13 Nisan 2014 Pazar

1753

(12 NİSAN CUMARTESİ)


Beşiktaş'ta amaçsız buluştuğumuz, nereye gideceğimize ayaklarımızın bize sormadan karar verdiği bir tatil gününden güzel ne olabilir?
Hava sabah yağmurlu, evden çıkarken güneşli, yürürken bulutluydu-bahar genç kılar gibi kararsız ve nazlı!

Beşiktaş çarşısında dolanıp, eskiden bildiğimiz hangi cafeler kaldı, yeni nereler açılmış diye etrafa bakındık. İri istavritlere ve ucuz bulduğumuz kalkanlara göz attık. Kahvaltıcılar sokağını tıka basa dolduran öğrencilere bakarak köşeyi dönüp Akaretler'e çıktık. Rüzgara karşı Teşvikiye'ye tırmanıp vitrinlere ve kahve içenlere baka baka Harbiye'den Taksim meydanına girdik. Baş döndürücü kalabalığa dalınca kendimizi unutup Galatasaray'a iniverdik; uzun yürüyüşümüzün dinlenme durağı küçük ve akşamüstü vakti sakin bir şarap eviydi. İlk kez deneyeceğimiz bir şişe şarap söyleyerek meze tabağından kuru patlıcan dolması, lorlu zeytin ezmesi ve cevizli kırmızı biber ezmesi seçtik. Kuru et-peynir tabağı zaten burada masaya hep gelmeli. Lise yıllarındaki futbol taraftarlığı anılarımızı paylaşarak minik tabakları sıyırdık ve şişenin dibini bulduk.

İkinci durak Karaköy iskelesi idi: karşı yakada bizi bekleyen film biletlerimizi teslim almak üzere yukarı çıkarken, açıldığını yeni fark ettiğimiz bir iki mekan kestirdik gözümüze ve her şey satan komik bir ucuzcu dükkanda aynalı güneş gözlüğü denedik. Seçtiğimiz festival filmi salonu doldurmuştu-meğer Tarantino'nun övgü ve önerisini almış arkasına. Modern ve fena bir "Kırmızı Başlıklı Kız" masalı sunan İsrail filmi "Büyük Kötü Kurtlar", büyük bölümü tek mekanda geçen ağır bir intikam filmi. Sanırım intikam filmi denebilir; zira küçük kızının başsız cesedinin ormanda bulunmasından sonra göz altına alınıp dövülen ve sonunda serbest kalan mülayim din öğretmeni ile onu kovalayan polisi kaçıran babanın hikayesini anlatıyor.
Polis tarafından yakalanıp metruk bir binada dövülerek ifadesi alınmaya çalışılan masum görünüşlü orta yaşlı bir adamı tanıyarak başlıyoruz filmi izlemeye. Sürekli masumiyetini tekrarlayan bu kurban rolündeki adamın kendi halinde hayatını sürdüren bir din hocası olduğunu öğreniyoruz ardından. Zeki olmaktan uzak görünen kaba saba polise pek güvenmediğimizden, adamın suçluluğuna inanasımız gelmiyor başından beri. Sadece bu korkunç suçları üzerine yıkmak isteyecekleri bir pedofil sapık arıyor gibiler.
Adamın peşini bırakmayan polis, onu köşeye sıkıştırmış zorbalıkla itiraf almaya çabalarken, tanımadığımız iri yarı bir adam sessizce gelip ikisini de kürekle vurarak bayıltıyor.
Bu tekinsiz tip, tecavüz edilip öldürülen küçük kızın öfkeli babası. Tek amaca odaklanmış vaziyette: suçuna kani olduğu bu pislik heriften kızının başını nereye sakladığını öğrenene kadar ona işkence etmek- gözü başka şey görmüyor. Bunun için doğanın ortasında Arap köyleri ile çevrili bir inziva kulübesi bile tutuyor. Geniş bodrumda yere sabitlediği koltuğa bağlayıp kızına yaptıklarını bir bir ona yaparak sorgulamaya başlıyor. Bu vesile ile iğrenç detayları öğreniyoruz: sapık katil, kızı şekerlemelerle kandırıp kaçırmış, uyuşturucularla bayıltıp tecavüz etmiş ve parmaklarını tek tek kırarak acıdan kendinden geçirdiği kızı, ayak tırnaklarını sökerek ayıltmış ve sonunda kör testereyle boğazını kesmiş. Baba kararlı-başlıyor parmak kırmadan.
Filmin başından beri haksız işkenceye maruz kaldığını tekrar eden adam artık basbayağı "kurban." Suçluluğuna inanan polis bile bir noktada durdurmaya çalışıyor canavarlaşan babayı. Baba durmuyor ve polisi de kelepçeleyerek sistematik işkenceyi doz doz arttırıyor. İşte filmin unutulma repliği burada geçiyor: "Manyaklar şiddetten korkmaz, manyaklar manyaklardan korkar."
Şiddet tam en yüksek doza ulaşacağı anda araya giren sürpriz olaylar-evhamlı annesinin telefonu, yatıştırıcı koyduğu kekin piştiğini haber veren mutfak saati alarmı, hasta olduğunu sanan babasının beklenmedik ziyareti gibi-filme absürd bir kara-mizah katıyor. Bodruma inip oğlunun iki adamı bağlamış çekiçle vurduğunu gören büyük baba, meğerse en vahşi işkenceci imiş! "Her hayvan gibi insan da en çok ateşten korkar." diyerek torununun başını nereye gömdüğünü sorduğu adamın göğsünü lehim makinesiyle çatır çatır yakıyor. Sanırım Tarantino'nun sevdiği sahne buydu.
Artık dayanamayan adam, kızın başını çalıştığı okulun yakınında bir seraya gömdüğünü "itiraf ediyor". Peki derhal kazmaya giden babanın eli boş dönmesi, adamın sapık katil olmadığını kanıtlar mı?
Filmin sonunda polis, yanlış çocuğa doğum gününde hediye edilmiş bisikletin tekerini çevirirken anlıyoruz... Masumiyet tek taraflı feshedilince, kurban ile katil karışabiliyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder