19 Ekim 2015 Pazartesi

2307

(17 EKİM CUMARTESİ)

Öğleden sonra Bostancı motor iskelesinde buluştuk-istikamet Büyükada!
13. İstanbul Bienali'nin belki de en heyecan verici işini burada göreceğiz.
Hem bahara kadar son ada ziyaretimiz olabilir, tadını çıkaralım öyleyse!
Halk Kütüphanesi'nde Türk bir sanatçının mitolojik göndermeli işine bakıyoruz ilk; Mezopotamya'nın kaosu simgeleyen tuzlu su tanrıçası Tiamat ile Sümer bereket tanrıçası İnanna'ya birer kitap yapmış. Yaratılışı anlatan asit yedirme tekniği baskıları hoştu.
Buradan Splendid Otel'e geçtik. Eski gazete kupürleri ile telefon santrali, Atatürk'ün dans ederken bir fotoğrafı bulunan çok özel bir mekan. Yüksek tavanlı beyaz duvarları, koruyarak sakladıkları zarif ve gösterişsiz eski mobilyaları, avlusundaki Mısır esintisi ile kendine özgü bir atmosferi var. Üst katta Troçki'nin bir konuşmasının perdeye ve pencerelere yansıtılarak karışık sesler, imajlarla yeniden düzenlendiği tuhaf ama akılda kalıcı bir çalışma vardı. 
Kısa bir tırmanışın sonunda Rizzo Palas'a ulaşıyoruz; 19. yy.da inşa edilmiş bu harika ahşap ev artık bakımsızlıktan harap olmuş. 
Bu kadar güzel bir evin sahipsiz kalması beni çok üzdü, keşke burası bizim olsaydı, diye düşündüm. Daracık merdivenlerden çıkılan kulesinden adayı gözlemek nasıl olurdu?
 Kapı önünde sallanan sandalyede örgü ördüğümü hayal ettim... Sani çocukluğum bu evde geçmişçesine dolaştım odaları, köhne mobilyalar ve pis döşekler vardı. Evsizler mi barınıyor acaba?
Evin kendisi içinde sergilenenden daha çok ilgimizi çekti.
 Sırada Mizzi Köşkü var; burası da 19. yy. sonunda ev olarak inşa edilmiş, 1930-40lı yıllarda otel olarak kullanılmış.
 Burası da beni hayallere sürükledi, kuşların mola verdiği Art Deco tarzı kulesi, ejderhalı aydınlatmalarıyla ne acayip ve muhteşem bir yer!
Hem bir Doğu Avrupa stili, hem de sanki biraz tropik havası olan bu oteli işletmeyi ne çok isterdim!
Kışın boşaldığında, seslerin yankılandığı koridorunda yürümeyi, geceleri korku hikayeleri okumayı...
 Giriş katına yerleştirilen fotoğraflara bakınırken mekandaki sesleri dinledik; zira bu bir sesli enstalasyondu.
Bu bienalin hemen tüm işleri; sergilendikleri yerlerle birlikte anlam kazanıyor. Hatta diyebilirim ki pek çoğunu başka bir yerde sergilenseler hiç merak etmeyebilirdim. Bahaneyle İstanbul'u gezdirdiği için minnettarım.
Bir gün adada bir evimiz olur mu? Dilek tutalım en yakın kayan yıldızda...
 En merak ettiğimizi en sona sakladık; Troçki'nin Evi bu vesileyle ziyarete açılmış. Bir zamanlar burada sürgünde kaldığını hayal etmek zor bugün...
 Bu evde günlerini nasıl geçirdiğini, bahçede yürürken neler düşündüğünü, huzursuzluğunu unutmak için bahçesindeki merdivenden denize girdiğini düşledim...
Denize inince The Best of All Mothers işi tüm ihtişamıyla bizi karşıladı.
 Denizden gelmiş, karaya çıkarma yapacak gibi duran, adeta Nuh'un gemisinden kaçmış hayvanlar...
Başka hayvanları sırtlamış, öyle güçlü duruyorlar ki etkilenmemek mümkün değil!
 En ilgi çeken buydu sanırım bienalde; herkes fotoğraf çektiriyordu burada.
Yorulmuş ama memnun, biraz üşüyor ve epeyce acıkmışken iskele tarafına geri döndük.
Onları geride bırakmakta zorlandık, sürekli kalmalarını umduk.

Bu akşam güzel bir rakı&balık sofrasını bizim kadar kimler hak etmiştir?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder