Kafamın içinde bir ses, önce dinlenmeden uyandırdı, sonra durmadan sorular sordu ve canımı sıkan eski olayları yeniden aklıma getirmeye çalıştı bütün gün. Ben de onu susturmak için önce yürüyüşe çıkmayı denedim hafif yağmur altında, sonra banyoya girip gözlerimi kapadım ve en sonunda bir filme gideyim, dedim.
August: Osage County diğer düşündüklerim arasında en az bilet satılmış olan ve muhtemelen erkek arkadaşımın tercih etmeyeceği filmdi, onu seçtim.
Zaten tam bir kadın filmi-salonda 2 erkek vardı sanırım kız arkadaşlarına eşlik etmek için gelmiş olan.
Tracey Letts'in oyunundan uyarlama film; gerçekten epeyce teatral oyunculuklarla işlenmiş ve bol diyaloglu, paslı, gollü geçiyor.
Aile babasının kanser hastası karısını terk ederek ortadan kaybolması üzerine annesi ile ilgilenmeye gelen büyük kız rolünde Juila Roberts, her zamanki cömert gülüşünü esirgiyor bizden ve bunun yerine sürekli gergin, bastırılmış öfkesi burnunda, lafını sakınmayan tavırlarıyla rahatsız edici derecede dürüst ablayı mükemmel oynuyor.
Dayanılmaz iğnelemeleri ve öz evlatlarını bile acımadan küçümseyen halleriyle, kanserin sebep olduğu ağrılarını unutmak için-belki daha pek çok şeyi de unutmak için-ağrı kesicilere bağımlı olmuş anne rolünde Meryl Streep evet bir parça fazla "büyük" oynuyor dedikleri gibi ama-hayranlık uyandırıcı yine.
Saldırgan ve müptela karısına tahammül edemeyince bir gün evden çıkıp intihar eden babalarının ardından 3 kız kardeş bir araya geliyor ve birbirlerinden ne kadar koptukları meydana çıkıyor.
Ortanca kız kardeş rolünde; bu tarz deli dolu karakterlere pek yakışan Juliette Lewis; geçkince yaşında bulduğu koca adayının iki arada bir derede fırsat yaratıp ablasının 14 yaşındaki kızına sarkmak gibi "ufak tefek" kusurlarını hoş görüyor-en büyük hayali balayında Belize'ye gitmek ve bunu hiçbir şey engelleyemez!
Annesine bakmak üzerine kalmış olan ezik küçük kız kardeş asla favorisi olamamış ailesinin, yıllarca taşrada hayatına girecek erkeği bekleyerek sade bir yaşam sürmüş, sonunda yarım akıllı kuzenine aşık olmuş. Keskin Sherlock zekasıyla bellediğimiz Benedict Cumberbatch'in pek sevimli çıkardığı bu kuzenin; filmin son çeyreğinde aslında üvey kardeşleri olduğu ortaya çıkıyor.
Evet-o tonton dominant teyze; oğlunu tam bir hayal kırıklığı gören ve kocasını sindirmiş sözünü geçiren kadın, yıllar önce bir hata yapmış: eniştesinden bir oğlan doğurmuş.
Daha ağır olansa; kanserli ağzı bozuk anne bunu hep biliyormuş zaten-"ondan kimse bir şey kaçıramaz" ama konuşmaya gerek duymamışlar.
Eve yardımcı olarak aldıkları Kızılderili kadının şahsında, büyük ablanın içine sıkıntı veren "bu uçsuz bucaksız ovalar için ağzına sıçılan yerliler" arka planda bugün herkesin tadını kaçıran "Amerikan rüyası"ndan uyanırmak için dürtüyor.
Babasının ardından aile reisliğini üstlenen-çünkü "güçlü" olan abla; ergen kızına kuramadığı otoriteyi zavallı annesini zalimce idare etmekte kullanmaya başlıyor. Dökülmüş saçları, kırışmış suratıyla güçten düşmüş anne kimi zaman kendini rezil etse de, peruğunu taktığında masa başındaki sandalyesine geçip ailenin tümüne teker teker kök söktürüyor.
Taşranın boğucu tekdüzeliği, göz alabildiğine ıssızlığı ve aile evinin terk edilmiş karanlığı; aslında aile cenderesinde çileden çıkan hepimizin zaman zaman anne-babamızı boğmak istediğimiz o "hiç bir zaman değişmeyeceksiniz değil mi?!" kasvetinin aynısı.
Filmin sonunda ben kendimi daha da bir bunalmış hissederek soğuk havaya çıkmakta acele ederken,salonu terk edenlerin genelde sıkıcı buldukları şikayetlerini işittim. Aşırı yükleme yaptığı doğru; içinden çıkılamayan tıkanık vaziyeti öyle güzel gösteriyor ki-ama göründüğünden daha katmanlı bir film olduğu söylenebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder