3 Şubat 2014 Pazartesi

1684

(02 ŞUBAT PAZAR)

Sabah erkence uyanıp banyoya girdim, aromatik yağlarla saçlarımı açtım, kremler sürünüp yumuşacık oldum. Heyecanla evden çıktım, çıkmadan da torbaya birkaç domates attım, köşedeki fırından kızartmalık ekmek hamuru aldım, şarküteriden isli kuru et kestirdim, pazardan köy tavuğu yumurtalarının en büyüklerinden seçtim, Erzincan tulumu tarttırdım, ona en sevdiği bol pekmezli simitlerden aldım ve kapısını çaldım.

Geçen akşam neler yaptığımızı, arkadaşlarla neler konuştuğumuzu anlata anlata hayallerimizin nostaljik pazar kahvaltısını sofraya koyduk. Hamur kızartmalarını reçele banıp yerken, çocukluğumuzun İstanbul'unu andık: Sadri Alışık filmlerinde muşamba örtülü masalarda duran tek rakıya selam çaktık, Neşeli Günler'de (Yoksa Bizim Aile miydi?) Vecihi'ye her izleyişimizde gülebildiğimizi fark ederken tekrar güldük, Sevmek Zamanı'nı bir daha seyredelim dedik, Boyacıköy yokuşlarını tırmanmayı düşledik bahar gelir gelmez ve eski İstanbul'u çok ama çok özledik.


İstanbul öyle bir memleket ki; gelen, kalan, geçip giden, terk etmek isteyen, doğan, ölen, uzaktan ziyarete gelen...Herkesi içine alıyor, herkese yetiyor.

Bir hafta sonunu eski İstanbul filmlerini yeniden seyretmeye ayıralım, dedik ve bu sefer bambaşka bir film koyduk: Haneke'nin daha önce duymadığımız Şato'su; Kafka öyküsü uyarlaması. Tahmin edilebileceği gibi tuhaf ve tekinsiz bir atmosferi vardı; Kafka hikayelerindeki baş kahramanların nasıl düştüklerini anlayamadan saplanıp kaldıkları, bir türlü kurtulamadıkları ve giderek tüm kurtuluş yollarının tıkandığı rahatsız edici durumlar bir sonuca varmadan film boyunca sergilendi. Bir sahne vardı ki; köhne birahanenin bir köşesine kıvrılmış uyumaya çalışan kadastrocu adamcağızı biri gelip dürterek uyandırır ve izin alınmadan kimsenin Şato'ya giremeyeceğini, burada da kalamayacağını söyler soğuk tavrıyla. O sırada masada oturan bir grup adam dik dik onlara bakmaktadır- işte bu sahne sanki Kafkaesk atmosferi ne güzel yaratıyordu; etrafındakiler tarafından hep yabancılanan, garipsenen ve rahat bırakılmayan, adeta yüzlerce iğne batırılan ve sürekli dürtüklenen adamın tedirginliği...
Bir de diz boyu kara bata çıka asla Şato'ya varamayan zorlu yürüyüşleri vardı kadastrocunun tabi, tekrarlanan. Binlerce kağıt arasında asla bulunamayan evraklar, bir türlü alınamayan izin ve adamcağızı oradan oraya gönderip duran ama çıkışa ulaştırmayan bürokrasi labirenti... Bütün bunlar film boyunca üzerine üzerine geliyor insanın ama alttan alta şahane bir kara mizahtan da zevk alınıyor. Kafka işte!

Akşamüstü, Güneş'e aldandık evde kalmak istemedik. Bugün film günü olsun dedik, ki Şubat ayı zaten film festivali sebebiyle biraz da kış koşullarından sinemaya gitme veya evde film izleme zamanı oluyor. Başka Sinema da işimizi kolaylaşırdı, öbür türlü 1 haftalığına Beyoğlu'na gelen istediğimiz filmleri yakalayamıyorduk. Bu kez İranlı yönetmen Asghar Farhadi'nin Geçmiş'ini seçtik.
Boşanmak üzere 4 yıllık ayrılığın ardından Fransa'ya eski karısının yanına gelen Ahmed, artık bir başkasıyla birlikte yaşamakta olan eski karısı, iki kızı ve sevgilisinin oğlu arasında geçen film; basit bir hikaye anlatıyor görünse de çok güzel götürüyor. Konuşmalardan söktüğümüz ip uçları bize kadının 2. kocası olan Ahmed'in 4 yıl önce depresyona girip çekip gittiğini ve kadının muhtemelen hala ona kızgın olduğunu gösteriyor. Çocuklar Ahmed'i pek seviyorlar; babalarından daha yakınlar sanki. Boşanmak için gelen Ahmed, önce kadının sevgilisinin küçük oğlu Fuad'ın hırçınlıklarını dindirmeye çalışıyor, sonra da evin büyük kızının asi tavırları altında yatan gerçekle yüzleştiriyor herkesi. Kadın hala ona güveniyor olmalı; hep sorun çözme görevini ona yüklüyor. Öğreniyoruz ki; kadının yakında evlenmeyi düşündüğü ve çocuğuna hamile olduğu sevgilisinin karısı intihar teşebbüsü sonrası 8 aydır komada imiş. Üstelik de; kadının büyük kızının ona annesi ile kocası arasındaki ilişkiyi açığa vuran mesajları göndermesinden hemen sonra deterjan içerek kendini öldürmeye kalkışmış. Annesinin gözü önünde intihar etmesi ve komada yatması yetmiyormuş gibi Fuad, başka bir eve taşınmakla boğuşuyor: hem yeni annesine, hem de kardeşlerine alışmak zorunda. Genç kız, bir kadının ölümüne sebep olduğu hissinin ağır vicdan azabıyla evden uzaklaşmakta. Adam, kendisiyle hiç ilgilenmediğini sandığı karısını aldatarak onun bu hale düşmesine sebep olduğunu öğrendikten sonra ikilem içinde. Kadın, hamile haliyle sigara üstüne sigara yakıyor ve sinirini kah Ahmed'ten çıkarıyor, kah çocuklarını tartaklıyor. Ahmed, tüm bağlarını koparmaya geldiği bu insanlardan bir türlü kopamamakta; zira hepsinin ona ihtiyacı var: bir tür yapıştırıcı rolü üstlenmekte.

İyi bir filmdi. Çıkışta üşüyerek yürüdüm ellerim ceplerimde...







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder