5 Nisan 2012 Perşembe

1016

(04 NİSAN ÇARŞAMBA)

Akşamüstü kendimi dışarı attım, kalabalığın arasına, Beyoğlu'na.
"Karı muhabbetlerinde mi her Allah'ın günü/Carıl curul mu yine tatlı kaçık İstanbul"*
Serseri sokaklar hafta içine bakmadan dolup taşmış, herkes başka başka şeylerin peşinde, kimi aşağı kimi yukarı kimi el ele...

Gittim yabancı sayılmaz bir cafeye, tek boş masaya oturdum, bir Bomonti söyledim.
Beklerken bir tane daha söyledim sonra, arkamdaki adamın hafif aksanlı Türkçesine kulak kabarttım.
Amerikalıymış. Türkçeyi iyi öğrenmişsiniz, dedim.

Arkadaş gelince kalktık sinemaya yürüdük, arka sıralardan birine kurulduk, filmin İngilizce veya Fransızca olmasını umut ettik.
Sanskritçe çıktı-olsun.
Bir de bol aksanlı İngilizce vardı tabi, onu anlamak daha zor.

Katmandu'ya gelmiş İspanyol bir kadın öğretmenin idealistliğini seyrettik, kendi hayatını tümden unutup kendini çocuklara adamasına tanık olduk. Öyle ki; toplum dışına itilen alt kast çocuklarına eğitim veren bir okul açmak için para toplamak amacıyla Barcelona'ya birkaç aylığına geri döndüğünde bile kendini evinde hissetmiyordu. Onun yeri Nepal'di.

Kız çocuk beklediğini anlayınca kendini öldüren Sharmali'ye üzüldük, formalite evliliği yaptıkları halde zamanla kalbini kazanan tatlı Tsering'e gülümsedik ve bambaşka bir hayatı seçmenin nasıl olacağını düşlemeye çalıştık.

Aklıma bir yılını Hindistan'da ashramlarda, biraz Pakistan'da biraz da Nepal'de geçirmiş eski sevgilim geldi. Bu insanlar şüphesiz bana çok zor gelen bir şeyi başarmışlardı; gitmeyi. Gitmeyi, ardında bırakabilmeyi, gittiğin her yerde evinde olabilmeyi ve sonunda geri dönebilmeyi...

Bambaşka bir hayatın mümkün olduğunu görmek insanı rahatlatıyor bir şekilde.










*Akgün Akova'nın "Güvercinli Güvercinli" şiirinden alıntıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder