26 Haziran 2013 Çarşamba

1462

(25 HAZİRAN SALI)

Kayseri Düğünü

Uykusuz ve biraz huzursuz bir gecenin sabahında, uyanık olmaya pek de alışık olmadığım vakitlerde buluşup heyecanla yola koyulduk-yola çıkmak hep heyecan vericidir.

Trafikten bunalıp sonunda hava alanına vardığımızda sanırım 1 yıldır kullanmadığım çantamın varlığından haberdar olmadığım bir cebinden tirbüşon ile alır almaz kaybettiğim cep telefonu şarjı çıktı.

Uçakta verdikleri o minik bayat ekmekli sandviçi yiyecektik! Bunu sonra anladık...

Kayseri'de gelin evine konuk olduk önce; yemek kokuları apartmanı sarmıştı, insanlar hep esmer ve güler yüzlü idi, teyzelerle amcalarla sohbet edip İstanbul'un sıcağıyla Kayseri sıcağını karşılaştırdık.

Öğlen üzeri biraz şehri görelim niyetiyle çıkıp kendimizi Bulgaristan'da hissettiren ıssız bir otobüs durağında yarım saat otobüs bekledik. Biletleri, her şeyi satan ve herkesi tanıyan mahalle bakkalından aldık.

Yeşil külüstür otobüs bizi 45 dakikalık bir yolculukla şehir merkezine taşıdı; heykelli meydanı görünce buranın merkez olduğunu anlayıp indik.

Baş döndüren kuru sıcakta aylak aylak dolanırken şehir merkezinin kuyumcular, gelinlik ve abiye satan mağazalar, pastırmacı sucukçular ile aktarlardan ibaret bir çarşısı olduğunu fark ettik. İlk defa denize kıyısı veya içinden geçen bir nehir olmayan bir şehirde bulunduğumu düşününce, neden bir türlü yolumu bulamadığımı anladım: sulak bir şehrinde yön bulmak kolaydır, zaten turistik mekanlar da genelde hep su kenarına sıralanır.

Kaleye yakın bir cafe bulunca oturalım dedik,  kahvaltı etmeyi hayal ediyorduk. Menüde yazanlar arasından su böreğinde karar kıldık, yoktu, bari gözleme olsun dedik, o da yoktu-tost menü vardı. Yanında patatesle geliyormuş, güzelmiş.

Ayran-soda ile ferahlayıp Kayseri'de nereleri gezebileceğimizi sorduk, cafe sahibi amca bize "Türkiye'de 5 tane olup biri Kayseri'de bulunan Forum alışveriş merkezi"ni önerdi. Adağımız dileğimiz varsa türbe ziyareti tavsiye etti bir de. Teşekkür ettik.

Ümidimizi yüksek tutup gezmeye devam ettik; birkaç pastırma-sucukçu ve kuyumcu daha gördükten ve başımıza Güneş geçtikten sonra bir yer bulup oturalım dedik. Kendimizi Bursa'da hissettiren iskenderciler arasından bir tanesi bahçeliydi, serince olur diye tercih ettik, garsona yöresel bir şey yemek istediğimizi söyleyince önümüze elbette mantı geldi.

Kayseri mantısının bildiğimiz mantı gibi olmadığını ve çok da sevmediğimi biliyordum aslında, salçalı ağır bir sosu oluyor ve çok minik olduğundan içinde pek et olmuyor. Ben yine biraz karnımı doyurdum da arkadaşım yiyemedi. Biraz rahatladık orada ama, ne bir vantilatör, ne klima, ne de rüzgar!

Düğün arabasını süsletip gelin evine geri döndük, biraz balkonda küçük yeğen sevdikten sonra sofra hazırlandı, erkekler salonda, kadınlar girişte bir masada oturuldu. Yemekte mantı vardı.

Nereli olduğumu, nerede oturduğumu, damadı nereden tanıdığımı teyzelere teker teker anlatıyordum ki, gelin ve ahalisi sonunda kuaförden geldi. Kırmızı kuşağı babası tarafından bağlanıp kollarına kalın atın bilezikler takılıp aşağı inildi.

Arkayı 4lediğimiz arabayla tepeye çıkıp düğün salonuna vardık, gelin ve damatla tepede birkaç fotoğraf çekildik. Kuru pasta-meşrubat-org üçlüsünün hakim olduğu düğün konseptine uyarak biz de romantik arabesk şarkılarda çiftlerin kollarını kaldırıp indirdiği valsimsi  danstan ettik. Hemen peşinden Ankara havası oynadık.

Uçağa yetişmek üzere hava alanına bir amca oğlu tarafından bırakılırken yorgun, uykulu ama enteresan bir gün geçirmiş olduğumuza memnunduk. Hepimiz Kayseri'nin en çok İstanbul'a dönüşünü seviyorduk!



























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder