17 Şubat 2014 Pazartesi

1698

(16 ŞUBAT PAZAR)

Canım İstanbul; arka sokaklarını keşfetmeyi sevenlere, tekinsiz merdivenlere tırmanmaktan korkmayanlara ne kıyaklar çekiyor!

Bu pazar sabahın biraz geçinde, hala gözlerimizle ellerimiz yatak keyfi mahmuru, Galata labirentlerinde kış güneşine karşı dolanmaya başladık. Galata'da bana öyle geliyor ki; her gittiğimde yeni sokaklar ürüyor, başka başka ama hep birbirine benzeyen mekanlar açılıyor...

Yokuşları tırmanırken acıktığımızı iyice hissetmeye başlamıştık, ilk denediğimiz yer hani şu "konsept cafe"lerden biriydi; turist ve yerli hispter mekanı gibi göründüğünğü fark edince hemen terk ettik. Aslında başka sefer bir kahvelik mola verilebilir hani, ama doyurucu bir pazar kahvaltısını o alçak masalarda o kibarlıkla edemezdik. Az ileride Aheste diye bir yerin önünden geçerken içeride sahanda bir şeyler yediklerini görüp bir şans verelim dedik. Sahan varsa güzeldir.

Menünün İngilizce olması, otlu İran omletinden British scone'lara uzanan tuhaf bir füzyon Dünya mutfağına yer vermesi filan başta bir parça ürkütmedi değil. Fiyatlar yüksek ve seçenekler hemen hiç tanıdık değil gibi geldi ama aralarında en yakın hissettiğimiz Alaçatı kahvaltısını sipariş verdik. Önümüzdeki masa yetişmeyince yanımıza minik sehpa çekip hepsinin üzerini legovari dikdörtgenli yuvarlaklı tabaklarla sanatsal bir kompozisyon oluşturacak şekilde donattılar. Kuşkusuz şimdiye dek denediğimiz en sanatsal kahvaltı masası.
Taptaze peynirler ve organik olduğu her halinden belli mini minnacık yeşil zeytinlerin yanına fesleğenli domateslerle gerçekten Alaçatı rüzgarı estiriyordu estirmesine ama; bu masa çok daha fazlası vardı: çırpılmış krema üzerinde küp doğranmış taze meyveler, tahin&pekmez, bal&kaymak, kireçte ceviz reçeli, Girit ezmesi, soka... Ve içeriğini çözemediğim fakat inanılmaz lezzetli gelen bir kaç şey daha. Evet; resmen ne yediğimi anlayamadığım bir şeyler yedim!
Beyaz katı bir cins köpüğü andıran o en tuhaf şey; ki ben Kos helvanın içindeki yapışkana benzetmiştim, meğer Zile pekmeziymiş. Üzümden ne şekilde yapıldığına hala akıl erdiremediğim bu yöresel nostaljik güzellik, pekmezden ziyade ballı kağıt helva tadındaydı bana göre. Boşnakların iyi tanıdığı kesik sütlü biber turşusu soka da bir Arnavut olarak hoşuma gitti, Girit ezmesini kendim de güzel yapıyorsam da; bunu yerken önce tatlı gelen, ardından ekşi ve en son boğazı hafif yakan acı tadını veren gizemli baharatına gerçekten bayıldım. Krema ile çırpılmış yoğurt olduğundan şüphelendiğim, üstünde ince kıyılmış kireçte turunç reçeli bulunan tabak da ferahlatıcı geldi. Ağzına attığın anda limon aromasıyla dolduran limonlu tereyağı(?) da enteresan bir dokunuş olmuş, azıcık getirdikleri keskin muz ezmesi de öyle. O kadar çok acayip ama nefis tabak vardı ki, hangisine saldıracağımızı şaşırdık resmen!

"Şimdiye kadar yediğimiz ilk 3 kahvaltı arasına koyarım." dedi erkek arkadaşım- ki İstanbul'un kahvaltı mekanları biz ayrılınca iflas eder denilebilir. Bu arada kendisinin tahammül etmesi zor bir "her şeyi bilen adam" olduğunu, elbette bu Zile pekmezi denen beyaz köpüğü de bildiğini ekleyeyim.

Aklımızı alan ve Alaçatı'nın çok ötesine taşan "kahvaltı deneyimi"nin ardından bolca yürüdük. Neredeyse benim Mimar Sinan'a girmemle tadilata girip kapanan ve İstanbul'un ayıbı haline gelen Resim Heykel Müzesi; bu cumartesi itibariyle 2 salonunu ziyarete açmayı başarabilmiş olduğundan, şöyle bir bakmak aklımdaydı. Osmanlı resim arşivinin bir tutamlık parçasını hemencecik gezip çıktık- müze konusunda ne düşüneceğimi pek bilemedim açıkçası; bitince yeniden görmek lazım.

"Kahve içsek mi...?" derken Karaköy kahvelerini gezerek Beyoğlu'na çıkıp bira içmeye karar verdik- zira Güneş açmıştı. Tabi "Tünel'de yeni bir butik açılmış", "Robinson'dan kitap alalım mı?", "Hani şu istediğim gözlüklerden deneyelim mi?", "Hayvanlara işkence kabahat değil suç sayılsın diye imza atalım mı?" diye diye birkaç durakta ara verdik biradan evvel. Tanıdık bir mekanda ikişer soğuk bira içerken birbirimize sarılacak biraz daha vakit kazandık...

Festivalden bilet aldığım filmin seansı yaklaşırken ikimizin de uykusu gelmişti bile; yerlerimize kurulup "Atlar ve İnsanlar"ın bize gösterdiği atlarla insanlar arasındaki komik vukuatları seyre daldık...

Bunları bir güne sığdırdığımız şehir İstanbul'dan başka neresi olabilirdi?
Hep söylerim: tahinli çöreği, kos helvası, bir de cezeryesi olmayan memlekette yaşayamam!
(Edit: Zile pekmezi eklendi.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder