9 Şubat 2014 Pazar

1687

(05 ŞUBAT ÇARŞAMBA)

Lise yıllarında, ben daha ben bile değil iken; bir yaz sabahı kalktım çıktım okula gittim. Bir cesaret kapısından girdim.


Heykelleri takip ederek yukarı kıvrılan uzun merdivenleri çıktım ve nerede olduğumu bilmeden resim bölüm başkanlığına vardım. İçeride boş oturan iki kişi vardı; girdim selam verdim: "Ben bu okula gireceğim de, önceden bir bakayım dedim"

Duraksadılar, yüzüme baktılar, sonra yavaştan gülümsemeye başladılar. Yanımda çizimlerimi götürmüştüm, çıkardım önlerine serdim. Birbirlerine bakıp gülümsediler. Uzun boylu, kır saçlarını at kuyruğu toplamış olan "Sen kesin buraya girersin." dedi.

Sonradan öğrendim ki; okulda tanıştığım ilk kişi İrfan Okan'mış. Adını sanını sormayı akıl edemeyecek kadar heyecanlıydım. O zamanlar resim bölüm başkan yardımcısı İrfan hoca, birkaç yıl sonra litografi dersini aldığım sırada, Dante Gabrielle Rossetti'nin bir resmini çalıştığımı görünce: "Biz yalnız kendimizden bir iz bulduğumuz yüzlere güzel deriz." diyecekti.

Henüz birkaç ay sonra tahmininin doğru çıktığını öğrendiğimde; kapıda asılı listeler önünde bekleyen kalabalıktan biriydim. Adımı 20 kişilik listede görünce sıyrılıp dışarı attım kendimi, Fındıklı sahilinde yürüdüm. Tarih 15 Eylül'dü; babamın ölüm yıl dönümü.

Ara sıra bir şeyler çizmekten keyif aldığını hatırladığım, erken kaybettiği babasının yerine ailesine bakma sorumluluğunu alarak Mimar Sinan'a girme hayalinden kendi kendine vazgeçmiş ve işte hemen okulun karşısındaki bankada yıllarca çalışmış babamın 11. ölüm yıl dönümü...

Bankanın yanından geçerken içeri şöyle bir gülümsedim.

***

Okula girmek ne kadar zor görünse de; çıkmak daha zorlu olacaktı.

Kaybolacak gibi oldum başta koridorlarında; yan yana asma katlara tırmanan merdivenlerin teki sekreterliğe çıkıyordu, diğeri atölyelere ve hep karıştırıyordum. Çatı atölyesine çıkayım derken grafik bölümünün kapısında buluyordum kendimi. "Bu okul" diyordum, "adamı kayıp eder."


İlk pazartesinin ilk dersini çok iyi hatırlıyorum: Çizim anlatım yöntemleri I, hocası Betül Atlı. Önümüze bir dal lilyum koydu, başladık çizmeye.

Karalaya saçmalaya, ortaya utanç verici bir lilyum çıkardım, hala saklarım. Hoca masalar arasında dolaşırken hepimizi eleştirdi; güzel sanatlar fakültesine hazırlık kurslarında öğrendiklerimizi toptan unutmamızı salık verdi. Tekstilde araştırma çizgisi makbul sayılmıyordu; derinlik vurgusunu tek çizgide vermemiz gerekliydi. Sandalyemde şöyle bir doğruldum, son derece gergin, yeni bir lilyuma başladım.

Birkaç dakika içinde hoca yanıma geldi, aldı kağıdı önümden, kaldırıp gösterdi.

"Şimdi bunu sen benim eleştirimi dinledikten sonra mı çizdin?" diye sordu. Yemin ediyorum korktum.

"Söylediğim her şeyi anlamışsın. Beş dakika öncesinden buraya bu kadar gelişmen, hayret doğrusu!" Rahat bir nefes aldım. Bundan böyle en sevdiğim ders, eskiden hiç beceremediğim sulu boya tekniğini kullandığımız Betül Hoca'nın dersleri oldu.

***

İlk seneyi ortak derslerde hafif başıboş geçirdikten sonra bölüm dersleri almaya başlayınca bir nebze başımıza sardığımız belanın farkına vardık.

Artık mesela; doğadan bulduğumuz amorf yapıda bir objeye büyüteçle bakarak görebildiğimiz her detayı 3H kalemle resmetmemiz bekleniyordu. "Bakınca fotoğraf mı, çizim mi anlaşılmayacak." şeklinde tarif etmişti İsmet Hoca.

İkinci derste hepimiz aptal gibi okul bahçesinden aynı turuncu toplu çalıdan koparıp karıncalı böcekli halde sınıfa getirdiğimizde, epey sağlam bir azar yedik. Yarım günlük ders boyunca hoca karşımızda sessiz oturup yüzümüze dik dik bakma cezası vermişti.

Ertesi hafta boyunca parklardan, bahçelerden, yol kenarlarından türlü bitkiler kopardım. Sonunda dayım bana patlayıp saçılmış gibi duran bir çeşit meşe palamudu bulup getirdi. Ben o meşe palamudunu 1 değil 3 defa çizdim. İlkine "yaprakları bu kadar hassasken dalı neden odun gibi?!" demişti hoca, ikincisine "bir kere daha çizsen daha iyi yapabilirsin." Üçüncüsünde tutturdum; sınıfta beğenilen tek tük kağıttan biri benimkiydi. Rahatlamanın keyfi içinde o akşam fotoğraf bölümünde düzenlenen yılbaşı partisine gitmeye karar verdim. Eğlenmek herkesten çok benim uykusuz gözlerimin hakkıydı!

Partide tanımadığım biri yanıma yaklaşıp, "Seni neden yalnız bırakıyor bu aptal öğrencilerim?" diye sorunca birden irkildim. Sonradan sohbetini çok seveceğim bu komik adam fotoğraf bölüm başkanı ve Resim Heykel Müzesi eski müdürü Tunç Tüfekçi imiş. Bana "Herkesin gözünden kaçan, kenarda kalan güzellikleri çekmeyi severim." demişti. "Mesela soyulmuş bir duvar köşesi, yahut yosun tutmuş bir ağaç kavuğu..."

Velhasıl; parti eğlenceli geçti. Gece yarısı eve dönmek için toparlanırken, içinde 3. meşe palamudu çizimim duran dosyamın yerinde olmadığını fark ettim. Arkadaşlar seferber oldu epey arayıp taradık, kimsenin haberi yok gibiydi ve zaten herkes biraz sarhoştu. "Acaba yanlışlıkla etrafı temizleyenler çöpe mi attı?" diye düşünüp çöpleri bile karıştırdık- yok! Ben hep derim; "Bu okul, adamı sarhoş eder."

Teslimine 2 hafta vardı. Yemin ediyorum ağladım.

Ertesi gün kızarmış gözlerle İsmet hocanın karşısına çıkıp tüm cesaretimi topladım ve "Ben dosyamı kaybettim." dedim. "Aylardır üzerinde çalıştığımı biliyorsunuz ve son derste desenimi beğenmiştiniz..." Hoca "Olur böyle şeyler." dedi, "2 hafta içinde yine yaparsın."

Ben onu 2 ayda çizmiştim.

***

Aralarda rıhtıma çıkmak dünya değiştirmekle eş değerdi inanın; kafamız hep dağınıktı, İstanbul da bize uyar rüzgarlı olurdu.

Rüzgara verirdik içimizi sıkan diyagonel soter desen teksirlerini, bir türlü aksları tutmayan çini mürekkebi renk ayrımlarını, üstesinden gelemediğimiz guaj renk skalalarını, 1 dolu 3 boş dimi örgülerinin kumaş yapı bilgilerini biz hep rıhtımdan denize attık.

İstanbul; gün geçtikçe daha bir cisimleşiyor, aramızdan biri gibi oluyordu, yahut nasıl desem- hepimizin gördüğü ama hiç birimizin dokunamadığı bir hayalet...

Baskı tasarımı 4 dersinde İstanbul temalı döşemelik desen koleksiyonu çıkarmamız gerekiyordu. Haftalarca buralı şairleri okudum, sokaklara girip kayboldum, meyhanelerde fotoğraflar çektim, çaycılarda laklak eden insanlara baktım, simit kağıdına notlar aldım, vapurlara bindim ve Galata Köprüsü'nde balık tutanlardan perdelik kumaş tasarlamaya çalıştım. Yemin ediyorum deli çıkacaktım.

Her gün uyandığımız ve utanmadan kaldırımlarına tükürdüğümüz bu şehir, anlatılacak ne hikayeler saklıyordu?

İlk derslerde hiçbirimizden işe yarar bir desen çıkmayınca Zeki hoca bize epey bir ayar verdi. "Düşünmüyorsunuz!" dedi, "İstanbul'u anlatmak için sembolik yapılarını çizmek en kolayı- bana köprüyü, camili silueti, Galata Kulesi'ni, Kız Kulesi'ni çizmeden bu şehri anlatın. Mesela İstanbul sizce ne renk?"

Sahi- İstanbul ne renk olabilirdi? Birileri mavi buldu onu; denizi boldu, birileri turkuaz sandı, zümrüt yeşili diyen de vardı, fakat hiçbirimiz eflatunu yakıştıramamıştık. Oysa; "erguvanlar açarken purpur kumaşlara sarılı doğan Konstantin"in kurduğu şehirdi burası. Onu süslemek uğruna pek çok şehri talan eden Konstantin'in asaletinin simgesi mor olabilirdi ancak İstanbul.

Üç Hür-el'in davulcusu, eski hippilerden Haldun hocanın dersinde gezdiğimiz İstanbul, gizli hikayelerine kulak verince daha bir güzelleşiyordu.

O gezilerde birden farkına vardım: bin yıllarca üstü üste birikmiş dev bir yığıntıdan başka neydi İstanbul? Öyle ki; ortadan kessen dünyanın merkezine kadar katman katman görebilirdin pasta gibi tarihi, yaşanmışlıkları...

Romalılar, Ermeniler, Grekler, Türkler, Osmanlılar, Cenevizliler, Latin istilacılar, Süryaniler, Araplar ve daha nice 72 millet bin yıllardır türlü isim takmıştı bu şehre- bu isimler de üst üste binip kümelenmiş, birbirine karışmıştı. Bundan bir şeyler çıkarmaya karar verdim.

Dönemin sonunda benim koleksiyonumdan bir desen seçildi ve basıldı.

***

İstanbul'un labirentlerine dalmadan önce son durak; rıhtımda bir saatlik sessizliğin tadını çıkarmak... Şarkı söylemek serbest, küfür serbest, kahkaha serbest...

Bu okul; neysen, ne olmak niyetindeysen onu çıkarır karşına- adamı adam eder.



Önceki OKUL yazımı okumak için: http://ariadnevademecum.blogspot.com.tr/2012/03/okul.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder