(14 EKİM PAZARTESİ)
Karaköy'de Arnavut kahvaltısıyla başlayan gün, tam bir Ekim gibi; gölgede serin esiyor, Güneş açınca yürürken terletiyordu. Tam bir Ekim gibi, belki de son güzel hava olduğundan, çabucak geçiverecekti, çok kıymetliydi.
Kesik peynirli biber, isli kuru et, vazgeçilmez kaymak ve bal, çilek reçeli...
Biraz içimiz üşüyordu dedim ya gölgede, ısınmak için de yumurtalı ekmek, kahve...
Arnavut usulü bol süt ürünlü ve acı biberli kahvaltıyla ısındıktan sonra, Fransız geçidi etrafında son bir kaç yılda mantar gibi türeyen sevimli cafeler arasından Bankalar Caddesi'ne yürüyerek Kamondo merdivenlerini kıvrıla kıvrıla tırmanıp Galata'ya uğradık. "Değişik şeyler" butiklerine girip çıkmak güzeldi, kişiye özel bisikletler, oyuncaksı fotoğraf makineleri, esprili takılar gördük...
Beyoğlu'na çıkınca biraz kitap bakmak istedik ve Robinson'a uğradık. Epeyce doluydu içerisi ve okumak istediğimiz o kadar çok kitap bulduk ki hangisini alacağımıza karar veremedik!
Yürüye yürüye Cihangir'de bulduk kendimizi, biraz ferahlamak için yol üstünde bana hep sevimli gelen küçük bara oturduk, her zamanki gibi boş ve loştu, birer bira söyledik.
Günün ortasını bulmuşken hafiften de yorulmaya başlamıştık ki, burada çok başka bir yere kırdık rotamızı ve pat diye kalkıp Edirnekapı'ya yola çıktık. Bir süredir dilimizdeydi Kariye Kilisesini görmek.
Dakikalarca tavana bakarak anlamaya çalışmaktan biraz başımız döndü diyebilirim.
Meryem'in ataları ve hayatı ile İsa'nın ataları ve hayatı genel olarak açıkça betimlenmişti. Ben en çok, İsa'nın mucizelerini betimleyen mozaiklerden, cüzamlı adamı iyileştirme sahnesinde hastanın tasvirini beğendim. İstanbul'un fethinden hemen önce, demek mozaik üstatları cüzamlı insan derisini kara beneklerle doldurmayı uygun bulmuşlardı.
Bir de, belki meslek icabı; tapınak için çalışan 7 genç bakireden biri olan Meryem'e verilen mor yün yumağı aklımda kaldı. Erguvan rengi Roma'da kutsaldı, fetih öncesi İstanbul'un en güzel rengiydi.
Kiliseden çıkarken yorulmuştuk, hemen yakındaki restoranda ola verip bir şeyler yemek istiyorduk. Burası gerçekten Osmanlı saray mutfağı tatlarını hakkıyla sunan bir yer; bıldırcın veya kavun dolması deneyebilirsiniz.
Farklı ve özenli hazırlanmış mezelerle kendimizi şımarttık; fava, tarçınlı üzümlü humus, dövme hıyar salata, yeşil zeytin ezmesi... Hepsi nefisti.
Edirnekapı'dan daracık sokaklara sıralanan kahvehaneler, nalburlar, börekçiler, hırdavatçılar, tatlıcılar arasından geçerek Balat'a indik. Maç yapan bağırış çağırış mahalle çocukları, çamaşırlarını tarihi eserlere asan ev kadınları, bayramda önünde kuyruk birikecek salıncakçı...
Cibali'den Haliç boyunca balık tutanlara bakarak Eminönü'ne kadar yürüyüp dönüş yoluna geçtiğimizde üstümüze tatlı bir rehavet çökmüştü, İstanbul'un aheste sisi, pusu...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder