(19 EYLÜL ÇARŞAMBA)
Bugünün 21 Eylül olduğunu fark ettiğimde, konserden beri enkaz halinde dolanıp durmakta olduğumdan elim varmayıp ertelediğim ama içten içe bir borç bildiğim yazıyı bugün yazmamın şık olacağına karar verdim.
Doğum gününüz kutlu olsun Bay takım elbiseli, Bay centilmenliğin en sade ve içten hali, Bay hiçbirimizin bakamayacağı en derin uçurumlardan kurtulan, Bay kendiyle konuşmayı seven, sahnede hep fötr şapkası elinde, tevazu ile diğer müzisyenlerin önünde yerlere eğilen, meleklerin hediyesi altın sesinin mahkumiyetinde şarkı kulesinde tek başına çile dolduran derviş! 78 yılınız kutlu olsun!
***
Biletleri satışa çıktığı duyurulduğu gün almıştık ve aldığımızdan beri kendime sakladığım bir sevinç içinde fakat bir parçacık korkuyla bu akşamı bekliyordum. Çünkü biliyordum; nasıl sarsılacağımı.
İşte o gün gelip çatıyor: 19 Eylül Çarşamba… “Mendil getirmeyi unutmuşum, tüh! İnip alsam mı büfede, ağlarım ben kesin.” diyorum erkek arkadaşıma. “Neden ağlıyorsun onu anlamıyorum.” Diye cevap veriyor- nasıl anlatayım? Bugün 19 eylül, günlerden Çarşamba. Ben bugünü hiç unutmam daha. İçimde ne varsa kırılıyor, eziliyor. Bugün hem buluşma, hem veda…
***
Epey erken gelip beklediğimiz konser vaktinde sayılabiliecek saatte başlıyor; sahneye geçen seferki gibi en klasikleşmiş parçasıyla giriyor; şapkasını çıkarıp bizi dansa davet ediyor:
http://www.youtube.com/watch?v=3w3dMQBtd9A
Kimbilir, belki de en yaygınlaşan olduğundan pek o kadar sevmiyorum bu şarkıyı, fazlaca romantik sanki. 3 yıl önce yine bu parçayla açıkhavaya çıktığında da böyle olmuştum ben, bir tuhaf yani nasıl desem- “Gerçekten şimdi bu Leonard Cohen değil mi?“ gibisinden… Henüz insanlar yerlerine oturmamışken tam vaktinde sessizce çıkıp kendi kendine söylemeye başlamıştı ve önümüzden geçenler arasından sahnede onu görüyor, gördüğüme zerre kadar inanamıyordum; sesi banttan gibiydi, aslında tüm sahne gerçek dışı gibiydi!
Bazı adamlar geçek olmayacak kadar güzel oluyor. Karşımda olduğuna inanamayarak izlemeye devam ediyorum hayretle ve içimden tekrarlıyorum: “Çok şanslı hissediyorum.” “Şimdi bu o mu yani? Lisede hani, pencereden bakarken söylediğim
Tower of Song bu adamın, o banyoyu doldurup parası olmadığı için eczacıyı öldürüp iki kalıp bademli sabun aldığını yazan* şair bu, çocukken en sevdiği oyunun
fahişe ve akser olduğunu anlatan** hani, karısını elinden alan adama kardeşim, katilim diye hitap ettiği o meşhur mektubu*** yazan, saygılarımla diye imzalayan adam işte bu…
İkinci sırada yine önceki konserdeki gibi
The Future geliyor: dinlediğim en seksi şey olabilir mi acaba tükürdüğü bu kelimeler?
Give me absolute control
Over every living soul
And lie beside me, baby,
That's an order!
80’ine 1 kala iyice olgunlaşmış meyveler gibi ballanan bu adamın emrine itaat edesim geliyor…
Bird on the wire’ı daha yavaş, anlaşılma gayretinden artık bu yaşta muaf olmanın hafifliğiyle daha kendi başına söylüyor.
Ardından sıra herkesin bildiği şeyleri tekrarlamaya geliyor; fakirlerin fakir kalıp zenginlerin daha zenginleştiği değişmez düzenden bahsediyor, herkes diyor, herkes böyle kırık dökük hissetmiştir babası ya da köpeği öldüğünde. Herkesin bildiği, bir tek onun söyleyebildiği bir takım ortak şeyler var:
Everybody knows the fight was fixed
The poor stay poor, the rich get rich
And everybody knows that you live forever
Ah when you've done a line or two
Everybody got this broken feeling
Like their father or their dog just died
http://www.youtube.com/watch?v=AEsBvHdI2Rg
Hayranlıkla dinliyorken en sevdiğim yeri geliyor konserin: İspanyol gitarist kılığındaki yarı-tanrı****
Who by Fire’a solo giriş yapacak. Ben 3 sene evvelden biliyorum ki bu adamın elleri öpülür, bu adam olmasa şarkılar sanki öksüz kalır. Gözlerimi yumup teslim oluyorum, içimde ne varsa titriyor, eziliyor, her vuruşunda parça parça dökülüyor.
http://www.youtube.com/watch?v=PNs_yXTJoHY
Adam dakikaları dantel gibi işliyor; icecik çalıyor, öyle kırılgan, nefes vermeye korkarsın. Öylece incecik, arkası görünen bir şey oluveriyor zaman, eriyor…
Şapkasını eline alan Cohen de bu ispanyol adamın önünde eğiliyor, o bitirince başlıyor sormaya teker teker:
And who by fire, who by water,
Who in the sunshine, who in the night time …
Yeni albümden hiç çalmadı derken
Darkness’a giriyor, herkesin son işi otobiyografik olur ya biraz, düşünürken içim acıyor.
Old ideas albümünde zaten genelde kendiyle konuşuyor:
I got no future,
I know my days are few
The presence not the pleasant
Just a lot of things to do
I thought the past would last me
But the darkness got that too
Hemen yeniden eskilere dönüyor
Sisters of mercy ile; şefkatle bizlere merhamet perilerini bulmamızı dilerken bir parça nasihat da ediyor:
Yes, you who must leave everything
That you cannot control;
It begins with your family,
But soon it comes round to your soul.
Kendimi aptal buluyorum, çocuk duyuyorum, bir zamanlar korktuklarıma gülüyorum, kontrolü elimde tutma çabalarıma bakıyorum-hayatelimde değil ki benim! Olsa bile- kim ister bunu, gerçekten?!
Buralarda en korktuğum başıma geliyor- en hasretle beklenen, ilk konserde yer vermediği, genelde pek de çalmadığı ve herkesin bilmediği, adeta benim içimi sökmek için yazılmış, aralarına mesafe giren hüzünlü aşıkların usul usul mırıldanan kafiyeli ninnisi…
I'm not looking for another
As I wander in my time,
Walk me to the corner
Our steps will always rhyme,
You know my love goes with you
As your love stays with me,
It's just the way it changes
Like the shoreline and the sea,
But let's not talk of love or chains
And things we can't untie,
Your eyes are soft with sorrow,
Hey, that's no way to say goodbye.
Buraya kadar normal dinleyicilerden biri gibi görünmeye çalışmıştım, iyice de kotarmıştım hani, belki biraz fazla ezberden söylüyordum şarkıları, “Yakınımızda konser varmış, yaşlıca bir amca romantik şarkılar söylüyormuş hani var ya- Dance me” seyircisine kıyasla. Ama bu şarkı benim şerefime çalındı, hissediyorum. Bu şarkıda kimse ağlayamaz benim kadar içten, öyleyse bırakın beni ağlayayım! Bakmayın boşuna, neden diye sormayın, bana siz nasıl ağlamıyorsunuz onu açıklayın!
***
Öncekiler kadar coşkuyla eşlik edemediğim, arkama yaslanıp dinlediğim yeni parçalardan birkaçını daha söylüyor bu arada.
Dimdik duran Sharon Robinson ile birlikte yumuşacık söyledikleri, mavi kadife gibi kulağımızı okşayan In my secret life geliyor sırada:
But I'm always alone.
And my heart is like ice.
And it's crowded and cold
In my secret life.
Derken ayna karşısında bir uzun monolog daha başlıyor , gırtlaktan, öksürür gibi…
I love to speak with Leonard
He's a sportsman and a shepherd
He's a lazy bastard
Living in a suit
Sonu gelmek bilmeyen ilk yarıyı mükemmele itirazı olan eski bir ilahi, Anthem kapatıyor:
Ring the bells that still can ring
Forget your perfect offering
There is a crack in everything
That's how the light gets in…
Artık hepimiz biliyoruz bunun bir konser olmadığını, biz bu gece ayine geldik.
***
Arada konuşmayı anlamsız buluyorum, söyleyebileceklerimi sığ görüyorum, her yaştan birbirinden apayrı insan kalablığı arasına karışıp açlığımı bastıracak bir bisküvi alıyorum. Biraz yalnız bıraktığımı hissettiğim erkek arkadaşıma bu içe dönük halimi açıklamaya çalışıyorum: “İçeride başka bir dünyadaydık, burası bambaşka…” içerideki insanlar bunlar değil sanki, müzik başlayınca hepimiz dönüşüyoruz, devriliyoruz, basbayağı seksenlik bir dedenin gırtlak büyüsüyle devşiriliyoruz.
***
Şimdiden bizi sarsan gecenin ikinci yarısı
Tower of song ile açıyor perdeleri, işte bu benim en sık dilime dolanan şarkı, pencereden bakışımı hatırlatıyor hep, yine o sınıf penceresine götürüyor…
I said to Hank Williams: How lonely does it get?
Hank Williams hasn't answered yet
But I hear him coughing all night long
A hundred floors above me
In the Tower of Song
Şarkı kulesinde ıssızlığın ortasında, sessizliğe kulak vermiş düşlüyorum Cohen’i, Hank Williams’a sesleniyor.
Peşinden suratımıza çarpan dalgalar gibi
Suzanne geliyor; gelilveriyor yani öyle kendiliğinden, belki dünyanın en önemli şarkısı bu ama kendini beğenmiş değil hiç, yıllar sonra yazıldıktan, burada bizim mahallede, belki dünyanın en nefis gırtlağından geliyor:
And you want to travel with her
And you want to travel blind
And you know that she will trust you
For you’ve touched her perfect body with your mind...
İspanyol gitarist zalim, acımadan asılıyor tellerine, hesaba katmadan kırılganlığımızı. Cohen de ne yapsın, başlıyor çağırmaya özlediği çingene karısını:
And where, where, where is my Gypsy wife tonight?...
http://www.youtube.com/watch?v=ozghJm6719Q&feature=share
Demin hani erkek arkadaşımın kulağına “
Partisan çalsın bir de onu çok istiyorum.” Diye fısıldamıştım ya hani- iki şarkı aralığında çarçabuk- dileğim gerçek oluyor; hep birlikte saf tutup sahne önünde dizilmiş, başlıyorlar çalmaya Fransız askerin kahramanlık türküsünü:
There were three of us this morning
I'm the only one this evening
But I must go on;
The frontiers are my prison!
Oh, the wind, the wind is blowing,
Through the graves the wind is blowing,
Freedom soon will come;
Then we'll come from the shadows.
***
Bir isteğim de kıyas kabul etmez Sharon Robinson’ın solo performansına mazhar olmaktı, bu gece çok şanslıyım bütün dileklerim gerçek oluyor: Webb Sisters’ın performansı ardından
Alexandra leaving’i söylemeye başlıyor. Çok az insan ağzını açtığında, yahut bir yürüyüp geçtiğinde etrafında bambaşka bir atmosfer yaratabiliyor- bu kadın onlardan biri. Sapasağlam duruyor sahnede, yalvartan bir gururu var- fakat yakışıyor, öyle ki Cohen’e bile diz çöktürür. Helal ediyorum bu kadına birkaç dakikamı, kulaklarımı, alkışlarımı…!
Arada bir hayranı beyaz çiçekler veriyor Cohen’e, doğumgününü şimdien kutluyor, götürüp Robinson’a veriyor o da. Öyle zarif, öyle kibar ki; izlerken eziliyorum, şarkıları sahneye çöküp şapkasını eline alıp söylemesini dinlerken mahçup oluyorum. Ayağa kaldırıp ellerini öpesim geliyor, “Neyimiz varsa bu gece hepsini vereceğiz.” dediğini duyunca gözlerim doluyor, neyim var neyim yoksa her şeyimi toptan hediye etmek istiyorum- ki borcumu ödeyebileyim.
“Ben bu şansı hak etmek için ne yaptım?!” diyorum- çok ciddiyim- İstanbul’da biz hepimiz, burada bu adamı ağırlamayı hak edecek neyimiz var? Mısır patlağı yiyen ve telefonlarıyla oynayan tipler var yanımda, belki bir iki şarkısını duymuşlardır, kimdir onların gözünde Cohen?- bas bariton cool bir amca herhalde. Bazılarına fazla geliyor olsa gerek; kalkıp gidenler oluyor arada, hatta şarkıların ortasında! Defolsunlar istiyorum- burada ne işleri var zaten- bu adam şarkı söylerken ben aldığım nefesten utanıyorum.
***
Sonlara doğru herkesi birleştiren, bir düzeye indiren klasiklere geçiliyor yine:
I’m your man’i dinlerken ağlıyorum, çünkü hatırlıyorum:
And if you want to work the street alone
I'll disappear for you
Arabanın içindeydik bir gece, hangi arabaydı bilmiyorum şimdi ama bir evin önündeydik, hangi evdi mühim değil, bunu söylemişti biri bana, o biri beni çok sevmişti hatırlıyorum, benim için her şeyi yapabilirdi biliyorum, yalnız kalmak istesem yok olabilirdi…
Dur durak bilmiyor 80’e bir kala bu adam, “Biraz merhamet et hiç değilse, art arda bizi bu kadar ezme!” Durmuyor ve tatlı mı tatlı bir inatla şükretmeye başlıyor. Bana bu şarkı nedense hep kuşların ötüşünü anımsatıyor:
Love is not a victory march
It's a cold and it's a broken Hallelujah
http://www.youtube.com/watch?v=0BDSsX-yi4I&feature=share
Neyse ki burada romantik bir valse kaldırılıyoruz da içimin ne kadar paramparça olduğunu saklayabilecek kadar vaktim oluyor, mırıldanıyorum:
And I'll dance with you in Vienna
I'll be wearing a river's disguise…
***
“Bu son şarkı mı acaba…?” diye düşünüyorum sahneyi terk ederlerken, aslında geri geleceklerini tahmin ediyorum ama epey de söylediler diye korkuyorum, bu son olabilir.
Ama değil! Önce
So long marrianne diye serzenişte bulunduktan sonra bambaşka bir havaya bürünüyor ve inanç dolu bir devrim marşı edasıyla
First we take Manhattan diyor, “Then we take Berlin”! Artık ayağa kalktık biz de, sarılıp hafiften dans ediyoruz, belki izleyicinin en hareketlendiği dakikalar bu ateşli şarkıyla başlıyor.
Derken bir panik daha, bu sefer gittiler galiba. Zıplaya hoplaya indi bak sahneden adam- bitti.
Bitmemiş! Son bir yıkıcı darbe vurmaya hazırlanıyormuş meğer, bir mektubu varmış okuyacağı, hep bir ağızdan okunuyor:
Yes, and thanks, for the trouble you took from her eyes
I thought it was there for good so I never tried.
http://www.youtube.com/watch?v=62Qt0_GdnEw&feature=share
Karısını elinden alan adama “Kardeşim, katilim” diye maktup yazmış bu adam. Belki dünyanın en harika şarkısı bu. Biri bana cd.ye çekip vermişti, çok iyi hatırlıyorum ilk dinlediğim günü; dinlerken yatağımdaydım ve sebebini hiç anlayamadığım şekilde müzik başlar başlamaz kana kana ağlamaya başlamıştım. Belki daha hayatımda hiç böyle ağlamamıştım. Yıllarca susmuş gibi, göz yaşına susamış gibi, oğlum ölmüş gibi, kalbimi sökmüşler gibi ağlamıştım.
***
Perperişan olmuştuk bütün salon, binlercemiz, yutkunuyorduk. Neyse ki
Closing time ile keyifli bir kapanış yapıyor da gözyaşlarımız kururken biraz dans edip gülümsemeye fırsat buluyoruz. Kadınların bluzlarını çözdüğü bir bar kapanışının terli neşesine dahil oluyoruz:
Yeah the women tear their blouses off
And the men they dance on the polka-dots
And it's partner found, it's partner lost
And it's hell to pay when the fiddler stops:
It's closing time
Bir daha iniyor merdivenlerden hoplaya zıplaya, şapkası elinde, hiç yorulmamış gibi, hiç yaşlanmamış gibi, hiç ölmeyecekmiş gibi iniyor. Bana o an dank ediyor: Bu onu son görüşüm!
***
19 Eylül Çarşamba... İçimde ne var ne yoksa ezildi, paramparça oldu, oyuldu, delindi, dağıldı, sökülüp atıldı… Cohen’in var olduğu bir dünyada yaşamak bile bir kıymetti, hayata bir borçtu, insanlığa bir umuttu. Erkek arkadaşım biraz da çekiştirerek beni çıkarmaya çalışırken ben gözlerimi sahneden alamadım, çünkü aklıma yazmaya çalışıyordum onu son görüşümü… Bazı insanlar gerçekten ölmemeli. Tek teselli; sesi hep bizimle kalacak.
Bugün 21 Eylül, günlerden Cuma. Doğum gününüz kutlu olsun Bay Cohen- 78 yılınız kutlu olsun!
* L.Cohen'in
İki kalıp sabunum var adlı şiirine gönderme.
**L.Cohen'in
En sevilen oyun adlı kitabına gönderme.
***L.Cohen'in
Famous blue raincoat şarkısına gönderme.
****İspanyol gitarist,Javier Mas