Yazın En Terli Gecesi
Kötü bir haberin şok edişiyle başlayan gün, muhtemelen hiç hoş geçmeyecekti-eğer evde durursam kafamdan bunu atamayıp hiçbir şeye kendimi veremeyeceğimi anladığımda pazar günkü programımızı erkene çekmek niyetiyle uzundur görüşmek istediğim arkadaşımı aramasaydım.
Ama aradım ve günün gerisi yine de güzel geçti!
Evlere sığamama dürtüsü ikimize birden musallat olmuş olsa gerek- erkenden evden çıkmayı kafaya koymuştuk bile. Beyoğlu'nun meydana yakın bir cafesinin arka balkonuna konuşlanıp buzlu kahveyle serinledikten sonra, abartan yaz sıcaklarına inat, Tophane'ye doğru indik ve epeydir istediğimiz Masumiyet Müzesi'ni gezdik.
Kriz anlarında aşırı doz olarak nitelendirdiğim arada bir dökülen uzunca yazılarımı topladığım bloguma Masumiyet Alametleri adını vermiş biri olduğumu hatırlayınca gülümsedim. Sonuçta, dolaplara kapatılmış-hep bir mesafeden bakabildiğimiz, uzaklaş(tırıl)mış-bütün bu kelebek tokalar, eski İstanbul fotoğraf ve tabelaları, kırık oyuncak bebek kolları, sevgilinin kıskançlıkla gözetlendiği pencerenin perdesi veya köpek bibloları...Hepsi birer masumiyet alameti değil miydi?
İş görüşmelerine verilen CV.lerimden birindeki ilgi alanlarım kısmına hatıra biriktiriyorum, yazdığımı anımsayınca tekrar gülümsedim. Birkaç sene evvel okulda bir proje olarak başladığım Labirent de gerçekte anı koleksiyonerliği değil de neydi??
Herşey elbette Ariadne ile başlamalıydı- bilmiyorum neden.

Ortadaki kırmızı yumak, bu bin-yıllarca eski Girit efsanesinde, ortasında boğa başlı canavar Minotauros'un yaşadığı labirente girmeye cesaret eden kahraman denizci Theseus'a yolunu bulabilmesi için Ariadne'nin verdiği ip ucuydu.

Kırmızı yumak bendim. Etrafımda; -her gün tarihiyle işlediğim- gittiğim semtler, şehirler ve görüştüğüm insanlar vardı. Bir bağ kurduğumu hissettiğim bu insanların, sokakların, kiliselerin veya kitapların da kendilerini anlatan birer küçük yumakları vardı, hepsi bana bağlanıyordu.
Böylelikle ben hayatımın bir yılının Köln'de, Sultanahmet'te, Boyacıköy'de, Taksim'de, Mimar Sinan'da, Edirne'de, Caddebostan'da, Gedikpaşa'da geçen günlerinin bir haritasını oluşturmuştum. Bu labirentte yolumu bulabilecek miydim?...
İşte ben girişteki onlarca izmarite- her biri tarihleriyle saklanmış, notlarla duvara tutturulmuş- bakarken, aslında ne kadar benzer bir hayalin peşinden gittiğimi anlayıp gülümsedim. Nostalji tutkunları için eşsiz bir iş!
Masumiyet Müzesi'ni arınırcasına gezdikten sonra Tophane yokuşlarında bir posta ter dökerek bir şeyler yiyip içebileceğimiz bir terasta aldık soluğu.
Yavaş yavaş teras da, masamız da doldu taştı.
Her birinin tanışmasına vesile olan ortak noktaları, artık görüşmedikleri salak bir adam olan beş kız hayal edin: biri çok yalnız olduğunu haykırıyor, yanındaki kurulu düzenini değiştirmeyi göze alarak İtalya'ya gidiyor, onun yanındaki asker yolu gözlüyor, karşısındaki aşkın öldüğüne inanıyor ve onun da yanındaki ben...
Şişe şişe biralar, roze şaraplar, ardından fallı Türk kahveleri eşliğinde sohbet uzadıkça uzuyor, Tünel şenliği bizsiz başlıyordu. Galata meydanına inmeye karar verdiğimizde bu kadar terli bir gece geçireceğimizi artık anlamıştık, Gevende'nin etnik ritmleriyle dans ederken hepimizin saçları ıslanmıştı. Nefes alamayınca kalabalıktan çıkıp yine Tünel civarındaki tanıdık küçük bara yürürken bir posta daha terleyip sırılsıklam olmuştuk. Yine de, vücudumuzdaki su miktarına doğru orantılı biçimde neşemiz eksilmemişti.
Sidikli arka sokakların tenha tekinsizliğinde son bulan gece, bizi öyle yordu ki...Ama çok da iyi geldi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder