30 Haziran 2012 Cumartesi

1103

Aslında ne kadar umutsuz olduğumuzu, birlikte bir türlü olamayacağımızı tekrarlamış da olsak; bugün seni görmek çok iyi geldi, sakinleştirdi beni.

Sanırım seni de; çünkü başını okşadığımda, ensene bir öpücük kondurduğumda gülümsediğini gördüm, bir de elimi tuttun sinemada.

Artık eskisi gibi öfkeli değiliz birbirimize tartışırken, buna da memnun oldum en azından, kırıcı olmamaya dikkat ediyoruz ikimiz de.

Seni yumuşatmak için armut yıkamış getirmiştim zaten-her ihtimale karşı yanımda:)

29 Haziran 2012 Cuma

1102





Düş temizliği zihni açıyor, ilham veriyor!

1101

(28 HAZİRAN PERŞEMBE)

En sevdiğim; düşünmeden yaşamak
Akşamları, günün yorgunluğunu umursamadan sahile inip
hele hava da biraz rüzgarlıysa, serinse-
bir yere varmaya çalışır gibi, hızlı hızlı yürümek
alıp başımı gider gibi
en sevdiğim

26 Haziran 2012 Salı

1099

Lust for Life!


"Lust for Life söylmeek için güzel bir an:)" yazdım gülümseyerek, 3000 metre yükseklikten paraşütle atlayacağını ve atlarken Lust for Life söyleyeceğini okuduğumda.

7-8 yıl önce beraber gittiğimiz bir festivalde ben arkadaşımla kamikazeye binerken o korkup binmemişti de dilime düşmüştü-onu hatırlamış, bana da hatırlattı.

"Korkmuştun resmen!" yazdım gülerek, "Ama korkunçtu hakikaten."

Gözlerimi sımsıkı yumup bu hızlı gel-gitlerin bitmesini beklemiştim kamikazedeyken, ben de korkmuştum ve Lust for Life söylemiştim en tepedeyken-onu da unutmamış.

"Sevindim," yazdım sonra, "En azından birimiz yaşadığını hissediyor."

"Neden birimiz?" diye sorunca da verecek cevap bulamayıp; "Yani ben hissetmiyorum da... Senin böyle bir şey yaşayacak olduğunu duymak en azından gülümsetti beni." yazdım.

Bir ara oldu, sonra şu mesaj geldi: "Aslanlar gibi hissedersin sen!"

Yutkundum.

Yine bana destek çıkıyordu, yine arkamdan itiyordu işte-hala...
Gitmeden de görüşmek istemişti ama ben istememiştim.

Sonra, sadece ikimizin bildiği, aramızda uydurulmuş ve ayrıldıktan sonra yıllardır bir tabu gibi hiç konuşulmamış bir lafa girdi-öyle bir yerden girdi ki; kaldığımız yerden aynen devam ettik bu saçmasapan ama bizi birleştiren komik şeyden konuşmaya.

O kadar iyi geldi ki...

1098

(25 HAZİRAN PAZARTESİ)

Hayatını çok mu sıkıcı buluyorsun? Belki de fazlasıyla sıradan... İt gibi çalışıp ailene vakit ayıramıyor olmaktan şikayet ediyorsun, öyle mi?

Sana şimdi evrensel bir kumanda vereceğiz-onunla istediğini yapmakta özgürsün; dilediğin zaman ileri sarabilir, sıkıntılı zamanları atlayabilirsin. Köpeğin kafanı şişiriyorsa sesini kolayca kısabilirsin ya da eşinle sıkıcı bir toplantı ortasında dili değiştirip çok eğlenebilirsin.

Artık sabahları erkenden uyandığında duş alıp hazırlanma derdi yok, trafikte beklemek zorunda bile değilsin veya hasta olduğun haftayı yaşamak...

Ama dikkat et-çok şey kaçırabilirsin: hayatını!

24 Haziran 2012 Pazar

1097

Ernest Hemingway: Picasso only thinks that women are to sleep with, or to paint.

Ernest Hemingway: I think a woman is equal to a man in courage. Have you ever shot a charging lion?
Adriana: Never.
Ernest Hemingway: Would you like to know how that feels?
Adriana: I don't think so.
Ernest Hemingway: You ever hunted?
Adriana: No.
Ernest Hemingway: You?
Gil: Only for bargains.

Ernest Hemingway: I believe that love that is true and real, creates a respite from death. All cowardice comes from not loving or not loving well, which is the same thing. And then the man who is brave and true looks death squarely in the face, like some rhino-hunters I know or Belmonte, who is truly brave... It is because they make love with sufficient passion, to push death out of their minds... until it returns, as it does, to all men... and then you must make really good love again.
...

Gil: Hi Mr. Hemingway.
Ernest Hemingway: The assignment was to take the hill. There were four of us, five if you counted Vicente, but he had lost his hand when a grenade went off and couldn't fight as could when I first met him. And he was young and brave, and the hill was soggy from days of rain. And it sloped down toward a road and there were many German soldiers on the road. And the idea was to aim for the first group, and if our aim was true we could delay them.
Gil: Were you scared?
Ernest Hemingway: Of what?
Gil: Of getting killed.
Ernest Hemingway: You'll never write well if you fear dying. Do you?
Gil: Yeah, I do. I'd say probably, might be my greatest fear actually.
Ernest Hemingway: It's something all men before you have done, all men will do.
Gil: I know, I know.
Ernest Hemingway: Have you ever made love to a truly great woman?
Gil: Actually, my fiancé is pretty sexy.
Ernest Hemingway: And when you make love to her you feel true and beautiful passion. And you for at least that moment lose your fear of death.
Gil: No, that doesn't happen.
Ernest Hemingway: I believe that love that is true and real creates a respite from death. All cowardice comes from not loving, or not loving well, which is the same thing. And when the man who is brave and true looks death squarely in the face like some rhino hunters I know, or Belmonte, who's truly brave. It is because they love with sufficient passion to push death out of their minds, until the return that it does to all men. And then you must make really good love again. Think about it.

1096

(23 HAZİRAN CUMARTESİ)

Yeni 10 Emir:

Hiçbir şeye çok fazla değer vermeyeceksin!
Hiçbir şeye fazla inanmayacaksın-her şey sonunda yalan oluyor!
Hiçbir yere, kişiye, hayat tarzına fazla bağlanmayacaksın!
Her şey ama her şey her an olabilir, unutmayacaksın!
Sahip olduğun her şeyi her an kaybedebilirsin, korkmayacaksın!
Hiç kimseye ama hiç kimseye arkanı dönecek kadar güvenmeyeceksin!
Kendini hiçbir eve, şehre, ülkeye ait hissetmeyeceksin!
Hiç bir şey ömür boyu sürmez, aklından çıkarmayacaksın!
Hiç kimseden herhangi bir şey beklemeyeceksin!
Hiç bir şey için kendine fazlaca dert edinmeyeceksin!

22 Haziran 2012 Cuma

1095

Ben biraz bronzlaşmak
kot şortuma sığışmak
kocaman şapkamı takıp
sahile koşmak istiyorum!

1094

(21 HAZİRAN PERŞEMBE)

Lovecatsss*

Bazen seni çok seviyorum,
dedim
Yorgunken hep böyle diyorsun!
dedi
Hani savunmasız oluyorsun ya-
dedim,
Kocaman yaralı bir kaplan gibi
devriliveriyorsun
ben bayılıyorum o zaman sana
öperek iyileştirmek istiyorum seni
sarılmak, uyutmak, dinlendirmek
sen uyurken de
yaralarını yalamak kediler gibi




*The Cure şarkısı gibi hani...

20 Haziran 2012 Çarşamba

1093

Yavuzcan Çetin'e

Dün gece "gitar" konulu sohbet programını tesadüfen ortalarına doğru açtığımda, arkada seni gördüm. Tanımadım tabi önce; mavi gömlekli bir çocuktun, başın öne eğik oturmuştun. Klasik, akustik ya da elektro gitarların nasıl özenle yapıldığını dinledim, her birinin farklı ağaçlardan özel tekniklerle üretildiklerini öğrendim. Araya gitaristlerin en babalarını anlatan kısa özetler koyuyorlardı: Jimi Hendrix, Keith Richards, Yngwie Malmsteen, Eric Clapton, Stevie Ray Vaughan, Lynyrd Skynyrd... Kendi kendime dedim ki; bu gece Yavuz Çetin'i anmadan olmaz!


Baban öldüğünde sen 8 yaşında filandın, bense 16-17... İkimiz de çocuktuk yani. Ben düşünmüştüm o zaman, belki Yavuzcan büyüyünce müzik yapar da onu dinleriz diye-meğer sen büyümüşsün çoktan!

Aradan geçen 10 küsür yılda ben unutmuşum seni. Dün gece bağıra bağıra eşlik ederken şarkılara ben aslında müziği de biraz unuttuğumu anladım.

Cumartesi geceleri dans etmek için gittiğimiz barlarda coverlanan şarkılardan öte, günümüzde popüler müziğin artık seyredilen bir şey olmasına inat-gözlerini yumup dinlerken akıp gidebileceğin gerçek müziği...


Sonra kamera yine sana döndü bir an, yüzünü görünce bir tuhaf oldum. "Ben senin babanı da tanırdım." dediler-yutkundum. Hiç şüphesiz sendin; büyümüştün ve gitar çalmaya başlamıştın. Yüzün nasıl aydınlık, nasıl güzeldi! Aynı baban gibi...

Ben babanı dinlemeyi uzun zamandır erteliyordum ne yalan söyleyeyim, dinleyemiyordum. İçim burkuluyordu çünkü; bana en güzel yıllarımı, siyah giyip Malmsteen konserine gittiğim 16 yaşımı, Shaft'ta çarşamba akşamları babanı dinlemeye geldiğim 17 yaşımı hatırlatıyordu. Ölümünden sonra Kadife sokağın sonundaki dükkanda gitarların önüne koydukları babanın uzun saçlı mavi gömlekli resmini hatırlatıyordu, ilk sevgilimin ilk elini tutuşumu ve birlikte dondurma yiyişimizi, Köle 'yi bana dinletişini hatırlatıyordu.

Yavuz Çetin benim içime gömdüğüm yasaklı bir ad gibi olmuştu, anlıyor musun?
Ben onunla birlikte beni Rana yapan şeyleri de gömmüştüm.
Dün gece seni görünce, mavi gömlekle, saçların uzun, siyah, dalgalı, elinde gitarın-doğal relic, kullanmaktan yıpranmış...


Ben seni hatırladım; o küçük çocuğu, babasız kaldığında daha 8 yaşında, babasının kucağında resimlerde...
Babanı hatırladım, gençliğimi, blues dinlemenin ne iç yakan bir his olduğunu...
Ben beni hatırladım, 17sinde daha ama öyle kararlı, öyle sert-tam Arnavut damarı...


Hüngür hüngür ağlayarak, bağıra bağıra eşlik ederek ben dün gece seni dinledim.



http://www.youtube.com/watch?v=eJ3HMyij_v0&feature=share

19 Haziran 2012 Salı

1092

Caddebostan-Fenerbahçe sahilinde sabah yürüyüşü yapan birkaç belli başlı insan profili saptadım:

1.İhtiyar delikanlılar: Yaş ortalamaları 70 olup, yaşlanma korkusunu yenmek ve etrafa genç görünmek için olsa gerek; nabızlarını ölçerek ve bu işi çok ciddiye alarak hızlı hızlı yürüyorlar. Genelde 2li bazen 7li gruplar halinde yürüyüşe çıkıyorlar. Bazı grupların yürürken "Yıldızların altında" söylediği, bazılarınınsa bir kenarda durup yanlarında taşıdıkları teybe 80ler tarzı müzikler koyup manasız dans figürleri sergiledikleri görülmüştür.

2.Fit delikanlılar: Yaş ortalamaları 25 olup, gençliklerinin tadını çıkarmak ve kaslarını sergilemek maksadıyla spor yaptıkları gözlemlenmiştir. Yalnız çıkar, kulaklıkla müzik dinler ve adım başı spor aletlerinde mekik çekerler. Genelde Fenerbahçe forması, basket şortları giyer ve asla yürümez, koşarak yanınızdan geçer ve sizi arkada bırakırlar. Hırs yapıp yetişmeye çalışarak boşuna kendinizi yormayın, dalağınız şiştiğiyle kalırsınız. En iyisi siz kenara çekilin.

3.Selülit teyzeler: Yaş ortalamaları 50 olup, genelde yazın gelmesiyle akılları başlarına gelen selülitli ev hanımlarından oluşmaktadır. İkişerli gruplar halinde acele etmeden aheste aheste yürür, bazen de köpek gezdirirler. Banklarda mola verip saatlerce yüksek sesle telefonda annelerine olanları anlattıkları veya dedikodu yaptıkları gözlemlenmiştir. Spor aletlerinde tercihleri oturularak yapılanlar olan bu grubu rahatça sollayabilir, egonuzu tatmin edebilirsiniz.

Açık havada yürüyüşün de bir sosyetesi var!

18 Haziran 2012 Pazartesi

1091

Akşamdan kalmalığımıza rağmen, sıcağa inat, tabana kuvvet, Boğaziçi Üniversitesi'nin Güney kampüsüne inip sabah sandviçi yediğimiz bu güneşli yaz pazartesisi, an itibariyle uykuya direnişimle sürüyor...

1090

(17 HAZİRAN PAZAR)

Beyoğlu'nun Pazar Geceleri Yavuz Çetin'i Hatırlatınca Hüzünlü Oluyor

Yazın geldiğini iyice anlayalım diye, bir de yeni işten çıkarılan arkadaşımın boş gezenler arasına katılmasını kutlamak için, bir değişiklik yapıp Beyoğlu'nun pazar gecelerini görmeye çıktık.

Cumartesinin kuru kalabalığından arınınca, ipsiz sapsızları azalınca belki biraz boşalan şehirde daha rahat gezilip tozulabilir, terleyen kalabalıkta havalandırmaya doğru kafaları kaldırarak nefes almaya çalışmadan ferah ferah dans edilebilir diye düşündük.

Niyetler bu şekildeyken akşamın geceye yaklaştığı vakitlerde Galatasaray'a çıkıp önce bir arkadaşın evine uğradık; votkamızı hazırlayıp evde budluğumuz cd.lerden karışık playlist yapabilir, dilediğimizce dans veya sohbet edip geceye hazırlanabilirdik. Tam keyfimiz yerine gelmişken ikimiz de zil çalındığını duyduk, müziği kapatıp dinledik-kimse yok. Aşağı baktık, biri içeri girmeye çalışıyordu-tedirgin olduk. Müziğin sesini açıp dinlemeye başladık ki-elektrik kesildi. Tek ışık ve ses kaynağımız olan laptop da şarjının son demlerini yaşamaktaydı, birkaç dakika sonra bu sessiz ve karanlık arka sokak ara katında başlayan eğlenceli gecemiz birden korku filmine dönüştü!

Zifiri karanlıkta tanımadığımız bir evde yolumuzu bulmaya çalışarak cep telefonu ışığıyla aydınlatmayı başardığımız kapıyı açıp kendimizi dışarı attık. Sokağın köşesini kıvrılınca yine bildik kalabalık, ışıklı İstiklal'de bulduk kendimizi. Sanırım Amerika'dan gelen çok tatlı bir grubu dinlemek için Tünel'e doğru 10 dakikalık mola verdik. Ardından bir tanıdığın çalıştığı bara uğrayıp ikram ettiği jager shotları içtik.

Geceyarısına yaklaşmamıza rağmen gece hala bir türlü başlamamıştı. Pazar geceleri böyle demek ki.

Sonunda hayallerin kahvesine varıldı, kapıda yazmadığı için bir an içimizi hoplatan adam, neyse ki sahneye çıkacakmış, öğrenildi. En güzel dinlenecek ve rahat dans edilecek yerlerde mevzi alındı. Geceyarısını çoktan geçmişken beklenen iri adam sahneye çıkıp söylemeye başladı-ama beklendiği üzere bizleri eğlendirmek yerine hüzünlendirmeyi amaçlamış gibiydi.

"Öllllmek istiyorummm!" diye bağıra bağıra kafa sallamalar
"Ben ölmeden önceee bir sürü dostum vardııı" diye düşülen diplerden sonra,
"Before you accuse me-take a look at yourself" ile ısınıp hareketlenmeler...

Eskileri hatırlatıp, kaybedilenleri, yanımızda olmayanları anıp melankoli yazan sevgili Erdem Akakçe, beklentimizi karşılamasa da güzel söyledi. Bir ara blues-rock'n'roll havasına girmelerini fırsat bilip zaten kendimizi kaybettik. Hafiftik artık, uçuyorduk, bir tanrı şüphesiz dans ediyordu içimizde...


16 Haziran 2012 Cumartesi

1089

Bugün bize resmen yaz geldi!

Yakıp kavuran Güneş'i selamlamak için, hayvanat bahçesi gezmeye karar verdik. Aslında epey evvelden alınmış fakat mecburen ertelenmiş bir karardı, kısmet bugüne imiş...

Sabah erken uyanmayı istemiştik aslında, ama haftanın yorgunluğunu atabilmemiz için, gözlerimizi açtıktan sonra daha bir iki saat yatakta debelenip dönüp durmamız gerekti-şüphesiz bu günün en keyifli vakti!

Dünden kalma börek ve taze demlenen kahveyle yapılan çarçabuk bir kahvaltı ile yetinmeyip yolda yemek için bol pekmezli simitlerden aldık. Yollar uzadıkça yolculuk giderek daha keyifli, daha sohbetli bir hal alıyordu-şehirden ve gündelik hayatın bağlarından uzaklaşmanın verdiği özgürlük duygusuyla olsa gerek...

Birazcık şaşırmadan sonra Darıca hayvanat bahçesinin tabelasına rastlandı, takip edilerek yolculuk tamamlandığında öğlen sıcağı bastırmıştı. Bas bas bağıran papağanları renk renk görüp geçtikten sonra sıra dev kedilere geldi; ki onlar benim için dünyanın en seksi hayvanları! Beni pek çok insandan daha fazla tahrik ediyorlar-hele o kalın enseleri yok mu!-catwalk yürüyüşleri sırasında omuzlarının aldığı şekilden mi, ağır ağır suya girişlerindeki tehlikeli görkemlerinden mi bilmem-ben vahşi kedilere hayranım!







Bengal ve Sibirya kaplanlarının çizgili kalın postlarına, dev patilerine, rastgele oturuşlarında bile nasıl güzel gözüktüklerine bakakaldıktan sonra oyuncu bir kuşun leoparın kuyruğunu cesurca gagalayıp durmasını izlerken çok güldük. Kedilerin belki de en şahanesi jaguarın, simsiyah parlak kısa tüylerine tezat oluşturduğundan hemen göze çarpan kopuk kuyruğunun yerindeki pembe yarası ise içimizi burktu. Öğrendik ki bu, dişisinin ona çektirdiği ilk eziyet değilmiş; önce patisini pençelemiş, sonra da aradaki tellere rağmen kuyruğunu koparıvermiş! Aşk tehlikeli şey...

Vahşi kedilerden sonra sıra sürüngenlere geldiğinde nemli ve dayanılmaz sıcaklıkta sera gibi kapalı küçük odalara girmek zorunda kaldık. Kamuflajın kralı iguanalar, turunculu yeşilli pütürcüklü kabuksu derili, adeta ölü gibi hareketsiz duran ve bana hepsi kertenkele gibi gelen birkaç çirkin şey daha...






Bazı hayvanlara acayip özendim! Minik bir yapay şelale altında üstüste oturan kaplumbağalara mesela ve aynı bize benzettiğim birbirinin bitlerini ayıklayan maymunlara...



Bazıları bana kalın enseli koca göbekli ve tatlı mı tatlı bir adamı hatırlattı-mesela gölgede devrilmiş yatan ayılar! İstediğim kadar ısırıp vurup üstünde zıplayabilirim ve hiçbir şey olmaz!



Ne menem bir tür olduğuna akıl erdiremediğim, fakat kesinlikle dünyanın en şirin şeyi olan minik hayvancıklar vardı bir de; arada bir ne maksatla hiç bilemiyorum fakat iki ayakları üstünde dikilip etrafı kolaçan etme huyları vardı-kahkahaya boğulduk!



İşte bu çok sıcak ve çok eğlenceli günü, insansı maymunlar, uçan uçmayan kuşlar, tükürecekmiş gibi gelen lamalar, oturan arslanlar, çizgili kaplanlar, pumalar, sürüngenler, kertenkeleler, öpüşen balıklar arasında geçirdikten sonra, komik aynalarda komik fotoğraflarımızı çekerek dönüş yoluna geçtik.



Dönüşte daha bir şımaran sol omzuma karşılık ondan bile daha şımarıklaşan sevgili şöförüm beni önce Bayramoğlu'nda ayran-soda molası vermeye ve ardından meşhur bir köfteciye götürdü. Afiyetle yedikten sonra bu hafta sonu ne kadar olsa şehir dışına çıkmış olmanın verdiği tatilci havasıyla, üstelik omuzlarım pembeleşmiş vaziyette ve yorgun ama mutlu, eve döndüm...






























1088

(15 HAZİRAN CUMA)

Biraz gecikerek de olsa sahil akşamları sezonunu açtığımız için çok mutluyum; yine o meşhur ekoseli örtümüzü serip-biraz kirlenmiş de olsa-buz gibi çilek ve kirazlarımızı getirip, bira yanına leblebimizi de alıp çimenlere serildiğimiz, lakayt sohbetler ettiğimiz ve görüşmediğimiz günlerde olanları anlatarak arayı kapadığımız, flörtöz gülüşlerle sohbete ara verip küçük küçük öpüştüğümüz, sonra gene yere uzanıp henüz batan Güneş'in son ışıklarında parlayan tek yıldız olan Venüs'e bakarak şarkı söylediğimiz, ölen bir arkadaştan bahsederken ağlamaklı olup birbirimizi teselli edercesine okşadığımız, gelen geçene bakıp bazısına güldüğümüz, akşam rüzgarında hafif ürperdiğimiz, bakınca gözlerimizin içinin güldüğü o harika avarelik günlerini nasıl da özlemişim...

15 Haziran 2012 Cuma

1087

(14 HAZİRAN PERŞEMBE)

Absürd Rüya

Hayatımın gittikçe boktanlaşmaya başladığını tam da yatmadan hemen önce fark etmiş olmamdan kaynaklanabilir; sabaha karşı rüyamda, cep telefonunu kaybettiğin için yeni bir telefon almaya kalktığında adres belirtmen gerekeceğinden seni askere alacaklarını öğrenip ağlamam!

1086

(13 HAZİRAN ÇARŞAMBA)

Sahi, Çarşamba nereye gitti?...

Herhalde aniden bastıran İstanbul sıcağında Nişantaşı'nın dar taş sokaklarında kıvrıla kıvrıla inip çıkarken bir elimle ayakkabı taşıyıp bir elimle terimi silerken geçti gitti.

12 Haziran 2012 Salı

1085

Grimm masallarını fırtınalı bir gecede sabaha kadar yeniden okumak ve kendimi kaybetmek istiyorum...

11 Haziran 2012 Pazartesi

1084

Bir Arkadaşın Ölümü

Çocukluk arkadaşını kaybetmenin, farklı bir burukluğu olsa gerek; aileden birine veda etmekten... Belki kendine daha yakın buluyor insan ve korkuyor; yaşıtlarından birinin hayatının böyle beklenmedik, böyle birdenbire ve yok yere bitivermesinden.

Yanına gelirken bunları evirip çeviriyordum kafamda. Seni yıkılmış görmekten korkuyordum, ağlarken... Yanında olmak istiyordum, ne olursa olsun.

Hayat işte böyle, ansızın bitebiliyor ve hesaplarının hiç biri gerçekte tutmuyor-öyleyse belki de birlikte geçirdiğimiz güzel günlerin kıymetini daha iyi bilmeliyiz gibi geliyor...

10 Haziran 2012 Pazar

1083

Fındık mantarı denen bir tür varmış-bir gece yağmur yağdı mı sabahına hemen fındık ağaçları altında bitiveren. Zaten, sırf minik olduğu için değil, fındık ağacı dibinde yetiştiğinden böyle imiş adı. Yerken insanın kendini bebek katili gibi hissettiği miniminnacık etsiz şeyler! Kavurması pek güzel olurmuş; soğanlı, biberli, biraz da maydanoz konurmuş, sabah kahvaltısına bile yenirmiş-ben de bu sabah öğrendim.

9 Haziran 2012 Cumartesi

1082

"Peki, grup çalışmasını koyunluktan nasıl ayıracaksınız?!" diye sordu asabi küçük kız kaşları çatık.

Birden bire komünist olmaya karar veren ve onu hiç önemsemeden önce büyük bahçeli evlerini, ardından katolik okulunu, sonunda çok alıştığı dadısını degistirerek kızlarının tüm rutinini alt üst eden ve bu duruma karşı çıkmadan hemen alışmasını bekleyen anne-babasına isyan ediyordu.

İncil dersine katılmasına artık izin verilmiyor oluşu, onu arkadaşları arasında küçük düşürüyordu ve üstelik, her zaman onlara yatıya gelen okul arkadaşı yeni Vietnamlı dadısının tuhaf pilavını yememek için artık gelmek istemiyordu.
Öfkeyle homurdandı: "Hepsi Fidel'in yüzünden!"

1081

(08 HAZİRAN CUMA)

Uyumsuz 3lü

Araya uzun zaman girmiş bir arkadaşın da katılmasıyla enteresan bir 3lü oluşturduk: göz alıcı renklere bürünmüş nar çiçeği elbiseli ve su yeşili atletli iki kızın yanında simsiyah, alelade ve mevsime uygunsuz botlar giyinmiş çirkin bir erkek.

Bu uyumsuz 3lü yine de deniz kenarında çimenlere oturup muhabbete daldı: diş tedavisindeki yenilikler ve ekseri hepsinin korkunç oluşundan söz açılıp dişçi koltuğunda ağzı açık tutarak beklemenin yarattığı gerilimden ve kan aldırırken sabit durmak gerekliliğinin anksiyetesinden bahsedildi.

Hafif kanlı ve biraz iğrenç başlayan sohbete ölüm korkusunun insana baskısı ve ölümün anlamsızlaştırdığı hayat kavramı üzerine bir yere varmayan felsefe denemeleriyle devam edildi: yaşanan tüm hazlar, ne kadar coşkulu olursa olsun, önünde sonunda yok oluşla sonuçlanıyor olduğumuzdan son kertede manasızdı ve öne sürülen öte-dünya fikrinin hangi ihtiyaç karşılığı ortaya çıktığını anlayabilsek de, bu bizi zerre rahatlatmıyordu.

Biri çok kararmış, diğer ikisi rengarenk güller gibi açılmış görünen bu uyumsuz 3lünün uyumsuz üyeleri, akşamüstü güneşinde birbirlerine tarot bakarak enteresan buluşmalarını tamamladılar.

8 Haziran 2012 Cuma

1080

(07 HAZİRAN PERŞEMBE)

TRTye çıkan baykuş var bir tane-benim kendisi.
Akşam sahilde arkadaşlarla birer bira...

7 Haziran 2012 Perşembe

1079

(06 HAZİRAN ÇARŞAMBA)

Ben sana o hakkı verdim, onun için geldim.
Ben sana değer verdim, onun için sordum.
Cevap verseydin, dikkate alacaktım.

Yine de, sözüne saygımdan, bu akşam senin iğrenç bulduğun bir şeye dahil olma ihtimalimi yok etmek için ona göre davranacağım.
Çünkü bu karşılıklı ilişki, verilenler, sonunda nereye varırsa varsın-ayrılık da olsa, geri dönüp baktığımda içim rahat olsun istiyorum.
"Ben sana yalan söylemedim" diyebilmek, "Ben seni rahatsız edecek bir şey yapmamaya özen gösterdim ve seni hep diğerlerinden üstte tuttum" diyebilmek, her şeyden önemli olacak bence o gün geldiğinde.

5 Haziran 2012 Salı

1078

Aniden mevsim normalleri üzerine çıkan sıcak havada şehrin kalabalık dar sokaklarında dolanmaktan ve artık saati belli olmayan trafikte beklemekten bunalan genç kadın, içindeki huzursuzluğu hissetmemek için durmadan çalışıyor, oradan oraya koşturuyor, her gün kendini yollara atıyor ve elinden geldiğince yoruluyordu. Akşamları eve döndüğünde, üstünü çıkarıp sandalyeye fırlattıktan ve bir soda açtıktan sonra, yapacağı bir şey kalmadığını görüp önce bir karamsarlığa bürünüyor, gecenin ilerleyen saatlerindeyse yeniden hayat bulmuş gibi canlanıyor, bazen heyecanla gotik bir öyküye yumuluyor, bazen en sevdiği Alman düşünürün kafasına şimşek gibi çakan kitabından bir bölümü çevirmek için titizlenip gereksiz bir kahramanlığa girişiyor, kimi zaman da yalnız başınalığının tadına varmak için gecenin kör vakti korkacağını umarak, sessiz ve karanlık koca evin bir köşesinde absürt bir korku filmi izliyordu...

3 Haziran 2012 Pazar

1076

Ailecek çıkılan bir kısa tatil, hep beraber gidilen bir kebapçıda akşam yemeği kötü geçen bir gecenin anısını silebilirmiş...

1075

(02 HAZİRAN CUMARTESİ)

Uzun zamandır ertelenmiş bir haftasonu planını gerçekleştirmek üzere güneşli bir cumartesi öğlen vakti Emirgan'a gidip Rembrandt ve Çağdaşları sergisini gezdik.

Hollanda'nın altın çağını yaşadığı kabul edilen 17.yüzyılda ışığın ressamları neler yapmışlar, yakından görmek için sabırsızlanıyorduk.


Rembrandt'ın bu belki de en ünlü resminde bir anatomi dersine tanık oluyoruz; o dönemde insan vücudunu doğru tanıyabilmek için, rönesansta da adet olduğu gibi, kadavra kesmek tercih edilen bir yöntemdi.


Dahice kompozisyonlar kurup seyircinin gözlerini resmin her yanında dolaştırmayı başaran Flemenk ressamların işlerine hayranlıkla uzun uzun baktık. Aziz Luka Loncası Yöneticileri 'ne bir bakın: Leonardo'nun Son Yemek'inde esrarengiz bir sembol olduğu ileri sürülen gizemli M burada da mevcut; ortada, elini başına dayamış oturan kederli adamın merkezinde durduğu ve yanındaki ikisi ayakta ikisi oturan figürlerin seyirciye baktığı ideal bir kompozisyon. Kederli adamın baktığı yöne gözlerimi çevirince arkada kalan figürleri de fark edebiliyoruz. Böylelikle tüm resim okunabilir oluyor.


Rembrandt'ın ustalık eseri sayılan Gece Nöbeti'nde yine, en kalabalık kompozisyonların bile ustalıkla altından kalkmış olduğunu görüp hayran kalıyoruz: Önde altın rengi giysilere bürünmüş adam, ışıkta nasıl da parlıyor ve hemen yanındaki siyah giymiş adamın karanlıkta kalmasıyla vurgulanıyor. Çok belirgin şekilde sol üstten vuran ışık altında ışıl ışıl yanan bu baskın figürün baktığı yönü takip edince, arkasında kalan küçük kızı fark ediyoruz. Altın giysili bu küçük ikinci figür olmasaydı, şüphesiz öndeki asıl figür yalnız kalırdı. Hemen o küçük kızın yanındaki kırmızı giysili adamın oluşturduğu göz alıcı kırmızı leke, öndeki siyahlı adamın doladığı kırmızı şalla hafifletilerek öne taşınmasa, bu mükemmel denge bozuluverirdi. Her şey, ressamın kurduğu kusursuz dengenin ayrılmaz bir parçası; öyle ki bir lekeyi bile çıkarsak büyü bozulacak...


Bu müthiş ressamlar, 17.yy. Flemenk ekolünü oluşturmuşlar demek sanırım yanlış olmaz. Flemenk ekolünü tanımlayan en belirgin özellik, herhalde ışığı esas alması olsa gerek. Bu fırtına kopan denizde, bir anlık aralanan kara bulutların izin verdiği Güneş ışığı sağ üstten vuruyor ve öndeki iki geminin karanlığa gömülmelerine sebep olurken, arkadakinin şişmiş yelkenlerini vurguluyor. Her bir resmin, asıl anlatmak istediği ışıktır; bunu da en iyi yanına koyulan derin gölgeler anlatır. Her şeyin zıttı ile var olduğu kuralı burada bir kez daha hatırlanıyor...



Porte ressamlığında da ustalaşan Rembrandt'ın otoportrelerinden birer örnek görüyoruz; gençliğinde son derece yumuşak ve yedirilerek eritilmiş fırça darbelerinden oluşan yüzü bize buğulu buğulu bakarken, ileri yaşlarında cesurca vurulmuş darbeler vasıtasıyla hafif kederli haliyle beliriyor.



Hollanda'nın altın çağını yaşamasında şüphesiz önemli yeri olan bu usta ressamlar, idealize edilmemiş, gerçekçi porteleriyle ün salmış ve detaylarda yeteneklerini ortaya koymuşlardı.



Hollandalı ressamlar arasında en çok sevilenlerden biri de şüphesiz Vermeer'in seyriciyi içeriyi gözetlemeye davet eden oyuncu kompozisyonlarıdır. Kendine özgü renk paletiyle kolayca ayırt edilen Vermeer'in resimlerinde hiç bir şeyin tek renk olmadığını, öne çıkan bir baskın renk olmasıyla birlikte, aslında her şeyin bir çok rengi farklı miktarda taşıdığı görülür.



Pek çok defa karısını model alan ve Roma bahar tanrıçası Flora olarak resmeden Rembrandt'ın bu portrelerinde birbirinden apayrı yapısal özellikler gösteren farklı dokuları nasıl çalıştığına hayret ederiz: Kadının saçları, teni, inci küpeleri, giydiği dokuma ve saçına taktığı çiçeklerin her biri kendine has bir dokuya sahip olan özgün malzemelerdir ve ressam hep elindeki aynı boyayı aynı kanvasa sürerek bütün bu çeşitliliği vermeyi başarmıştır.

Flemenk ekolünün karanlık atmosferine, Vermeer'in Aşk Mektubu resmindeki gibi, aralık kapıdan bir göz atmış olduk.









1074

(01 HAZİRAN CUMA)

Bazen oluyor böyle-şehir üstüme üstüme geliyor sanki, kalabalıklar üstüme üstüme...
Herkes bana bakıyor sanki-yok yok cidden herkes bana bakıyor dönüp dönüp, halimde bir şey varmış gibi.
Oluyor işte arada böyle lanet günler; her şey ters gidiyor: dolmuş bekle bekle gelmiyor, sonunda gidesin de kalmıyor.
Yolun karşısında arkasını dönüp dönüp sana ısrarla bakan amcaya bir laf edesin geliyor, "Noluyo ne var?!" mesela
Bir türlü gelmeyen dolmuştan vazgeçip -zaten vazgeçmesen trafikte bir saat terledikten sonra İstiklal'in kargaşasında bezdirici bir oraya buraya yürümece, nerede yesek derdi, cuma akşamı hemen her yerin dolu oluşu seni bekliyor- heveslenip hazırlanmış olsan bile, elbiseni giymiş olsan da umursamayıp eve geri dönesin geliyor.

Böyle aksi günlerden birinde, giderek tırmanan gerginliğimi sonunda Kadıköy meyhanelerinden birinde kendime bir kadeh şarap söyleyerek yatıştırmaya çalıştım.

1 Haziran 2012 Cuma

1073

(31 MAYIS PERŞEMBE)

Dev bir Remziyemiz oldu!





(Kendisi mavi ve fazlaca gelişmiş bir ortanca.)