(18 ŞUBAT CUMARTESİ)
Festivalde kararsız kaldığım filmlerden biriydi ve kahvaltıdan sonra pek vaktimiz kalmadığından aceleyle indik Caddebostan'a. Trafik berbattı, keyfimiz de kaçıktı aslında çünkü manasız bir konuda tartışmıştık evden çıkmadan.
Filmin kuzeyli atmosferi, sisli puslu havada bomboş mekan görüntüleri; izolasyon ve yalnızlık kavramlarını zaten kendiliğinden öne çıkarıyor.
Babasını yeni kaybeden kahramanımız baba&oğul dedektiflik bürosunda çalışmaktadır. İşi ile hobisini karıştırıp insanları takip ederek günlük yaşamlarını gizlice kaydeder ve kendi başınayken tekrar tekrar izler.
Bir akşam otobüste sarhoş olup kamerasını çaldırınca, gelen gizemli mesajlarla şaşırır. Çözmesi gereken yeni bir bulmaca gibidir, bu genç kadının tuhaf telefon konuşmaları...
Garip ve biraz da iç bayıcı filmin ardından Kadıköy'e geçip ayakkabı işlerimle alakalı bir iki dükkan ziyaret ettim. Kalabalık havayı güneşli bulup kendini dışarı atmıştı, yer bulup Çiya'ya oturduk. Meze tabağı lezzetliydi fakat alkolü kaldırmış olmalarına bozulduk biraz.
İçimdeki bezginliği, bastırılmış öfkeyi hatırlıyorum. Nefret ettiğim bir histi, kurtulamıyordum. Yollardan arabaların ve kirli havanın içinden yürüye yürüye metroya bindik sonunda, içimde dev bir boşluk vardı. Sanki bir şeyleri kaybetmiş gibiydim,yürüdük, konuştuk...
Eve geldiğimizde akşam oluyordu, yorgunduk ve keyifsizdik, ikinci filmimizden vazgeçtik.
İçimde kasvetle uykuya daldım, böyle olmamalı diye düşünüyordum sürekli, böyle hissetmemeliyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder