzde bu kadar içleri boşaltılarak ayağa düşürülmelerini de anlamakta zorluk çekiyorum. Okumayanları, yazmayanları, tek başına eve yürürken şarkı söylemeyenleri, içinden geldi diye öylesine dans etmeyenleri, tütün içmeyen sağlıklıları, şarabı pahalı restoranlarda kadehten içenleri anlamıyorum. Yalnızca arkadaşlarıyla konuşabilen ve sırf insaniyetimizden ötürü paylaşabileceğimiz şeyler olduğunu göremeyenleri, karşısındakini ötekileştirenleri, yahut yanındakini kendileştirenleri anlamıyorum. Evlenenleri ve evliliği kutsal sayanları, hiç acımadan sinek öldürebilenleri, yolda kedi ezip geçen ve o gün yemek yiyebilenleri, bir kez bile bileğini kesmek arzusu duymayanları, hep uslu evlat olanları, "iyi" insanları, inanacak bir tanrıya ihtiyaç duyanları, onu gökte arayanları, onu sadist bir psikopat gibi tanıyan ve tanıtan dindarları, milleti veya milliyetiyle övünenleri, saçını sarıya boyatanları anlamıyorum.

Bu gece hiç anlamıyorum; insanlar neden güneşli sıcak havayı severler, bu puslu kasvet çöreklenmiş incecik hızlı yağmur varken? Neden herkes "mutluluk" peşinde koşar, yaptıkları sadece eğlenmekten ibaretken ve mutluluğa çok uzaklarken...? Anlamıyorum; hep doğruyu, gerçeği, güzeli, haz vereni aramak niyedir_Ben niçin çirkinlerin yüzlerinden gözlerimi alamıyorum ve hep yasak, günah, anlamsız yahut acayip şeyleri yapmaktan zevk alıyorum?

Mesela, bu gece hüzünlü şarkılar mırıldanıp, neyi ya da kimi bilmeden, özlemeyi seçiyorum_yatağıma girip düşünmeden uykuya dalmak yerine. Büyük ihtimalle sabaha kadar şarabımı bitirip yazacak, okuyacak, en fenası düşüneceğim: yeni istekler, yeni düşler edinecek, yeni hayal kırıklıkları ve acıları davet edeceğim içime. Eski günleri; çocuk parklarında sabahı ettiğim, hastanelerde yattığım, arka sokaklarda kustuğum, ada sahillerinde seviştiğim ve yakamozla oynadığım anları anımsayacağım. Tek seferlik bu taşkın neşe anları tekrarlanmayacak diye üzülüp gözyaşı dökeceğim. ben zaten en mutlu anlarımda bile, belki de bu mutluluğun geçiciliğini ve kırılganlığını sezdiğimden, diplerimde bir yerde kederliydim. Çok şey öğrendiğim bir hocam bir keresinde bana, gülerken bile gözlerimde hüzün durmasını anlayamadığını söylemişti. Hocam, ben de anlamıyorum; hiçbir şeyin bana yetmeyişini, kimsenin O'nun yerini dolduramamasını, üstelik O'nun kim olduğunu inanın bilmiyorum, kalbimdeki kocaman deliği açan ve beni Ariadne gibi yaslı, ıssız adalarda terk eden, yine de her an ayak seslerini duyduğum ve ağlarken hep konuştuğum, ayrı bedendeki ruhumun, O'nun...

Bu gece anladığım ve anlayamadığım ne çok şey var....

4950

(10 OCAK SALI)

Göz doktoruna gitmeyeli uzun zaman olmuş, üstelik sağ gözümde lens taktığımda ortaya çıkan batma ve rahatsızlık biraz endişe vericiydi. Hastanede tahminimden çok daha uzun zaman geçirdik ve gözlük baktığım birkaç optikten içime sinen bir model bulamadım. Sanırım sadece parfüm ve gözlük konusunda marka sadakatim çok yüksek.


4949

 (9 OCAK PAZARTESİ)

Gözlüğüm kırıldı, kötü sürpriz! Yenisine bakmak zorundayım ve biraz zor seçerim.

Bugünü verimli geçirdim diye düşünüyorum-yani, ev hanımı&iş sahibi&anne bir kadın ne kadar verimli olabilirse o kadar.

9 Mart 2023 Perşembe

4948

 (8 OCAK PAZAR)

Yogaya yavaş yavaş geri döndüm; haftanın 3 günü filan yapabiliyorum ve güne mat üzerinde başlamayı çok seviyorum.

Bugün biraz çalışabildim burada, bir müşteriye eskiz yaptım, sonra zaten sütümüzü alıp kızlara yoğurt, lor yapmak pazar günü işleri. 

Apartmanın bahçesine doğru köşede, yerde betonun içinde küçücük bir delikten çıkmış mini siklamen çiçek açmış; uçuk pembe. Onu fark ettiğimde gülümsüyorum "beauty everywhere"

4947

 (7 OCAK CUMARTESİ)

Kedilerin su kabını yere indirmiş miydik diye düşünüp emin olamayınca kalktık eve gittik kahvaltıdan sonra, aklımızda kalmasın. Dirmit yukarı sıçrayamaz çünkü. Kızlarla evden çıkmak öyle kaotik olabiliyor ki; nasıl çıktığımızı bilmiyoruz işte.

Bu tarafa gelmişken, hava da güzelken, kızları parka götürdük. Öğleden sonra Emirli'ye geri dönüp bahçede vakit geçirdik biraz. Dhammpada'yı bitirmek niyetindeyim bu hafta son, kitap klubümüz var.

4946

 (6 OCAK CUMA)

Klasik bir cuma gününe pazar alışverişiyle başlayıp kızların banyosu, mutfak toplamak ve Emirli'ye gitmekle tamamlıyoruz. Bu tempo gerçekten yorucu, yorucu olduğu kadar işlerime de fazla vakit bırakmıyor açıkçası. Hep bir başka şey var yapılması gereken ve ben bütün gün ayakkabılarıma konsantre olamıyorum. Bir şekilde idare ediyoruz şimdilik, ama yapmam gereken bir sürü işi düşündükçe üzerime üzerime geliyor hepsi...!

4945

 (5 OCAK PERŞEMBE)

Yeni modellere başladık; tül üzerine çalıştığımız ayakkabılar umarım hak ettikleri ilgiyi görürler. Masada çekim yapmak için yeni bir çeşit düzenek ayarladım, dayımdan rica ederek modelli çekimleri de halledeceğiz.

Kızlar parka çıktılar bugün, salıncaktan sonra kahve içmeye oturduğumuzda, onların da ara öğün saatleri gelmiş olduğunu anlıyorlar artık. Poğçi onların da hakkı.

4944

 (4 OCAK ÇARŞAMBA)

Bu ay işimi geliştirmek ve eksikleri toparlamaya odaklandım, eklenmesi gereken metinler, yeni tasarımlar, yeniden çekilmesi gereken fotoğraf ve videolar, hepsi beni bekliyor. Nereden başlayacağımı bilemiyor gibiyim, ama bir yerden başlamak zorundayım, aylarca sürecek bir iş bu. 

Tiyatroya gitmeyi çok özledim, bir yandan bu sezon bitmeden birkaç oyuna bilet almaya karar verdim ve bu ay bir tanesini aldım bile.

4943

 (3 OCAK SALI)

Güne yoga ile başlayıp kahvemi Gogol ile içtim, bu herifin hastasıyım! 

Agresif mi desem, sert enerjisine bayılıyorum- kendinden emin duruşuna, belki biraz fazla şovmen, bir parça küstah... Bu kadar yakıştırmanı görmedim!


4942

 (2 OCAK PAZARTESİ)

Yılın ilk iş gününe uykusuz başlıyorum ve sanki hak ettiğim gibi dinlenemediğimi düşünerek huysuz oluyorum. Nazım'ın şiirini okurken, ne kadar da Dharma içeren bir şeyler yazmış olduğuna şaşırıp hayran kalıyorum. Ya da her yerde bu öğreti karşıma çıkıyor...


YAŞAMAYA DAİR
(1)

YASAMAK SAKAYA GELMEZ,
BÜYÜK BİR CİDDİYETLE YASAYACAKSIN
BİR SİNCAP GİBİ MESELA,
YANI, YASAMIN DIŞINDA VE ÖTESİNDE HİÇBİR ŞEY BEKLEMEDEN
YANI, BÜTÜN İŞİN GÜCÜN YASAMAK OLACAK.

YAŞAMAYI CİDDİYE ALACAKSIN,
YANI, O DERECEDE, ÖYLESİNE Kİ,
MESELA, KOLLARIN BAĞLI ARKADAN, SIRTIN DUVARDA,
YAHUT, KOCAMAN GÖZLÜKLERİN,
BEYAZ GÖMLEĞİNLE BİR LABORATUARDA
İNSANLAR İÇİN ÖLEBİLECEKSİN,
HEM DE YÜZÜNÜ BİLE GÖRMEDİĞİN İNSANLAR İÇİN,
HEM DE HİÇ KİMSE SENİ BUNA ZORLAMAMIŞKEN,
HEM DE EN GÜZEL,
EN GERÇEK ŞEYİN YASAMAK OLDUĞUNU BİLDİĞİN HALDE.

YANI, ÖYLESİNE CİDDİYE ALACAKSIN Kİ YASAMAYI,
YETMİŞİNDE BİLE, MESELA, ZEYTİN DİKECEKSİN,
HEM DE ÖYLE ÇOCUKLARA FALAN KALIR DİYE DEĞİL,
ÖLMEKTEN KORKTUĞUN HALDE ÖLÜME İNANMADIĞIN İÇİN,
YASAMAK, YANİ AĞIR BASTIĞINDAN.

4941

 (1 OCAK PAZAR)

Yeni yıla kadar geldiğime inanamıyorum, buradan itibaren biraz yavaş ilerleyecek yazılar, belki biraz da hikayenin rivayeti olacak, ama sürdüreceğim.

1 Ocak'lar bizim için çok daha tembel ve sakin geçerdi eskiden; akşamdan kalma yemekleri atıştırarak kanepede geçirilen bir tatil günü olurdu. Kızlar bahçede oynarken onlara göz kulak olmak ve bitmeyen enerjilerine ayak uydurmaya çalışmak son derece zorladı bugün bizi.