Hasretle beklenen bir gün; bir gevşeme molası...
Günün ilk yarısını banyoda uygulanan maskeler ile özenle törpülenip cilalanan tırnaklara ayırdığım ve uzunca zamandır aklımın gerisinden eksik olmayan stres kaynaklarını sonunda 1 günlüğüne de olsa bastırmaya muvaffak olduğum "felekten çalınan bir gün"...
Efendim; bu güneşli ve sıcak ilkyaz öğleden sonrası; her aktivitemize bir konsept belirleme takıntımız doğrultusunda "çilek konsepti" ile donattığımız piknik örtümüzü Caddebostan sahili çimenlerinin gölgesi müsait bir bölgesine yaydık. Etrafımızda şarabını alıp tek başına gelmiş cool adamlar, üstlerini çıkarıp güneşlenen testesteron abiler, baloncular, çingene çocuklar- kısacası tekmil bahtiyar insanlar vardı.
Evvela birer soluklanma birası, yanında enfes fıstık, arada bir dolu çilek, midemiz kazınınca birer çilekli kek ve ardından birer keyif birası daha devirerek geçirdiğimiz saatler, birkaç arkadaşın eklenmesi ve balonlar alınmasıyla, ziyadesiyle şenlendi.
Amma ve lakin; bu sürprizli günün yalnızca sakin başlangıcından ibaret imiş-bilemedik. Akşamı ettikten sonra hafif temiz hava çarpması sendromları göstererek ve yanımızda 2 işitme engelli arkadaş olduğu halde; 1 araba-2 metrobüs-1 metro vasıtaları ile Beyoğlu'na vardık. Sahilden bir mavi uçan balon, yoldan bir Ice Age oyuncağı ile bir Polo şeker kapıp hediye götürdüğümüz bir arkadaşın doğumgününe uğrayınca; bendeniz yanına oturduğum sohbeti baldan tatlı bir gazetecinin sıkıştırmalı sorularına maruz kalmanın keyfini çıkardım. Vallahi zor kalktık da anca yetiştik bugünün başından beri sayıkladığım Cümbüş Cemaat konserinin ilk yarısına!
Efendim; günün geceye varan bundan sonraki kısmı epeyce ironikti; zira yanımızda 2 işitme engelli arkadaş hala olduğu halde canlı müzik dinlemeye gittik. Şaşırarak farkına vardım ki; insan duyamasa da, etrafındakilerin danslarını gözlemleyerek müziği anlayabiliyor ve dans ettikçe müziği hissedebiliyor. Bir Azeri, bir Ermeni, bir Çingene, bir İstanbul şarkısı derken dansın özgürleştirdiği bacaklarımız hiç yerinde durmadı ve mekanın fotoğrafçısı onlardan epey malzeme çıkardı.
Gecenin sabaha vardığı vakitlerde eve dönmeyi tasarlamaya başlamıştık, lakin o kadar kolay olmayacaktı. Kentsel dönüşüm çalışmalarının delik deşik ettiği Tarlabaşı yine "her Allah'ın günü karı muhabbetlerinde, carıl curul ve tatlı kaçık*"tı. "Gel de İçme" barda somurtarak oturan dertli ve her daim öfkeli travestiler, leopar tulum kaynak saçlı giymiş ablalar, trafiği kilitleyen sarı sel taksiler, sokak aralarında yere çökmüş kusan yahut uyuya kalan sarhoşlar, şampiyonluğu kutlayan Galatasaraylılar, eve dönmeye çalışanlar, kavga eden ağlayan çiftler, bir de ambulans!
Sabahı ettik mi- ettik!
Kadıköy otobüsünde yanımızdaki çocuğun ertesi gün Kıbrıs'ta askere gideceğini öğrendik, köprüyü geçince inip arabaya bindik ve bu saatte eve gitmeyelim diyerek sahile çektik. Sürprizlerle dolu gün bitmek bilmiyordu! Sabah serinliğinde alabildiğine durgun ve sisli denize bakmak için kayalara oturduk, yere atılmış çekirdek kabuklarıyla oynarken tek tük konuştuk. Özel bir okula gitmemiş, hayır, çok zor olmuş, evet, ama bu sayede zoru başarıp konuşmayı öğrenmiş. Sessizlikte-şimdiki gibi-duyabiliyormuş aslında, her gün insanların hesaplarını inceliyormuş çalıştığı bankada. "Başka Dilde Aşk" filmini izlememiş. Tesadüfen karşılaştığımız iki arkadaşına da selam verip sabahın ilk saatlerinde eve döndük.
Şüphesiz, unutulmayacak bir gündü.
*Akgün Akova'nın Güvercinli Güvercinli Şiiri'nden alıntı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder