(26 HAZİRAN PERŞEMBE)
Kuzguncuk'ta 3 kuşak; önden bendeniz hızlı ve sabırsız, arkadan anneannem kendine uymayan yavaşlıkla ağrıyan ayaklarıyla yürüyoruz... Yokuş çıkarken hepten bastıran insafsız sıcaktan bunalmış söyleniyoruz, "Kırk yıl düşünsem bu ayaklarımın duracağı aklıma gelmezdi." dediğini duyuyorum anneannemin. "Ben de mi böyle olacağım?" düşünceleri dolanıyor aklımda.
Aheste bir mahalle işte burası; lahmacuncuya oturmak hoşuma gidiyor. Arada tek tük galeri gibi dükkanlar açılmış, sahiline çay servisi yapan küçük bir çay evi de var. İki üç kahvesi var; sokakta tabureleri, avarelik eden insanları... Bizim buralara özgü bir tembellik hali sinmiş bu sokaklara; insanlar öylece oturup çay içiyorlar.
Yeni açılan ve benim ayakkabılarımı da satmak isteyen bir butik-cafe'ye uğrayıp limonata içiyoruz. Kadınlar girip çıkmaya başlıyor öğleden sonra; 40lı yaşlarını çoktan geçmiş ama hala arayış içinde, biraz memnuniyetsiz kadınlar... Kadınlara bakarken onları ne kadar da sevmediğimi hissediyorum, onlara hiç benzemediğimi düşünüyorum. Sanırım onlar da beni pek sevmiyorlar; belki tuhaf geliyorum çok yanaşmadığım için, fazla konuşmadığım için ya da onlarınki kadar heyecanlı tepkiler veremediğim için rengarenk çantalara, fularlara, bilekliklere...
Uzun süre bu kalabalıkta kalsam-ki aslında kalabalık 10 kişi civarında-delirebilirim diye tahmin ederek buradan kaçıyorum, sahile inip bir açık çay söylüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder