(22 NİSAN- EN GÜZEL PAZAR)
BEYOĞLU AYLAKLIĞI
Beyoğlu'nun aylaklığını özlemişim, diye düşündüm meydana indiğimde, hafif gecikmeli, ama bir yandan da tam zamanında.
Aklım bomboştu, tam özlediğim gibi, dilediğimce gezinip tozunmak, hesapsızca bir o sokağa bir buna kıvrılmak, karşıma çıkıveren her şeye bakınmak için bulunmaz bir Nisan günüydü!
Sabaha, biraz öğlene doğru güneşten korunaklı bir terasta başladık; Abraham Eremyan'ın ruhu karşımızdaki Emek Pasajı'nın melekleri arasından bize sırıtan şeytanın içindeydi, gülümseyerek günaydın dedik.
Sokağa inip geçenki yağmurdan sökülmüş taşlar arasında rahat rahat yürüdük, her zamanki pasajlara girip çıktık ve her zamanki "şeyler"e baktık; bu pasajlarda pek bir şey yoktur da bir şeyler vardır ya hep...
Yine öyleydi işte, belki aylar olmuştu ben gelmeyeli- iş için veya gece içip dans etmek için çıkıyordum artık Taksim'e- yine eskisi gibi minik sürprizli şeylerle doluydu tıkış tepiş vitrinler:boy boy renk renk poz poz baykuş bibloları, başında kepli kitap okuyanı, gözlüklüsü, dala tünemişi, kızgın bakanı, miniminnacık olanı, göbeklisi... sonra masonluk simgeleriyle bezeli anahtarıklar, gönye işareti, bir İsa figürü, bizim evdeki firuze taşlı yüzüğün aynısı, Meryem resimli bir kutucuk, baykuşlu keçe çantalar, yine baykuşlu yastıklar- her şey baykuşlu- komik t-shirtler ve bu gibi popüler kültür araçlarının vazgeçemediği Nietzsche sözleri-hatta ona ait olmayanlar-antika mı değil mi anlayamadığımız eski kılıklı kahve fincanları, gümüş kaşıklar, başka hayvanlar, eski sinemalar, eski filmleri oynatan sinemalar, artık kalmayan sinemalar...
Pasajların içi ayrı bir alem. Serince, loş, baş döndürücü.
İstiklal'nden aşağı inerken solda karşımıza çıkıveren bir sergiye daldık-evet daldık-peşimizden de Arap bir grup daldı, epey gürültülü ve ilgiliydiler ama görevli sürekli "Don't touch" deyip duruyordu, biz de dokunmadan baktık bu Beyrutlu kadının işlerine: rende yatak ve paravan, bu haliyle daha çok gülleler toplar gibi görünen dev tespih, saçları örtmek için kullanılan geleneksel Arap başörtüsünün saçlarla yapılmış versiyonu, renkli cam atom bombaları, bakana "Hala buradasın." diyen sorgulayış aynası, mönüde boğazımızdan midemize inen yolu seyrettiğimiz bir tabak olan yemek masası, büzüşüp genişleyen pütürcüklü ve kıllı testis derisine yakından tanıklık...
Keffieh; saçlı dokuma...
Deep Throat; yediklerimizin yolculuğu...
Natura Morta; rengarenk ölümcül şekerler, camdan el bombaları...
Worry Beads; dev tespih...
Hair grids with knots; dökülen saç tellerinden dokuma... _sevgilime sanatsal bir destek sağlamak amacıyla ben de düzenli biçimde evinde saçlarımı döküyorum_
Böylelikle günlük küçük sanat dozumuzu aşı gibi vurulduktan sonra biraz dondurma iyi gider diye düşündük-ama dondurma mı çilek mi, yoksa her ikisi birden mi?
Çilekleri birer birer, tiramisulu dondurmayı kaşık kaşık ağzımıza atarken Tophane'ye inen gizemli ara sokaklarda kaybolduk-burası şüphesiz en sürprizli şehir!
Köşeyi kıvrılınca muhteşem bir bina bizi karşıladı, loş ve dar sokaklardan birinde unutulmuş, zamanla üzerindeki yazı silikleşince daha da bir güzel olmuş...
Serin taş geçitlerden birinin ucunda "Dali gravürleri" sergisinin ilanıyla karşılatık, Tophane'ye yaklaştıkça rengarenk gürültülü çoluk çocuklu gecekondu mahallesi sokaklarından geçmeye başladık, şaşkın ve büyülenmiş turist amcaya güldük, bakkalın indirimli ürünleri tanıtma biçimine güldük-"3lt kola 5tl" gibi yazan kağıtları üst üste koymuş öyle cama- son anda deniz kenarına inmek için erken deyip yeniden yukarı yöneldik, yokuşlarda nefes nefese kalıyor, arada bir nefes almak ve öpüş tazelemek için birkaç saniyelik molalar vermeyi ihmal etmiyorduk. Derken birdenbire az önce bahsettiğim-size değil ona o andan az önce bahsettiğim-Masumiyet Müzesi ile burun buruna geliverdik-kırmızı pek de masum sayılmaz diye yorumladık ve merak ettik.
İstiklal'i işgal eden tabelalar-ışıklar-yazılar, yağmacı restoran ve mağazalardan yakınıp dururken, arka paralellere sapınca türlü türlü ufak ama sevimli alternatifler keşfettik-hani bir daha gelsem bulamam dersin ya-ikimizin de duyduğu, aklına yazdığı ama hiç denemediği bir cafe, gazetede okuduğum ve merak ettiğim fakat gidip bulmaya üşendiğim bir minicik pastahane, "buraya da oturulabilir" restoranlar, "bir gece burada kalalım mı!?" hevesiyle yanından geçtiğimiz Büyük Londra Oteli, Goya gravürleri sergisi afişi, ne yazık ki pazarları kapalıymış çıkan Antakya lokantası, doğumgünüm için yer ararken bulduğum bar da buradaymış işte, onun arkadaşlarıyla arada bir gidip bütün weissbierları içtiği ve geçen sefer bardakları götürüp çıktıklarından epeydir uğrayamadıkları küçük birahane, bütün sokağı almış olduğunu fark ettiğim Çerkes restoranı...
Bu plansız programsız, bu olabildiğince rahat, savruk, serkeş günün sonunda ayaklarımıza kara sular inmiş olduğunu fark edince meydana topuklayıp Beşiktaş dolmuşuna bindik. Oradan karşılıklı göz kırpıp öpücük gönderilen vapur yolculuğu bizi kendi mahallemize; Kadı köyüne getirdi, kalabalık arasında tırmanıp lahmacun yemeğe oturduk.
Evde tatlı yapma planlarımız vardı-fakat Migros bizi hayal kırıklığına uğratarak çilek mevsimini henüz açmadığını gösterdi-olsun!
Biz de kanepeye kıvrılıp, rahatsız edici fakat iyi bir film koyup izledik, sonra uyuya kaldık...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder