28 Nisan 2014 Pazartesi

1767

(26 NİSAN CUMARTESİ)

Bazı günlerde bir acayiplik var...

Havanın ne yağdığı ne açtığı bu sıkıntılı güne, ne yapacağımızı bilemeyerek başladık biz de. Yapabileceğimiz pek çok şey olduğundan seçemiyor gibi bir halimiz vardı, bir de gözlerimi kapatan karanlık havanın alçak basınç hali...

Eminönü'ne geçtik son anda ve biraz eski şehir turu yapalım dedik, amaçsız çıkmaya başladık Sirkeci'den yukarı, Gülhane'yi pas geçip Sultanahmet'e vardık. Arkamıza biraz erken açan at kestanesi ağaçlarını alıp fotoğraf çekerken(selfie demeyin artık gözünüzü seveyim)delimsi bir amcanın manasız tepkisine maruz kaldık. Aslında bu bir işaret olabilirdi bu günün tuhaf gerilimine.

Bol bol şıpıdık terlikli üşümeyen turist gördük ve biraz garipsedik, suskun vitrinlere bakınarak gezinirken tatlı yemeden eski İstanbul turunun tamamlanmayacağını hissettik(belki de şekerimiz düşmüştü)ve Hacı Muhiddin'de bir masa kaptık. Süt ceviz tatlısı ile kaymaklı şöbiyet seçtik onlarca rengarenk tatlı arasından.

Nişanca mahallesinin Suriyeli Arap ve Türkmen ağırlıklı göçmen sakinleri arasında küfürler ve duvar yazıları eşliğinde, beyaz sabun kokan tepemizdeki balkonlara asılı çamaşırlara ve ufak seyyar tezgahlarda satılan balık yumurtası konservelerine bakarak dolandık. Bir sürü kargo şirketinin Kiril harflerinden tabelalarına, köşede bir esnaf lokantasının Arapça tabelasına okuyamadan baktık.

Laleli'ye geri döndüğümüzde de daha az yabancı hissetmiyorduk kendimizi hiç; onlarca acayip ve rüküş, rengarenk baskılı ve taşlı delikli kıyafetler sergileyen mağazalar arasından el ele inerken biraz daha şaşalamıştık(şaşalamak diye bir kelime olmayabilir de)hatta. Türlü ecnebi isimli ama tekinsiz oteller arasından geçerken pek çok dilde konuşmalar ve bağırışlar işittik, hiç biri Türkçe değildi.

Biraz tanıdık mahallere girelim isteyerek Galata'ya çıktık ve arada bir uğramaktan keyif aldığımız şarap butiğinin barında iki iskemle bulduk kendimize. Yorulmuş, acıkmış ve susamış iki kişi, oturduk ve bir şarap seçtik. Sanırım doğru seçimi yapamadık-ki bu da bu tuhaf günün bir parçasıydı adeta. Asidi kaçmış gibi garip bir şarap içtik ve biraz kötümserleştik. Belki birkaç laf soktuk birbirimize.

Rüzgarlı havaya geri çıktığımızda akşam çöküyordu, Koca Mustafa Paşa tarafında bir tiyatro oyununa biletimiz vardı.(bilet de elimizde yoktu aslında ya neyse)Biraz bakınaraktan bulduk ve kapısı aldatmacalı mekana girip günün tuhaflıklarının devamı niteliğinde, hiç kimsenin bilet sormadığı bir salona, hiç teslim almadığımız biletlerimiz cebimizde olmaksızın oturduk.

Oyun iyiydi, seyirci az ve hepsi birilerinin tanıdığı gibiydi. Semaver Kumpanya'nın Veriler oyununu izlerken çok üşüdüm, kendimi kötü hissediyordum ve sanırım birkaç cümlesini aklımdaki sesleri bastıramadığım için kaçırdım. Yine de, İsrailli ve Filistinli birer polisin, yakın geçmişte işlenen faili meçhul cinayeti aydınlatmak üzere işbirliği yaptığı öyküyü de, ele alınışını da beğendim. Sinir bozucu sinek vızıltısını dekor arkasında çıkaran viylacıyı da unutmamak gerek.

Bu acayip günün sonunu ne siz sorun, ne ben anlatayım...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder