30 Aralık 2013 Pazartesi

1650

Yeni bir yıla hazırım;
cebimde taptaze umutlar!

1649

(29 ARALIK PAZAR)

Güzel bir pazar, illa ki akşamdan kalma yorgunlukla öğlene doğru başlayan, yemek saatlerinin akşamüstüne kaymasıyla aheste süren, akşam yılbaşı süslerini görmek için ışıklı her şeye çekilen çocuklar gibi caddeyi boydan boya yürünen, en güzeli de klasik bir korku filmiyle uykuya dalınan bir pazar...

29 Aralık 2013 Pazar

1648



(28 ARALIK CUMARTESİ)

Hırpalayıcı günler, yıpratıcı geceler yaşayan arkadaşımla Rexx sinemasının hemen yanındaki bara kendimizden kaçarca sığındık. Cebimizde taşıdığımız hayalet kız kardeşlerden, yasını tutmaktan vazgeçince hepten unutmaktan korktuğumuz babalardan ve karnında bebeğiyle ölüme atlayan annelerden konuştuk.

Retrospektif dönmeleri olur her insanın herhalde, çok konuştuğu veya yazdığı ve çok ağladığı dönemler...

En güzeli bir gece sabaha kadar ağlayıp ertesi geceyi dansa ayırmak; baskılanmış tutkuyu sahne önünde ense terleterek, kalça kıvırtarak atmak, dedik. Yaşadığını iliklerine kadar hissediyor insan böyle gecelerde!

Luxus'lu Kadıköy cumartesi gecesinde, bir kaç bira ve sigara eşliğinde herkesten daha güzel dans ettik ikimiz, zira kimse bizimkinden ağır yük taşımıyordu önceki geceye kadar, hiç biri bizim gibi hafiflemiş olamazdı ki.

Hem- hayatında hiç ölüm görmemiş insan, büyür mü ki?

27 Aralık 2013 Cuma

1647

Ne çok rezil, ne bol şerefsiz yetişmiş memleketimde!
Paraya tamah edenler, güce tapanlar, cahil zavallılar, şakşakçı yalakalar, hırsıza yolsuza hala kuyruk sallayanlar...
Daha nereye kadar aşağılıklaşabilirsiniz, merak ediyorum?
İbretliksiniz.

1646

(26 ARALIK PERŞEMBE)

Son anda Muhsin Ertuğrul sahnesinde bir şehir tiyatroları oyununa davet edildim; Hagop Baronyan'ın efsane oyunu Şark Dişçisi'ni izledik.

Kalabalık oyuncu kadrolu, fantastik kostümlü bol makyajlı büyük prodüksiyon, eğlenceli uzun oyunlardan biriydi.
Ermeni bir ailenin etrafında geçen komedi; çapkın dişçi Taparnigos ile "onun parasıyla adam olduğu" yaşça büyük karısı Marta arasındaki karşıtlıktan kaynak buluyor. Devamında, kavuşamayan genç aşıkların yan öyküsü ve birbirine dolanan aldatmacalı ilişkiler yumağı ile genişleyip karışıyor. Tam komediyi noktalayan bir biçimde çözülüp herkesin dağıtmasıyla sona eriyor, bir de tabi "rol çalan figüran" var habire araya giren.
Taparnigos ile Marta'nın genç kızları Yeranyag'ın yakışıklı Levon'a kanı kaynıyor... (En az izleme heyecanı duyduğum bu ikiliydi.)
Taparnigos'un kaypak hazırcevaplığı, menfaatçi hınzırlığı müthiş sevimliydi. Marta'nın da hem kadın hem erkek kılığındaki haliyle ondan aşağı kalır yeri yoktu, puanlı paçalı donuna bayıldım.
Bunak kocası Tovmas'ta aradığını bulamayınca şarapla uyutup aşığıyla baloya giden ateşli Sofi de karikatüre yakın çizgide abartılıydı.
Sanırım ben asıl, siyah-kırmızı çizgili pantolon ve krımızı frak içinde kolbaşılıkta parlayan asil Selçuk Borak'ın kumpanyayı sunumuna, topuk dansına(tap dance) bayıldım.

Işık ve sahne tasarımında Cem Yılmazer'in ne kadar iyi olduğunu veya kostümlerde Tomris Kuzu'nun ama hakikaten de iyi olduğunu tekrarlamaya gerek görmüyorum. Onlarca kişi yazmıştır zaten.

Evet uzun ve belki "mesajı olmayan" bir komedi, ama asla sıkıcı diyemem, keyifli olduğu muhakkak. O değil de, 2. perdede damat adayının söylediği Ermenice şarkı içime işledi yahu!

26 Aralık 2013 Perşembe

1645

(25 ARALIK ÇARŞAMBA)

Bu Christmas'ı da arkadaşlarla, yeni tanıştığımız Alman bir çocukla beraber, sanki 5-6 yıldır gitmediğim bir tavan arasında bir şeyler yeyip içerek ve eskiyi yad edip gülüşerek geçirdik...
Biz hafta içinin rahat bıraktığı Beyoğlu akşamının tadını çıkarırken, barmenle sohbet ederek birer Black jack shot atarken, Kadıköy'de millete yine defolup gitmesini istedikleri hükümetin polisi tarafından gazla müdahale ediliyordu. En şakacısı dahil bakanlar, günler geceler sonra tutamayacaklarını kabullenip mecbur tam tekmil istifa ediyorlardı.

23 Aralık 2013 Pazartesi

1643

İşten erken çıkman ne iyi olmuş yahu!
Tam da bugün, fotoğraf makinemi sende unuttuğum ve iş çıkışı getirmeni istediğim gün, işten erken çıkıp akşama doğru bizim tarafa gelip bir fincan kahve ısmarlaman ne iyi oldu!
Daha dün ayrılmıştık gerçi ya- yine de ne iyi oldu bu akşam da seni görmem, bana "ilk şarkılar"ı hediye etmen...
Soğukta elimi senin cebine sokarak yürümem ne iyi oldu, değil mi? kırmızı ışıkta beklerken "İyi oldu bekleyelim, biraz daha böyle el ele durmuş oluruz." demen...

1642

(22 ARALIK PAZAR)

İranlıların Şeb-i Yelda gecesi; yılın en uzun gecesinde, "ışık bayramı" olarak kutlanır. Zira meşhur İran atasözü der ki: "Gecenin en karanlık saati, sabaha en yakın vaktidir."


Yolumuz aydınlık olsun!
***
Kahvaltılar hep bu pazar gibi ağız tadıyla, sofralar hiç yapmacıklı değil hep samimi ve kusurlu olsun böyle, son anda unutulan ekmek gelsin hafif yanmış kenarları işte, acı biber tuzu ekmeğe sürerken dökülüp çorabımıza yapışsın, halı yağlansın varsın, dışarıdaki işler biraz daha erteleniversin canım ve illa ki rejime bu pazar ara verilsin.

1641

(21 ARALIK CUMARTESİ)

Çok beklenen ve fazlasıyla eğlenmek umuduyla epeydir planlanan geceye erkence ve nispeten sessizce başladık.
Her zamanki yerimizde, yine biz bizeydik: parti ahalisi ve hepimizin odağında elbette heyecanlı, çiçekli doğum günü sahibesi...
Gece ilerledikçe ısınan müziğe eşlik etmeye başladık birkaç bira, birkaç viskiden sonra.
Bazıları kapı önünde sigara içip sakin sohbetin tadını çıkarmaktayken, biz dj.lerin önünde dans ederken dünyaya boş verdik birkaç şarkı uzunluğunda.
Bu unutuş anlarını seviyorum. Bu anlarda ben sadece "ben"im, tüm çıplaklığımla.
Yüksek umutlarla başlanan geceler bazen böyle bir an çöker, göz yaşları boşalır, böyle patlama anları yaşanır- ben çok yaşadım oradan biliyorum.
Belki yeni bir yaşın sorumluluğudur bu baskıya sebep, umarsız görünmeyi tercih etse de bütün kadınlar kırılgandır aslında; güçlü insanlar da ağlar.
Akıllı insanlar da yanılır- ben çok yanıldım oradan biliyorum.
Yaşam daha bize pek çok yanılgı getirecek, bizi defalarca düz yolda düşürecek- kalkmayı bildiğimiz sürece sıkıntı yok.
Beklentilerin karşılanmadığı, belki biraz huzursuz bir geceydi doğum günü sahibesi için, bizler de onun isyanı vasıtasıyla kendi hayal kırıklarımızı topladık. Bir yerde kesmeye karar verdik sonra bu oyunbozan geceyi- kalktık eve geldik.



19 Aralık 2013 Perşembe

1639

Birileri fena tutuştu, devlet içindeki çeteyi ortaya çıkarmaya ant içti...
Tavsiyem kendilerine; en yakınlarından başlamaları kolay olur, zira
"Ulan hepsi oradaydı!"

18 Aralık 2013 Çarşamba

1638

Memleketi sooydum baş ucuma kooydum, ben bir yaalan uy-dur-dum, duma duma dum!

17 Aralık 2013 Salı

1637

Savaş çıkarsa yeterinden fazla çiçek stoğumuz var.

Orkideler, ortancalar, güller, kır çiçekleri...

16 Aralık 2013 Pazartesi

1636

Bir alışveriş bir fiş, bir fatura sorunu bir marka tescili ve bir dilim bademli pasta.

1635

(15 ARALIK PAZAR)

Güneşli olduğundan mıdır, beklediğimden neşeli başladı gün; arkadaşlarla öğrenci usulü Moda kahvaltısını zevkle tüketmemizin ardından, renkli sokakların süslü pastahane vitrinlerinde bir kaç spontane fotoğraf çektik, yolun köşesinde kalmış müthiş köşkte yaşadığı efsanesiyle hayallerimizi dürtükleyen yaşlı hanımı anarak köpeğini veya çocuğunu gezdirenlere selam çaktık, devletimizin pek ahlaklı bulmadığı özel tiyatroların yeni oyunlarına baktık, duvarları üst üste donatan ve bizi şehri savunmaya, yahut polis tarafından öldürülenleri anmaya çağıran afişlere hatırlayarak, öfkeli baktık.

Günün ikinci yarısını; adeta gündelik olağan dertlerimizi unutturmak için özel çekilmiş fantastik bir modern Odysseus masalına dalarak nasıl geçirdiğimizi anlamadık: gemileriyle değil belki ama fıçılar içinde debelenerek ve yine olmazsa olmaz bir kahin tarafından yönlendirilerek macera dolu yolculuklarını sürdüren sempatik cüceler, kıllı ayaklı olduğu halde sevimli bir hobbit, bir iki insan, örgülerini beğendiğim küstah tavırlı orman elfleri, iğrenç ork ordusu ile iki büyücü filan gördük-aman canım işte alıştığımız şeyler!

Eve geldiğimizde üstümüze bir tatlı yorgunluk sinmişti, adeta bütün o maceralar ikimizin başından geçmişti: alevler püskürten dev ejderhanın midesinden yüzük çalmak ya da milyonlarca altın ve mücevher arasında bir parlak beyaz taş aramak gibi aptallıklara sanki biz girişmiştik, balık dolu fıçılarla tanımadığımız bir şehre kaçak girip hayaller gördüren ormana korkusuzca dalmıştık da ateş denizlerini mumdan gemilerle geçmeye kalkışmıştık...

En azından şu gerçek; bu gece en tatlı rüyalarımızda çocuk kahramanlardık.

1634

(14 ARALIK CUMARTESİ)

Kış kasveti ortasında vakitsiz elektrik kesintisinin kararttığı evin üstüme üstüme gelen ıssızlığında bunalımlı, endişeli ruh halleri...

13 Aralık 2013 Cuma

1633


Bir peri masalı okumaya başladık...

1632

(12 ARALIK PERŞEMBE)

Ne kadar iyi geldi, epeydir özlenen bu hafta içi kaçamağı: akşamın erken vaktinde henüz birkaç tanıdıktan başka kimsenin olmadığı sessiz sakin Liman Kahvesi'nde ikişer üçer bira içip, işte ondan bundan laflamayı, görmeyi istediğimiz bir filmden, gitmeyi düşündüğümüz bir yerden, ya da bambaşka tuhaf şeylerden bahsetmeyi ve flörtleşmeyi, çıkışta kısacık mesafede donarak yürüyüp otobüse son anda yetişmeyi, evde sımsıcak sarılıp yorgan altına sığınmayı, uyku arasında kıpırdanıp birbirimizi koklamayı...

11 Aralık 2013 Çarşamba

1631



*Haneke'nin filmi "Das weiße Band"(Beyaz Bant)ta Rudi'nin ölümle tanışma sahnesi*

Sabırsızlara Yazının Ana Fikri: Evren'den belanızı istemeyin, gözünüzü seveyim.

Az sonra yazacaklarım, muhtemelen yeni sayılmaz; son 10 yılda sinsice hayatlarımıza giren ve artık iyiden iyiye yerleşmiş bulunan evrencilik furyası üzerine benden evvel ve benimkinden çok daha usturuplu elbet pek çok eleştiri yazılmıştır. Yine de kendimi tutamayacağım, canınız çekerse okuyun.

Kendinden Memnun Olmamak Meselenin Özü

Son zamanlarda kimseye kendi olmak yetmiyor, farkında mısınız? Hababam bir başkası, daha genç ve mükemmel görünen biri, öfke ve nefretten arınmış, kıskançlığını dizginlemiş pamuk gibi biri olmaya çalışıyor millet. Yogaya başlıyor, ateş nefesleri ile arınıyorlar, ruhunu dinlendiren egzersizler yapıp, keyifli mantralar tekrarlayıp, evrenden dilediklerini isteyerek kendilerine çekiyor, sonra her geleni evren gönderdi sanıyorlar. Dikkat şekerler! Belki de o; bastırmaya çalıştığınız iradenizdir?

Bir ihtimal: aradığınız iş, beklediğiniz adam -zira itiraf etmek lazım ki bu evrencilerin ekserisi kadındır ve kendilerine çekmeye niyet ettikleri hep bir adam olur- bu olmayabilir; siz öylesine canhıraş çağırdığınız ve hasretle beklediğiniz için yanılmış da olabilirsiniz. Bir ihtimal, ama düşünmeye değer - sizi aptal gibi gözükmekten kurtarabilir. Belki siz seçebilirsiniz istediğiniz işi, evi, insanı ya da kim olmak istediğinizi ve nasıl bir hayat yaşamak istediğinizi; belki de seçemezsiniz. Seçmek için uygun ruh halinde olmayabilirsiniz ve bunun için kimse sizi suçlayamaz, ayrıca seçimleriniz bir süre sonra değişebilir de, bu da size bağlı. Yani bir ihtimal; bugün evrenin gönderdiğine yarın lanet edebilirsiniz.

Ölümle Yüzleşememek, Büyümeyi Reddetmek Gibi Bir Şey

İnanmak; şüphesiz büyük güçtür, placebo etkisi kanıtlanmıştır: inanan biri hastalığını daha çabuk atlatabilir, şanslıysa kanseri yenebilir, diyete girdiyse daha hızlı kilo verebilir, yıllardır hazırlandığı sınavı bu sefer kazanabilir fakat ne yazık ki inansa da inanmasa da ölecektir. Üzgünüm, bir çoğunuzun deli gibi yaşlanmamak ve ölmemek istediğinizi biliyorum ama, hepimiz öleceğiz. Mesela ne kadar kassak da evrenden ölümsüzlüğü çekemeyişimiz bundan.

Ölüm; öyle bir darbe ki aslında, hayat boyu üst üste birer birer tuğla koyarak ördüğümüz duvarın hiç hesapta yokken aniden yıkılıvermesi, tüm birikimimizin elimizden hiç sorulmadan alınması... Başımıza gelen en acımasız şey; artık var olmamak. Yok olmak basbayağı. Bu yutması öyle zor lokma ki; öte-dünyalar uydurmuşuz tarih öncesinden beri, kimsenin görüp de dönmediği diyarlara inanmışız. Öldükten sonra yargılanmayı, günahlarımıza karşılık akla sığmayan işkenceler çekmeyi bile göze almışız, yeter ki ölüm son olmasın, ödül ve ceza olsun, bitmesin ama bir şeyler daha olsun! Düşünün; ölümü kabullenmek bu kadar zor.

Ben pek çoğunuzdan evvel tanışma fırsatı buldum ölümle ve neredeyse hiç korkmadım ondan; yani sondan. Öldükten sonra toprağa gömülmeyi, saprofit bakteriler tarafından organik bileşenlerime ayrıştırılmayı heyecan verici buldum. Çürümeyi, yok olmayı, artık bu dünyadan özgürleşmiş ve benden geriye hiçbir şey bırakmadan gitmiş olmayı, dönüşmeyi heyecanla bekliyorum, çiçek açma ihtimalimi seviyorum. Das Weisse Band filmindeki çocuğun hayal kırıklığını, kabullenemeyişini, öfkesini izlediniz değil mi? Ne kadar gerçek, nasıl doğal ve harika!

Anti-aging Ruh Estetiği Modasının Yarattığı Pamuk Şekerler

Evrenciler, işte hepimizde doğuştan var olan bu çok değerli hislerden arınmaya çalışıyorlar; yeni moda bir ruh estetiği bu: Yeterince harika bulmadıkları insanı değiştirmek istiyorlar. "Öfkenden kurtul!" diyorlar, "Korkularını yen!" ve "Nefretinden arın!". Arzuyu küçümsüyor, bir yandan komik duruma düşerek arzularını evrene havale ediyorlar. Evrim sürecinde türümüzün devamı için elzem olan korkularımızı suçlu buluyorlar; yüzbinlerce senedir zehirli otlara, tehlikeli hayvanlara ve ateşe yaklaşırken dikkatli davranmamızı sağlayan korkularımızı... Şekerler, korkulara hapsolmak elbette pek sağlıklı değil, ama korkusuz doğsak, hayatta kalamazdık. Nefret ve öfkeden arınmış pamuk şeker olsak, hayatta kalamazdık; zira yaşamak için öldürmeye bir vakitler mecburduk. Gerekirse yine yapabilmeliyiz.

Öfkeden bu kadar korkmayın, savunma sisteminizin bir parçası o; ne kadar erseniz, kendinizi meditasyonlara verseniz de ne siz ne de hiç kimse savunmaya ihtiyaç duymayacak kadar güçlü olamaz, bana güvenin. Hepimiz kırılganız, hepimiz benciliz, hepimiz kıskanabiliriz ve bütün bunlar ilkel olduğumuz anlamına gelmez. Diyelim ki gelir; ilkel kalmayı kendimizi inkar etmeye tercih edelim bence.

Doğu mistisizmi de benzer şekilde kuzulaştırıyor bizi; tüm arzulardan arınmayı öğütleyen bu vejetaryan felsefe pasifleştirici, yumuşatıcı. Arzularımıza köle olmak tehlikesi bir yana, arzulamaktan vazgeçmek yaşarken ölmekten başka ne anlama gelebilir? Korkmayan, tiksinmeyen, nefret etmeyen, kısaca dış etkenlerden hiç etkilenmeyen, düşmanlık beslemeyen ve bencilce hareket etmeyen, yani kendinden önce başkalarını düşünen, sinirlerini aldırmış gibi her şeyi kabullenmeye hazır bir insanın, cidden soruyorum: yaşamaya hevesi kalmış mıdır artık? Ot olalım ulan bari hepten, inek olalım!

İnsanı insan yapan her şeyi ile kabul etmeyip bir kısım yanlarını sindirmeye, kesip atmaya çalışmak en hafif terimle küstahça değil mi? Ben bu hareketleri anti-aging müdahalelere benzetiyorum; burun kemerinden korkuları törpüleyelim, gıdıdan hırsları ve arzuların tamamını alalım, dudaklara herkesi seven gülümseme yapalım, yanaklara da az keyif dolgusu- tamamdır! Bir dakika- bu bir kuklaya benzedi.

"İnsan istediğini yapabilir ya gerçi, ne istediğini arzulayamaz." *

Ben de herkes gibi normal olmak istiyorum oysa: her sabah sporunu yapan, ardından müslisini kaşıklayan, terk edildikten sonra "Aslında giden erkek yoktur" mavalını okuyan ve yaşam koçu ile yürüyüşe çıkmak için desteyle para veren, bu rutinden çok keyif alan kadınlar gibi olmayı hiç istemiyorum! Ben de sağlıklı şekilde korkmak, arada kilo almak ve zamanla yaşlanmak, kırılmak, hata yapmak, bir vakit sonra hatalarımdan öğrenmek, şanslıysam korkularıma gülebilmek isterim. Ben yaşamak isterim; istediklerimden ziyade arzulamayı kutsayarak, beni esir almayan, farkında olduğum öfkemden ve bencilliğimden gurur duyarak yaşamak isterim.

Adanmış göründüğünüz samimiyetsiz seanslara, şekilci rituellere lüzum yok şekerler; arayış içinde saldırdığınız bütün bu meretlerin modası kısa zamanda geçecek. Hiç biri sizi, oturup şöyle salim kafayla içtiğiniz bir fincan kahve kadar uyandırmayacak, güvenin bana. Uyanış sekiz seansta olmaz zaten, arınma kendini değiştirmeye bu kadar çaba sarf ederek gerçekleşmez, olgunlaşma başkasından öğrenilmez. Herkesten fazlası olacaksam; kendimi terbiye edeceksem de: arzularımı hiç bastırmadan, kendim alamadıklarımı evrenden beklemeden, evrensel çekim yasasına değil irademe inanarak, hayatın acı ve adaletsiz tesadüfleri karşısında zaman zaman esneyerek, kaybettiklerimi de değersizleştirmeden, en önemlisi her aklıma geleni isteyemeyeceğimi bilerek ve neyi arzuladığımı seçerek...

İsteyerek yaşamak isterim!




* Schopenhauer'in tercümesi zor fakat bence bu şekilde tercüme edilmesi uygun olan ünlü aforizması:
"Der Mensch kann zwar tun, was er will, aber er kann nicht wollen, was er will."

1630

(10 ARALIK SALI)

Bazı günler çalışmak için değildir, kafa toplamak için hiç değildir, başından beli eder bunu; kahvaltıdan sonra bile dalgınımdır, bu dünyada değilimdir, aklıma eskiden kalma şeyler gelir oturur, haberim bile olmadan kurduğum türlü türlü hayaller dolanır kafamda...

Bugün böyle günlerden biriydi; mesela okullu olsam, okulu asmak ve sahile inip yalnız başıma oturmak, suskun öylece, ellerim ceplerimde saatlerce oturmak için güzel bir gün olurdu. Kurumsal çalışan olsam-ki böyle zamanlarda olmadığıma şükrediyorum-işten kaytarıp telefonumu kapamak, gün boyu bilgisayarı hiç açmadan, diyelim en sevdiğim cafenin hafta içi boş olan en sevdiğim masasına kurulup fincan fincan kahve içerek kitap okumak için harika bir gün...

Ben bu sefer, kar soğuğuna aldırmadan ve hatta üşümekten zevk alarak cadde boyunca yürümeyi, kendimi güzel hissettiren taptaze pembe bir ruj almayı ve sinemaya gitmeyi seçtim. Bir tamamlanış hikayesi tercih ettim afişler arasından bana gülümseyen; ışıklı bir hikayeye benziyordu.

Temmuz'un hikayesini anlatarak başladı film; Galata'da benim ürünlerimin de satışta olduğu butiğin hemen yan dairesinde yaşayan, gay bir heykeltraş imiş bu adam. Biraz bağımlı bir karakter; sevgilisine, anneye, içkiye... Klişeleşmiş "anlaşılamayan sanatçı bunalımları"na düşüp çıktığı, tek kişilik kahveyle uyandığı, köpekli bir hayatı var; kendini hep diğerlerinden başka hisseden bir çocuk bu. Bu "tutunamayan" haline rağmen, epeyce severdim gerçek hayatta karşılaşmış olsak.
İhsan; onun düş meleği, hem laneti hem ödülü genç bir çocuk. Onu tanımlamak için ne yazık ki söylenecek ilk ve tek şey; kolları ile bacaklarının doğuştan olmayışı. Böyle bir insanı anlatmak için başka laf bulunmuyor, bir meziyeti yokmuş, daha doğrusu bu haliyle hayatta kalması bile meziyetmiş gibi. Belki de öyle.
Rüyalarında "onu kurtarması"nı söyleyen temiz yüzlü bu çocuğu günün birinde trafiğin ortasında görüveriyor Temmuz. Peşinden gidiyor, inanılmayacak neşesiyle hayatına katlanmaktan öte yaşamını sever görünen annesi ile konuşup İhsan'a haftanın 3 günü kitap okumaya gelmeyi teklif ediyor. Böylelikle başlayan tanışmaları, Hakan Günday'ın Kinyas ve Kayra'sını okumaları bahanesiyle-bir yandan filme esin kaynağı olmuş bu hikayeyi anımsayarak-ilerliyor.
Derken, aniden bir sabah, kadersel karşılaşmalarının manasını açıklayıveriyor İhsan: "Öldür beni!" diyor. Kendinden emin, ne istediğini biliyor, herkes için en ağır yük olan bu çocuk ölmek istiyor. Ölebilecek mi acaba? Temmuz onu kurtarmak için öldürebilecek mi?
Naif karakterleri ve birbirlerine tutunarak "dünyanın kralı" olan iki adamın kollarını olabildiğine açtıkları "mutlu son"u ile içimizi ferahlatan film; her şeyden öte umut veriyor, kış ortasında baharı hatırlatıyor, "her şeyi yapabilirim!" güveni pompalıyor.

Hiç kimseye ihtiyacım olmadığını hatırlatan, kışın ilk karlı akşamı, suskunlukla geceye eriyor; yalnızlıktan mutlu, yalnız kalmamaktan umutlu...



9 Aralık 2013 Pazartesi

1629

Kısa Öyküler

Yol üstü börekçilerinde çatalı bastırınca yağı kağıda çıkan kıymalı kol börekleri yedik porsiyon porsiyon, hepsi küçük doğranmıştı ve yağı dilimizde donuyor gibi geliyordu.
Arabalı vapurlarda koyu demli buruk çaylar içtik yan yana, yanına sigaralar yaktık, hepsinde rüzgardan saçlarım civa rengi denize bakan gözlerimi kapıyordu ve hepsinde üşüyorduk.
Buğulu camlı şehirler arası otobüslerin mola yerlerinde uykulu, bezgin indik aşağı, ya çantamızı koltukta unuttuk ya atkımızı ve plakaya bakmayı hiç akıl edemedik.
Sinek vızıltısının duyulduğu köşe esnaf lokantalarında sessizliğe saygılı oturduk karşı karşıya, haşlama söyledik, önden bir çorba, hepsi ağzımızı yaktı da sonra üflemek fayda etmedi.
Kenar mahalle berberlerinden içeri baktık rahatsız etmeden traş olan, yüzü pudralanan adamlara ve hepsi içimizi ısıttı, hatırlattığı için eskiden kalan bir kaç şeyi.

Bir çilingir hayal ederdim ben sokağımızın köşesinde açılmış, bir anahtarı hayal ederdim özellikle, yanındaki turşucuyu düşlerdim ve ışıl ışıl bir aynacı canlandırmaya çalışırdım yan dükkanda, hemen ardında mutlaka gizemli bir saatçi de olmalıydı.
Yalnızken ben bir anahtarcı, bir turşucu, bir aynacı ve bir saatçi düşler, onların öykülerini kendime anlatırdım.
O öyküleri anlatmak için seni düşlerdim bir de...


1628

(08 ARALIK PAZAR)

Soğukta Sıcak

"Uyumak bile güzel..." diye düşündüm kendi kendime birkaç biradan sonraki kapı önü molasında, hava buz gibiydi ve ellerim ceplerimdeyken üşüyordu, "Onun yanında uyumak bile bir şans, aslında..."

Bazen hayat istediklerini getirmiyor ve aklına fikrine adaletine güvendiğin adamlardan duyduğun haksız sözler seni en ince yerinden kırıyor, ertesinde toparlamak pek kolay olmayabiliyor ve çok eğlenceli hafta sonlarını bir dahaki sefere ertelemek gerekiyor, ama önüne geleni kabul etmeye hazır olsan; özür dileyen sıcacık kollar seni bekliyor...

1627

(07 ARALIK CUMARTESİ)

Baaaababa...Bababababa Baaaababa...
"Küçük yer insanları"nın evlenecek uygun bir kız bulmak gibi temel telaşeleri, küçük yerlerde tutunmaya çalışan "sanatçı"ların yalnızlığı, bir yandan şair olan boynu fularlı, artistik kelimelerle konuşan, sanatın her türlüsü hakkında fikir sahibi içli radyocular, küçük ve tenha şehirlerin daha bir üzerine gelme hali, saat kulesinden başka pek bir numarası yokmuş gibi görünen Yozgat...

7 Aralık 2013 Cumartesi

1626

(06 ARALIK CUMA)

Saçlarımız kestirmeyi bir çeşit kendimizi şımartma yöntemi olarak algılıyoruz, Kadıköy'de oturup karşılıklı ikişer bira içmeyi de, biranın yanına tuzlu fıstık söylemeyi de, leblebilerle fındıklar arasından fıstıkları avlarken dedikodu demeyelim de; hadi ortak tanıdıklardan bahsetmeyi de...

1625

(05 ARALIK PERŞEMBE)


Machu Picchu'ya tırmanmanın hayali...

4 Aralık 2013 Çarşamba

1624

Selam millet!
Dünyanın her yanından daha fazla müşteriye ulaşabilmek için satış noktalarımı genişletiyorum.

Bazen beni facebook/twitter üzerinden bulup nasıl kişiye özel tasarlanan ayakkabılardan sipariş edebileceklerini, nasıl iletişime geçebileceklerini soruyorlar. Ben de biraz açıklık getirmeye karar verdim:

Benle facebook üzerinden kolayca iletişime geçebilirsiniz: facebook hesabım
Facebook sayfamı beğenerek takipte kalabilir ve yeni haberleri öğrenebilirsiniz: facebook sayfam
Blogumu takip edin ve kişiye özel ayakkabıların detaylarını okuyun: blog sayfam (Zaten buradasınız:))

Uluslararası müşterilerim için SATIŞ noktaları: Etsy Dükkanım
Yeni online dükkanımız shoesonline.ae adresinde çok yakında hizmetinizde...


Yurtiçi müşterilerim için SATIŞ noktaları: ZET Dükkanım dan kredi kartınızla satın alabilirsiniz.
Sopsy sayfam dan Paypal kullanarak Dünya'nın her yerinden satın alabilirsiniz.
Tarzimon sayfam dan ayakkabıları kişiselleştirmek konusunda anında yardım alabilirsiniz.
Emeksensin dükkanım dan benle iletişime geçebilir ve kredi kartınızla sipariş verebilirsiniz.
Sadece Gelin Ayakkabıları için: Weddingdekor sitesinden düğün planlama ve dekorasyonu ile alakalı her türlü ürünü bulabilirsiniz.


Kendinize özel tasarlanan ayakkabıların keyfini çıkarın! ;)

1623

(03 ARALIK SALI)

"Das Talent gleicht dem Schützen, der ein Ziel trifft, welches die übrigen nict erreichen können; das Genie dem, der eines trifft, bis zu welchem sie nicht einmal zu sehn vermögen." *

"Yetenek, ateş eden adama benzer, bir hedefi vuran, diğerlerinin ulaşamadığı; deha, benzer bir hedefi vurana, diğerlerinin henüz görmeyi bile başaramadığı..."

*Arthur Schopenhauer


2 Aralık 2013 Pazartesi

1622

Bir Entrikanın Anatomisi: İki Kadın Bir Adam

Bazı insanların genişliği beni şaşırtıyor gerçekten...
Acaba bende mi bir gariplik var dedirtiyor, hani o derece rahat yapıyorlar ki bana çok tuhaf gelen şeyleri...

Efendim, kısaca fakat üstü kapalıca özetlemek gerekirse benim arkadaş çevremden iki genç kadın arasında geçiyor olaylar. Tahmin edebileceğiniz üzere; entrikayı meydana getirmek için bir adam dahil oluyor bu ikiliye. Önce; kendisinin internette paylaşılan güzel bir yazısını okuyup ondan çok etkilenen adam, bu ikiliden biri ile tanışmak için can attığını ifade ediyor. Kadın mütevazi ve yeni insanlarla tanışmaya hevesli olduğundan, neden olmasın diyor ve bir sabah vakti kahvaltıda buluşuyorlar. Adam kadına aşık olmuş gibi yakın ve istekli davranıyor, babasıyla tanıştırmaktan çekinmiyor filan mesela- oysa aslında birbirleri hakkında pek de bilgi sahibi sayılmazlar. Bir iki hafta geçiyor aradan, kadın evinde verdiği bir partiye bu adamı da çağırıyor: bir nevi görücüye çıkacak yakın çevresine. Hepimiz tanışıyor, gözlemliyoruz kendisini, yorum yapmamız icap edecek zira; olur mu olmaz mı?

Buraya kadar her şey gayet normal gidişatında ilerliyor, yeni bir ilişkiye başlamanın hafif tereddütleri arasında karşılıklı birbirini tanıma süreci- ne keyifli aslında!

Fakat zaman içinde ortaya çıkıyor ki; sürekli kendisini pohpohlayan ve her şeyini kabul etmeye razı görünen bu adam aslında pek de heyecanlandırmıyor kadını. Onla buluşmak için sabırsızlanmıyor mesela, iyi bir adam ya diyor bizlere, ama... Bir kaç gün yetiyor anlamasına: bu iş olmayacak. Kibarca kendinden biraz uzaklaştırıyor adamı, hayatından def etmeden.

Here comes the entrika: 3 gün sonra adam kadının ev arkadaşıyla sevgili oluyor. Bu kadar kısa zamanda bunca yolu nasıl kat ediyorlar biz de bilemiyoruz. Sadece tek gecelik bir mevzu da değil üstelik; bu hikayenin ikinci kadını adam için evrenin ona hediyesi diyor, hayatının aşkının bulduğuna inanıyor. Şaka değil vallahi inanıyor- hiç tanımadığı, geçen hafta arkadaşına aşık olan bir adama. Bunlar çift oluveriyorlar hemencecik, sarmaş dolaş ilk kadının çalıştığı yere gitmekten ve mutluluklarını onla paylaşmaktan çekinmiyorlar üstelik.

İlk kadın şaşırıyor, rahatsız oluyor ama bu rahatsızlığını ne şekilde dile getireceğini kestiremiyor: söylese garipsenecek, kıskanıyor sanılacak, oysa bir elimden aldı meselesi hiç değil bu. Bir insanlık onuru meselesi daha ziyade, yani nasıl desem; hepimizin sırf insan olmamızdan kaynaklı belli ortak sınırlar çizmiş olmamıza istinaden, bu sınırlara herkesin saygı duymasını beklediğimizden...

Ama hayat enteresan: bize her seferinde, ortak sınırlar bulunmadığını, herkesin sınırı kendi çizdiğini öğretiyor. Bu adama en ufak bir duygu beslemediği halde ilk kadın, şimdi bu o olmazsa başkası olur tutumundan rencide edilmiş hissediyor kendini belki de, adamın önceden söylediği her şeyi toptan anlamsızlaştırmış oluyor bu durum. Hani mümkünse diyor, en azından birkaç hafta filan geçeydi aradan, benden ret alan adam ertesi hafta ev arkadaşıma gitmeseydi. Yahut arkadaşım da bunu yadırgayacak sınırlara sahip olsaydı, hayatının aşkı saydığı adamın bunca zavallılaşmasına razı gelmeseydi...

Son olarak, yazarın notu:
Sınırsız olmak; özgürlük değil ki.
Başkalarının çizdiği sınırlara sığmak zorunda kalmak, tutsaklık- evet. Ama kendi sınırlarını çizebilmek, bunlardan emin olmak asıl özgürlük.
Sınırları olmayanın; tanımı da olmaz. Söz gelimi; yalnızca insan olmak bile, default sınırlar gerektirir.

1 Aralık 2013 Pazar

1621

Bitmeyen Doğumgünü
Chapter: The End

Kucağıma sığmayan koskocaman kırmızı ekoseli paketi heyecandan gözlerim çocuk gibi büyümüş halde açmaya başladım. İçinden üzeri rengarenk türlü baykuşlarla süslü dev bir kutu çıktı.

İçinde ne mutluluklar vardı!
Birkaç yıldır hayalini kurduğum fotoğraf makinesi! (Hem de Sardalya modelinin aşırı cool tipli kendin yap edisyonu!)
Ledli masa lambası (Uzaylı görünümlü, bükülebilen)
Bir çift Baykuşlu kahve fincanı! (Espresso fincanı büyüklüğünde olup, tercihen Türk kahvesi için kullanılacaklar.)

Hüsn-ü yusuflarım vazoda henüz kurumamışken yüzüm yepyeni heyecanlarla aydınlandı...





1620

(30 KASIM CUMARTESİ)

Bu akşam evde kalalım dedik; boş verdik yahu konseri, cumartesi akşamı aksayan servisle kalitesi düşen yemekler yemeyi, kalabalık arasında sıkış tıkış içilen kokteylleri, boş boş etrafa bakınırken yabancı biriyle göz göze gelmeyi boş verdik.
Sigara sinmiş saçlarımı yüzünü buruşturarak yastıkta ittirip, öpmek için ensemi aramak yerine mis gibi saçlarımı öpmeyi tercih ederdin çünkü sen.
Bu gece yeni yüzler görmeye boş verdik; ikimize ait küçücük ve harikalarla dolu bir dünya kurduk onun yerine: sert bir kokteyl, absürt bir film, heyecanlı sevişmeler, ardından sıcacık uyku...
Sabahlarsak harcayacağımız pazar gününü biraz tembellikle geçirmeyi tercih ediyorduk çünkü; çift sarılı yumurtalar kırarak, yerken birbirimize kur yaparak, belki bir absürt film daha koyarak...
Evde kalma akşamının tadını çıkardık: 2 haftalık arayı kapama, bu arada içime sinen karanlık hisleri dağıtma, kapıya dayanan kış soğuklarında ısınma akşamı...