(15 EKİM PAZAR)
Sabaha karşı Leyla ağlayarak uyandı, altını ıslatmış, üstünü başını değiştirene kadar bir süre susmadı. 2 gecedir bu yüzden zor geçiyor.
Toplanıp Cingöz'ü alıp çıktık, onu kısırlaştırabilirsek muhteşem olacak, Emirli'deki tek dişli kedi o kaldı.
Öğlen evden çıktık ve epeydir hevesle beklediğimiz programımıza başladık; önce Atlas'ta aheste akan bir Fin romansı seyrettik: Sonbahar Yaprakları. Festival ortamını özlemişim ; duygusuz kuzeylilerin yavan dünyaları ve dökülen binalarla dolu mahallenin küçük insan öyküleri...
Çıkışta arka sokakta bir bira içmeye oturduk, yeniden öğrenci kafasında olmak ne hoş. Güneş de vurdu, ne güzel bir gün! Kalkıp Beyoğlu kaosuna karışmadan vapura yürüdük, uzun zamandır kalabalıklardan ayrı yaşadığımdan mıdır, bana her yer fazlasıyla dağınık ve özensiz, kirli ve rüküş göründü. Her yer sanki Eminönü olmuş gibi geldi, insanlarıyla birlikte. Yine de denizden İstanbul'u görmek güzel...
Kadıköy'de vegan tantuni yemeye gittik, merak ettiğim bir mekandı ve yediğimiz tabak başarılı olsa da, ortamın rahatsızlığı ve çalışanların suratsızlığı pek memnun etmedi. 2. filmimizden önce Moda'nın yeni moda cafelerinden birine oturduk, tatlı seçtik. Ne yediğimi pek anlamadığım bir tatlıydı ve kahve iyi sayılmazdı-galiba ben artık yaşlandım; bu tip mekanlar sadece instagram için tasarlanmış gibi geliyor!
Almanya'nın Oscar adayı Öğretmenler Odası, ahlaki ikilemleri başarıyla anlatan ve basit bir olay etrafında derinlikli bir kurgu örebilen bence çok iyi bir filmdi. Adeta İran filmlerinden alışık olduğumuz ahlak meselelerine benzer bir konuyu işliyor: idealleriyle sistem arasında sıkışan bir öğretmen...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder